11 Mart 2008 Salı

MERHAMET DİLENMİYORUZ!

“Bir kara kaplumbağa ailesi hayatlarında bir kez olsun deniz kenarında piknik yapmaya niyetlenmişler. Baba kaplumbağa yıllardır ağaçlar, otlar, çiçekler arasında yaşadıklarını artık, ölmeden önce akrabaları deniz kap-lumbağalarının öve öve bitiremediği denizi görmek ve bir kez olsun deniz kenarında piknik yapmak istediğini açıklar ailesine. “Benim ömrüm yetmezse de çocuklarımız görür hiç değilse” diye ekler. Karar verilir, anne kaplum-bağa, baba kaplumbağa ve yavru/oğul kaplumbağa yola çıkarlar. Az giderler, uz giderler. 5 yıl, 10 yıl derken 30 yıl sonra nihayet denize ulaşırlar. Anne kaplumbağa piknik çantasını açar. Pastalar, kekler çıkarılırken fark eder ki çay unutulmuştur. Nasıl yaparız, ne ederiz diye düşü-nürken, baba kaplumbağa oğluna döner ve hadi bir koşu evden çayı kap gel der. Yavru kaplumbağa mırın eder, kırın eder. “Siz beni beklemezsiniz, pastaları, kekleri biti-rirsiniz” der; başlar ağlamaya. Anne kaplumbağa o dö-nünceye kadar keklere, pastalara el bile sürmeyeceklerini garanti edince istemeye istemeye de olsa dönüş yoluna koyulur. Aradan 3 yıl gecer, 5 yıl geçer, 15 yıl geçer.

Baba kaplumbağa artık iyice yaşlanmış ve acıkmıştır. Keke doğru uzanır, bir dilim alır ve hanımına derki sen keki keserek dilim dilim getirirsin bizim oğlanda o yok-ken yediğimi anlamaz. Tam o sırada ağaçların arkasın-dan otlar sallanmaya başlar hışırtılar duyulur ve ağla-maklı bir ses tonuyla yavru kaplumbağa : ‘Biliyordum, biliyordum! Beni beklemeyeceğinizi biliyordum. Bunca yıl bunu görmek için şu ağaçların arkasında saklandım...’ diyerek çıkar ortaya”.

Türkiye sivil toplumculuğu ve özelde Müslümanların sivil toplumculuğunu özetlemek açısından bu hikaye çok özel bir anlam taşıyor. Baktığınız açıya göre iki farklı anlam bu hikâyede öne çıkıyor. Birincisi baba kaplumba-ğanın doğasına aykırı olduğu halde deniz kaplumbağala-rına özenerek hayatında bir kez de olsa deniz kenarında piknik yapma arzusu, diğeri ise yavru kaplumbağanın kendisine tevdi edilen görevi ve kendisinin istemeye istemeye de olsa kabul ettiği görevi ben sonucunun bu olacağını biliyordum diyerek yapmaması.
Kamunun yurttaşlarına karşı işlediği ya da işleyebileceği suçların karşılığı ancak kamuya kar-şı mücadele eden bir sivil toplum yapılaşmasıyla mümkündür.Hikâyenin analizine geçme-den önce Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesinin ya-pısına da değinmekte fayda var. Televizyon ekranlarında, radyolarda, gazetelerde sivil toplum örgütü temsilcisi sıfatıyla konuşanların ne ka-dar sivil toplum örgütlerini temsil ettiği, bu örgüt ve yapılanmaların ne kadar sivil olduğunun da değerlendirilmesi gerekiyor. Sivil toplum örgütlenmelerinin dünyadaki yansımalarına baktığınız zaman aslında tam adının ‘devlet dışı güçler’ olduğunu görürüz. Türkiye’de ise bu yapılanmalar tarif edilirken sivil toplum örgütlenmesi olarak çevrildiği dikkat çeker. Çünkü Türkiye’de devlet karşıtı olmak vatan haini olmakla eşdeğerdir.

