16 Mart 2011 Çarşamba

Bugün Günlerden Halepçe


Yıl 1988 İran-Irak savaşının en cafcaflı zamanları. Halepçe İran Irak sınırında bir yerleşim bölgesi... İran ordusu Irak topraklarında ilerlemeye başlıyor…

Saddam Hüseyin İran ordusunun ilerlemesini durdurmak için Kuzey Cephesi Komutanı Ali Tıkriti’yi görevlendiriyor. Bu isim hepinize tanıdık gelmiş olmalı…

İkinci körfez savaşından sonra yakalanarak idam edilen bildiğiniz Kimyasal Ali!

Saddam Hüseyin ve Kimyasal Ali’nin emri ile savaş uçakları Halepçe’yi bombalıyor.

Resmi rakamlara göre beş bin Kürt; çocuk, kadın, yaşlı demeden katlediliyor. Yedi bin Kürt yaralanıyor. Ölen ve yaralanan İran askeri sayısı hiçbir zaman sağlıklı olarak tespit edilemiyor. Saldırıdan haftalarca sonra Halepçe’ye girebilen bağımsız kaynaklar ölü ve yaralı sayısının açıklananların çok üzerinde olduğunu belirtiyor.

Şiwan Perwer Halepçe için insanın içini acıtan bir ağıt yakıyor.



Saldırı sonrasında bölgede yaşayan on binlerce Kürt her şeyini bırakarak Türkiye sınırına dayanıyor. Kar-kış, çamur derken doğa şartlarına yine yeniliyor, yine ölüyor bölge halkı…

Halepçeye giren ilk basın mensuplarından biri Ramazan Öztürk... Ramazan Öztürk’ün ogün çektiği, babasının kucağında ölen çocuk fotoğrafıyla zihinlere kazındı Halepçe katliam. Şöyle diyordu Ramazan Öztürk Halepçe de gördüklerine ilişkin:

"Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hâkimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine...

Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı.

Bazıları ise, su birikintilerinin başında ölüvermişlerdi. Bunlar da, kimyasal gazların yaktığı vücutlarını suyla ıslatarak kurtulmaya çalışanlardı. Toplu cesetlerin arka planında, otlarken yine zehirli gazın etkisiyle telef olmuş ve vücutları şişmiş hayvanların görüntüsü göze çarpıyordu. Kısacası, bomba isabeti almış birkaç binanın dışında her şey yerli yerindeydi, ama bütün canlılar ölmüştü."

Şimdi önümde Halepçe’de katledilen insanların fotoğraflarından oluşan İngilizce bir albüm var. Küçücük çocuklar, yaşlı kadınlar, su kenarlarında yığılmış genç kızlar annesinin babasının kucağında bebekler. Şişmiş hayvanlar, kimyasal gazın etkisiyle yüzleri tanınmaz hale gelmiş insanlar.

Bütün bunlar deriye, göze, boğaza, akciğere, sinir sistemine ve solunum sistemine büyük zararlar veren hardal gazı denilen kimyasalın marifeti…

Elimdeki fotoğraf albümü İran’lı fotoğrafçıların Halepçe’de çektikleri fotoğraflardan oluşturulmuş. Albüm Halepçe katliamına ilişkin bir sergide, İstanbul’da imzaya açılmış. Şimdi hep birlikte Fotoğraf albümü üzerine elyazısı ile yazılmış ve imzalanmış metinleri okuyalım. Farklı cephelerden tanıdık bildik insanlar bakın Halepçe için nasıl bir araya gelmişler, nasıl birlikte hüzünlenmişler…

Ve dileyelim başka halepçe olmasın… İnanamasak da dileyelim…

Yücel ÇAKMAKLI / Yönetmen
“Bu olayı tv ve basından takip ederken çok azap çektim. Albüme bakmaya tahammülüm yok… 12.8.1988

Mehmet METİNER / Gazeteci
Halepçe sokaklarında boylu boyunca yatan o insanların yerinde biz de olabilirdik. Halepçe hepimize, tüm insanlığa yönelik bir katliamın resmidir. Müslüman Kürt Hiroşiması olarak nitelendirebileceğimiz bu katliamı nefretle kınıyorum; bu katliam karşısında suskun kalmayı tercih eden veya gerekli tepkiyi göstermeyen Müslüman olsun - olmasın herkesi de kınıyorum. 13 Ağustos 988

Hasan AKSAY / Eski Adalet Bakanı
En yüce olarak yaratılan insan’ın Allah ve ahiret inancına ulaşamayınca nasıl “Hayvandan da aşağı” bir duruma düştüğünü gösteren, insanlık tarihinde birçok olay vardır. Ancak Esad’ın Hama, Humus katliamı, İsrail’in Sabra ve Şatilla vahşeti ve Saddam’ın Halebce cinayeti vahşette kırılan yeni rekorlardır. Çağımız insanını derin ızdıraba düşüren, vicdanları kan gölüne çeviren hadiselerdir. İnsan olarak ayakta kalabilmek için bunları lanetlemek ve bu yolda bir şeyler yapabilmek için çalışmak şarttır.

Münür AYDIN / SHP Beyoğlu ilçe Başkanı
“Çocuklar öldürülmesin, şekerde yiyebilsin” Büyük ustanın sözlerine ekleyeceğim tüm insanlar öldürülmesin.

Ercan KARAKAŞ / SHP Milletvekili
Amaç silahsız bir dünya olmalı… İnsanlar barış ve dayanışma içinde yaşamalı…



Cafer SOLGUN / Yazar



Savaşsız, sömürüsüz, barış içerisinde bir dünya için… Ezilen dünya halkları elele…



Aziz NESİN / Yazar



Salt kimyasal silahlara değil… salt Halepçe’deki facia’ya değil… Kimyasal, çekirdeksel, konvansiyonel her türlü silahlara ve silahlanmaya hayır! Salt Halepçe’de değil, dünyanın her yerinde savaşa hayır! Halepçe, bu “hayır” ın acılı gerekçelerinden biridir. 17.8.1988



Erol KAYA / Eski Pendik Belediye Başkanı



Zulmün her türlüsüne dur demek için bütün insanlığı ve insanları barışa ve huzur dolu günler için daha çok çalışmaya davet temenni ve dua ile. 19.8.1988



Hüseyin HATEMİ



Zalimler ergeç işin neye varacağını, ne hale gireceklerini bilecek, ve göreceklerdir. Saddam da Kur’an-ı Kerim’in bu hükmü dışında değildir. Halebçe unutulmasın zalimlere bu gibi zulümler için meydan verilmesin!



Ali BULAÇ / Yazar



Nikaragua’da bir batılı gazetecinin burnu kanadığında dünyayı ayağa kaldıran, her Allah’ın günü insan hakları, barış, özgürlük ve demokrasi gibi lafları dillerinden düşürmeyen tüm dünyanın iki yüzlü hümanist havarilerine, masumken haksız yere katledilen Halepçe halkının bu utanç verici manzaraları ithaf olunur. Allah mustazaf halklaı önder kılacaktır. 24.8.1988



Recep Tayip ERDOĞAN



Çocuklar… Analar… Babalar…

Hiçbir müdafaa imkanı olmayan mazlumlar. Egemen güçlerin vahşi emellerine kurban edilen binlerce masum insan… müstekbirlerin karşısında mustazaflar…

Akıtılan kanlar… duyulan aahhlar… zalimlerin boğulacağı son olacaktır. “her kamlin zevali yakındır”. Şerrin de, zulmünde bir kemali vardır. Bu tablo o anı tespit etmektedir. Müjde . .. ızdırabımızda, gözyaşımızda düğümleniyor. Zafer bu tabloların arkasından “azizün züntikam” ile tecelli edecektir.30.8.1988



Emre KONGAR



Savaşın her türlüsü, her yerde, her zaman mide bulandırıcı.17.8.’98

4 Mart 2011 Cuma

HOŞÇAKAL GÖZÜM, HOŞÇAKAL



Birkaç gün oturamadım bilgisayarın başına. Parmaklarım klavyeye dokunmak istemedi.

1990’dan 2011’e kadar yaşadıklarım birer birer geçti gözlerimin önünden.

Orta şiddette sol’cu bir ailenin çocuğuydum.
Etrafımda herkes için Erbakan bir karikatür figüründen ibaretti. “Kadayıfın altı”yla başlardı bütün sözler, “Sizi gidi sizi”yle biterdi. İtiraf ediyorum ben de bu zamanlarda saygısızca andım Erbakan adını.

Sonra üniversite yıllarımda bir konferansla tanıştım Necmettin Erbakan’la. Aydın Dumanoğlu bütün siyasi partilerin genel başkanlarını getiriyordu konferanslara. Doğu Perinçek’ten, Mesut Yılmaz’a; Necmettin Erbakan’dan, Alparslan Türkeş’e bütün parti liderleri konuşuyordu.

Alparslan Türkeş geldiğinde salonda ayağa kalkmayan iki kişiydik. İsmail Hıdır ve ben. Bol Türk soslu bir konuşmaydı. O zamanlar Türklükle sıkıntısı olmayan ben için bile rahatsız edici bir Türk vurgusu vardı. Çıktığımda neden sinemaya gitmediğimizi düşünmüştüm.