Çalışma alanlarına baktığınız zaman ise görürüz ki sivil toplum örgütleri devlete kamu erk’ine karşı mücadele etmektedir. Kamu yurttaşlarının birbirine karşı işlediği suçları zaten kanunlarla, yasalarla bir şekilde çözmek-tedir. Ancak kamunun yurttaşlarına karşı işlediği ya da işleyebileceği suçların karşılığı ancak kamuya karşı mü-cadele eden bir sivil toplum yapılaşmasıyla mümkündür. Dolayısıyla kamu erkine karşı mücadele edebilmek için kamudan bağımsız olmak sivil toplum örgütü olmanın ilk şartıdır. İkinci en temel şart ise ortak insanlık değer-lerine yapılacak katkı dışında sivil toplum örgütü men-suplarının beklentilerinin olmamasıdır. Maddi beklen-tiler ve gelecek yatırımı yapılarak ve bizim söylemimizle Allah rızasının dışında beklentilerle sivil toplumculuk yapılamaz. Yapılırsa ya da yapılıyorsa bunun adı sivil toplumculuk değil, alış-veriş, ticaret ya da başka bir şeydir.

Geriye ne kaldı denildiğinde ise gerçek sivil toplum örgütlenmeleri gün yüzüne çıkar. Bunlar insan hakları örgütleri, tüketici örgütlenmeleri ve çevre örgütlenmeleridir.Buradan yola çıkarak tüm meslek örgütlenmelerini, tüm sendikaları, tüm partileri sivil toplum örgütü sahasının dışına zevkle itebiliriz. Çünkü adı sayılan ve sayılamayan bu yapılanmaların hepsi bir çıkar / beklenti sonucu kurulmuş ve bu çıkar ve beklentilerden beslenen bir yapıya sahiptir. Bu yapı-lanmalardan şu andaki fonksiyonlarını alırsanız ke-penklerini kapatırlar. Çünkü sistem tarafından beslenip sistemi beslemek üzere programlanmışlardır.
“Peki, o halde geriye ne kaldı” denildiğinde ise gerçek sivil toplum örgütlenmeleri gün yüzüne çıkar. Bunlar insan hakları örgütleri, tüketici örgütlenmeleri ve çevre örgütlenmeleridir. Bu yapılanmaların kendi içinde kötü örnekleri bulunabilir. Ancak bu kötü örnekler sivil toplum örgütleşmesinin kötülüğü anlamına gelmez. Bu apayrı bir konudur. Zira su-i misal, misal olmaz!

Ve artık kamu erki bizi de coplanacaklar listesine eklemişti.Şimdi ütopyalardan başlayarak hikâyemizi okuyalım... Bu ülke, başta bu ülkenin Müslümanları uzun zamandır sivil toplumculuk oynarken amaçlarını iktidar olmak olarak ortaya koydular. İnsan hak-ları ihlâlleri, çevrenin korunması ve sonraki nesillere sağlıklı nakli, üretici ve tüketici –alışveriş- sırasında yaşanan hak ihlalleri kimsenin umurunda olmadığı gibi akıllarına dahi gelmiyordu. Varsa yoksa siyasi iktidar olunacaktı ve siyasi iktidar bütün sorunları bir hokus pokusla çözerek cennet gibi bir ülke yaratacaktı. Değil miydi ki, o güne değin kamu erkinin copu kendilerine dönmemişti. Sokaklarda hak arayanlar, taleplerini dile getirenler örgüt üyesi olmakla, kullanıl-makla itham ediliyor, polisin sert tavrı bu halde anlaşılır ve haklı kabul edilerek içten içe seviniliyordu. Polis bu ülkenin polisi, asker bu ülkenin askeriydi. Üniforma ile ölenler şehit ve kamu külliyyen haklıydı.

Bu süreçte insanlar tek mücadelenin siyasi mücadele olduğu düşüncesiyle uzun süre pasif bırakıldılar. Herkes siyasi mücadelenin sonuna odaklanmıştı. Neler olabilirdi neler yapılabilirdi. Bunu görmeden siyasi mücadeleden umut eksiltmeye kimsenin gönlü razı değildi. Ve bu süreç beklenenden de daha kısa bir sürede sonuç verdi. Artık nur topu gibi bir 28 Şubat’ımız vardı. Başörtüsü eylemleri, sınava alınmayanlar, hastane kapılarından ko-vulanlar, sağlık hizmetleri görülmeyerek ölüme terk edi-lenler... Ve artık kamu erki bizi de coplanacaklar listesine eklemişti.

Bu sürecin aslında bir değişikliğe işaret olmadığı, sadece daha önce izin verilenler ve şimdi izin verilmeyenler gibi bir ayrımın sonucu olduğu çok yazıldı, çok çizildi. Bizi ilgilendiren kısım izin verenlerin ne yaptığı değil başından bu yana aslında gerçekliğine kendileri de tam olarak inanmadığı halde birileri tarafından enerjinin tek bir noktada kullanılarak sönümlendirilmesidir. Sadece bu meselede ya da siyasi alanda değil hayatın içinde daha pek çok alanda bu uygulamaya rastlıyoruz. Siirt’e 100 bin kapasiteli otomobil fabrikası açmak fikrinde de bunu açıkça görebiliyoruz. Almanya’da ki Türkiye Holding’leri ve bu holdinglere para kaptıranlar meselesinde de vaka aynı. İnsan enerjisi ütopyalar peşinde sönümlendirilmekte, insanların geleceğe ait beklentileri, enerji ve umutları bu ütopyalar sayesinde söndürülmektedir.

Öte yandan hayal kurmak insanın en olmazsa olmaz devinimidir. Hayal kurmaktan, hedefler belirleyip o hedeflere ulaşmak için çalışmaktan daha güzel ne olabilir. Hayal ve ütopya arasındaki çizgi önce bireyler tarafından ardından da kanaat önderleri tarafından dikkatlice değerlendirilmelidir.

Gelelim yavru kaplumbağaya!
Kendisine tevdi edilen görevi istemeye istemeye de olsa kabul eden yavru kaplumbağa bunun sonuçlarını da peşinen kabullenmiş demektir. Kendisine görev tevdi edilirken bu görevi alamayacağını, yapamayacağını söyleyemeyen ve ancak üstlendiği görevi bile isteye yüzüne gözüne bulaştıran yavru kaplumbağalardan ne kadar da çok var! Bu tür kaplumbağalar güzel günlerde sizinle birliktedirler. Basın toplantılarında, panellerde eylemlerde hep en önde dururlar. Ama işler ters gitmeye görsün gemiyi ilk terk eden bu tür kaplumbağalardır. ‘Biliyordum biliyordum...’ diye konuşurlar. ‘Böyle olacağını biliyordum.’

Bu tür kaplumbağalar iki kez tehlikelidir. Birincisi üstlendikleri görevi bile-isteye yapmaz ve fakat yapmayacaklarını da söylemeyerek sürecin uzamasına işin / görevin kesintiye uğramasına neden olurlar.

İkinci tehlikeleri ise, tez canlı ve terk edicidirler. Başarıyı görsel olarak algılar ve bu görsellik oluşmadığı takdirde acımasız eleştirilerde bulunarak gemiyi terk etme sinyalleri verirler.

Zararları sadece kendilerine değildir. Aynı zamanda moral yıkıcılık ve ümitsizlik yayarlar. Tez canlıdırlar. Kolay bağlanır ve kolay koparlar. Şıp sevdidirler. Bir kaç gün gönül eğlendirip sonra hevesleri kalmayınca kaytarmanın yollarını ararlar. Sivil toplumculuk onlar için hobidir. Boş zamanlarını değerlendirdiklerini düşü-nürler. Toplantılar, sivil toplum çalışmaları keyfe keder çalışmalardır. Katılarak lütufta bulunurlar, katılmazlarsa kimseye hesap vermezler. Zaten bu iş gönüllülük esasına dayalıdır. Onlara göre gönüllülük canı istediğinde, canının istediğini yapmaktan ibarettir...

Nasıl bir örgütlülük nasıl bir örgüt
Örgüt sözcüğünün sizi korkuttuğunu biliyorum. Bu güne kadar ne kadar kirli iş yapıldıysa, ne kadar çözülemeyen sorun varsa hepsini bu örgütler yapmıştır. Hangimizin anne babası üniversiteye giderken ya da Büyükşehir’e ekmek parası kazanmaya giderken kulağımıza eğilip derneklerden, vakıflardan uzak durmamızı tembihle-memiştir. Sadece bununla da bitmez sıladan gelen her mektubun en az 3–5 yerinde bu tembih tekrarlanmıştır.

Devlet kendini koruma refleksi olarak bu ülkede insan-ları her şeyden uzak tutmayı yeğlemiştir. Herkes her şey-den uzak durursa, kimse yapılanları sorgulamazsa, sor-gulandığında da had bildirildiğinde kimse tepki göster-mezse, sorun da kalmayacaktır. Türkiye yıllarca bu para-noyayla uğraşmış ve belki de bu yüzden Türkiye’de sivil toplumculuk bu kadar küçük ve çelimsiz kalmıştır. An-cak yavaş da olsa gün değişmektedir. Ve bu gün değişi-minde sivil toplum örgütlenmelerinin mecraı şekillen-melidir. Nedir bu unsurlar? Sivil toplum kuruluşlarını sivil toplum kuruluşu yapan özellikler nelerdir?