Erbakan geldiğinde de ayağa kalkmadım. “Sen bilirsin” demişti İsmail. Herkes ayaktaydı, İsmail de ayaktaydı ve coşkuyla alkışlıyordu. Kendimi çok yalnız hissettiğim, en yalnız hissettiğim zamanlardan biriydi. Sonra dışarı çıktık İsmail’le, KTÜ’nün çiçekli kampüsünde uzun uzun yürüdük.

Ne düşündüğümü sordu… Fena değildi dedim, komik bir adam. Erbakan hoca bir fıkrayla bitirmişti konferansını. Bilenler bilir, anlatacak değilim. “Mesele basit gebereceksiniz” daha sonra defalarca anlattım bu fıkrayı…

Etkilenmiştim, ama bunu kendime itiraf etmem 1,5 yılımı alacaktı. İsmail’e ise ogün bugün zafer mutluluğu yaşatmak istememiştim…

Kredi Yurtlar Kurumunda kalıyordum. Yurtta mescit yoktu. Gökhan, ütü masası üstünde bağlamasıyla “şafak türküsü” nü söylerdi. Sonra bir gurup takkeli/sarıklı adam gelir koridor boşluğunda namaza dururdu. Susardık, namaz bitince yeniden başlardık Ahmet Kaya söylemeye. Kızardım ve neden mescitte kılmıyorlar derdim, mescit olmadığını bilmiyordum daha…

Ailemdekiler hala bir eğlence motifi olarak değerlendiriyordu Erbakan adını. Ve bendeki değişim giderek can sıkıcı olmaya başlamıştı. Ben değiştikçe, onlar hiddetlendiler. Ben sevdikçe onlar nefret ettiler.

Okuduklarım değişti önce, okudum, çokça okudum o dönem. Şimdi zaman kaybı olarak gördüğüm okumalarımda oldu. Okulum uzadı, ev arkadaşlarım koridorda namaz kıldığı için kızdığım insanlardı artık. “Huzur Evi” deniyordu. Bizden öncekiler, bizden sonrakiler için hep bir efsaneydi “Huzur Evi”.

Seçim zamanlarıydı, miting zamanlarıydı. Anket yapılacaktı, bayrak asılacaktı, rakip partilerin programları izlenecekti.

Çıkılmadık elektrik direği, afiş yapıştırılmamış duvar kalmamalıydı… Öyleydi o zamanlar. Daha anket şirketleri çıkmamıştı ortaya. Bilboardlar yoktu. Profesyonel afiş yapıştırıcılar türememişti etrafımızda.

Şikâyetimiz de yoktu! İyiydi her şey, güzeldi…
Sonra “Huzur Evi”nde Refah Partisinin kapatılmasını izledik gözyaşları ve küfürler eşliğinde- ki küfürlerim hala bakidir ve pişman değilim-.

Hepimiz Erbakan hocanın ağzından çıkacak bir kelimeye bakıyorduk. Küçük bir işaret sadece, bir ipucu! Hepsi bu…

“Yaşananlar tarihin akışı içerisinde küçük bir noktadan ibarettir” nokta. Ağlamaya devam ediyoruz ama bu sefer kızgınlıkla karışık bir ağlamak bu…

Sonra büyüdük hepimiz ve bunun nasıl olduğunu anlamadık. Kendimize geldiğimizde hepimiz evlenmiş, iş güç sahibi olmuştuk.

Hocanın yanındakilere artık yeter diyorduk. Artık kızıyorduk Hoca’ya. Keşke öyle yapmasa, keşke bunu söylemese, şu adamlarla ittifak lafı etmese…

Ama bütün bu zamanlarda bile Erbakan baş tacımızdı. Onu biz eleştirirdik ama başkasına bırakmazdık! Başkası konuşamazdı Erbakan hakkında…

Sabahın beş buçuğunda Fatih camiinin avlusundan geçerken, ıslak zemin üzerinde namaz kılıp dua edenleri izlerken…

Sonra Malta kapısından, Fevzi paşadan, Akdeniz caddesinden taşan insanlara bakarken tüm hatıralar canlandı gözlerimin önünde. Yıllar önce Hamidiye’de elini öpüp, sonra elini yeniden öpmek için sıraya girdiğimde “seni gidi seni” diyerek gülümseyen Erbakan kalacak hafızamda…

Sonra, uzun zamandır bir araya gelemeyen “Huzur Evi” efradını cenazen için bile olsa bir araya getirişin…

Zafer abi aramızda olmasa da, “Huzur Evi”ni terk etse de erkenden, biliyoruz ki, ahiret yurdunda karşılayacak oda seni.

Sevdiğim insanlar öldüğünde Ahmet Kaya dinlemek gibi arızalarım var benim.
Zafer abi öldüğünde de yüksek sesle defalarca dinlemiştim, Hoşçakal Gözüm’ü…

“Elimde değil, susamıyorum.”

Hoşçakal gözüm, hoşçakal!

tagore