Sivil toplum kuruluşlarını sivil toplum kuruluşu yapan özellikler nelerdir?
Birincisi ve en önemlisi tam bağımsızlıktır. Maddi ve manevi anlamda tam bağımsızlık. Mad-di anlamda bağımsızlık çünkü borç alan emir de alır pren-sibiyle sivil toplum örgütleri yaptıkları ya da yapacakları çalışmalarda kamunun yardım ve desteğinden maddi anlamda uzak durmalıdır. Hem kamuya karşı mücadele edip hem de kamu kaynaklarıyla beslenmek hem ahlâk açısından hem de yapılan çalışmaların bereketi açısından zararlıdır.

Manevi anlamda bağımsızlık çünkü kendini kamuya / devlete borçlu hisseden, “devlet olmasaydı ben de olmazdım, olamazdım” diyen gelenekçi anlayıştan, “ben yoksam devlet de yok, ben olmazsam devlet de olmaz” diyen insanı önceleyen bir anlayış, vazgeçilmez ve elzemdir. Gelenek-çi yaklaşımın ikinci aşaması, kol kırılır yen içinde kalır
“Devlet olmasaydı ben de olmazdım, olamazdım” diyen gelenekçi anlayıştan “ben yoksam devlet de yok, ben olmazsam devlet de olmaz” diyen insanı önceleyen bir anlayış, vazgeçilmez ve elzemdir.anlayışıdır ki, bu yaklaşım sivil toplumcularca asla benimsenemez.

Sivil toplum kuruluşlarını sivil toplum kuruluşu yapan ikinci özellik, evrensel insan haklarıdır. Rengi, dili, dini ne olursa olsun mazlumdan ya-na zalime karşı bir çizgi sivil toplumculuğun olmazsa olmazlarındandır. Temellerini “hılf-ul fudul” örneğinden alan, kendisine rehber olarak insanlığın yüz akını ve onun eylemlerini seçen sivil toplumcular o ulu önderin çizdiği yolda yürüdüklerinin farkında ve bilincindedirler. Bu bilinç ve farkındalık, aslında atılan her adımın ibadet olduğu bilinci ve farkındalığıdır.

Üçüncüsü kişisel çıkar ve beklenti içinde olmaksızın insanlığın iyiliğini istemek ve insanların iyiliği için elinden gelen tüm gayreti göstermektir. Sivil toplumcu yapmış olduğu çalışmalardan rant elde etmeyi düşün-mez, düşünemez. Yapmış olduğu çalışmaları gelecek ve çıkar beklentileri üzerine bina etmez, edemez.

Daha genel bir sınıflandırma yaparsak; gerçek sivil toplumcu yapacağı çalışmaları geçmişten alınmış bir ödev ve gelecek nesillere bırakılacak bir borç olarak okur. Başarıyı görsel temellerle ya da matematiksel verilerle açıklamaz. Aksine doğru olanın, doğru zamanda, gerekirse herkese karşı haykırılması olduğunu düşünür. Sivil toplum mücadelesini hobi olarak değil, sorumluluk olarak kabul eder. Sivil toplum mücadelesi, bile-isteye yüklenilen ve sonuçları baştan kabullenilen bir görevdir. Sivil toplum mücadelesi verenler boş zamanlarında sivil toplumcu olmazlar, bu mücadele için zaman, emek ve
Biz sivil toplum mücadelesini hobi olarak değil, sorumluluk olarak kabul ediyoruz.para ayırırlar. “Ben olmasam da olur” diye düşünmezler, “Ben olmasam da işler yürür ama işleri ben yürütmeliyim” diye düşü-nürler. Sorun çözerler sorun olmazlar. Hesap sorarlar ve gerektiğinde hesap verirler. Gönüllüdürler yani gönülden verirler. Canı istediğinde değil can-ı gönülden çalışırlar.

Son söz! Bu şekilde bir örgütsel yapı kurulabilir mi? Kanaat önderlerinin bilerek veya bilmeyerek sabote etmediği, sırtını yalnızca ve yalnızca gerçeğe dayayan bir örgütsel yapı mevcut mudur? Kişisel çıkar ve beklentilerin hesaplanmadığı, ortak insanlık değerlerini yüceltmek ve korumak adına mücadele veren, hakların verilen değil, alınan / kazanılan değerler olduğunu düşünen, karşısındaki kim olursa olsun merhamet dilenmeyen bir örgütsel yapı kurulabilir mi?

Belki de kurulmuştur. Ve belki de size, sizden daha yakındır!

Üstün Bol

Hiç yorum yok:

tagore