29 Aralık 2008 Pazartesi

ey yahudi


Sezai KARAKOÇ / Diriliş Sayı 1 Yıl 1969.

Nihayet Mescid-i Aksa’yı da yaktın ey yahudi
Asırlardır insanlığın ruhunu yaktığın gibi ey yahudi
Aya çıkarak göğe çıktığını sandın ey yahudi
Göğe çıktığına inanır inanmaz
Büyük Peygamberin göğe çıktığı yeri yaktın ey yahudi
Mescid-i Aksa’yı yaktın ey yahudi
Daha doğrusu yaktığını sandın ey yahudi
Senin yaktığın gökteki Mescid-i Aksanın ancak
gölgesidir ey yahudi
Senin yaktığın Mescid-i Aksanın ruhu değil,
Taş, toprak ve ağaçtan işaretidir ey yahudi
Ölüler gibi donmuş bizlere de
Belki Mescid-in ateşinden bir köz düşer de
Buzlarımız çözülür ey yahudi
Sen vaktiyle peygamberlere ihanet ettiğin gibi
Şimdi de
Onların en büyüğünün miraca çıkış noktasına
Göğe yükseliş noktasına ihanet ettin
Sen asıl kendi kurtuluşuna ihanet ettin
Mescid-i Aksanın ruhu yakılmaz
Yakılan ancak taş ve topraktır
Sen asıl kendini yaktın ey yahudi

Sen ancak kendi ruhunu ateşe attın
Cehennemleştirdin kendini ey yahudi

Kudüs’ü aldıktan sonra
Gazzede yapmadığın işkence kalmadıktan sonra
Demek Mescid-i Aksayı da yaktın ey yahudi
Utanmazlığını en son uca çıkardın
Tanrıdan çekinmediğini
İnançsızlığını
Kara yürekliliğini
Zulüm aşkını
Bir kere daha ilan ettin

Hakettiğin cezayı en şiddetli bir şekilde çekeceksin
ey yahudi
Sen kutsal Kudüs’ün ruhuna ihanet ettin
Peygamberlerin dediği bir kere daha olacaktır.
Sana haber verilen cezalar bir kere daha gelecektir
başına
Sen Süleyman Peygamberin ruhunu incittin ey yahudi
Davut Peygamberin ruhunu sarstın ey yahudi
Zebura ihanet ettin ey yahudi
Tevratın ve Zeburun
Musanın Davutun Süleymanın
Ve bütün kitapların ve bütün peygamberlerin
Gelmesini bekledikleri
Geleceğini haber verdikleri
Ve bütün kitapların ve bütün peygamberlerin
Evrene, insana, yere, göre ışık saçan
Büyük Peygamberin ayak bastığı yere
İmam olup bütün peygamberlere
Namaz kıldırdığı yere
İhanet ettin, aklınca hakaret ettin ey yahudi
Hakettiğin cezayı en şiddetli bir şekilde
çekeceksin ey yahudi
Büyük Peygamberin haber verdiği gibi
Sen cezanı çekerken
En vahşi taşların arkasına saklansan bile
Taşlar olduğun yeri haber verecek
Çünkü sen taşı bile yakacak kadar kinlisin ey yahudi
Sana hiç bir zarar vermemiş bir ümmet için
Sıkıştığın her sefer seni kurtaran
Seni koruyan
Acımasından ötürü senin kendisine sığınmanı
kabul eden
Kerim, cömert, mert bir ümmet için
İnsanlığın son ümidi bir ümmet için
En büyük kini duymaktasın
O fakir de olsa uludur
O mazlumdur
Sen onun ululuğunu ve mazlumluğunu, hakikat
taşıyıcılığını kıskanıyorsun ey yahudi
Bir gün gelecek azgınlığın sona erecektir
Kutsal Kudüs kurtulacak
Mescid-i Aksayı bu ümmet altından ve zebercetten
ve yakuttan
Yeniden yapabilecek bir kudrete erecektir
O gün Tanrının azabı senin için şiddetli olacaktır
Biz istesek bile seni ondan kurtaramıyacağız ey yahudi
Bize bu yapılanı yapan sen değilsin
Biz kendi cezamızı çekiyoruz
Sen de bir gün kendi cezanı çekeceksin ey yahudi
Sana yeryüzü lanet edecektir
Sana gökyüzü lanet edecektir ey yahudi
En kısa zamanda tövbe yolunu tutmazsan ey yahudi

27 Aralık 2008 Cumartesi

haberdir monşer, haber…



ne boş bir dünya, ne kadar anlamsız bir yaşam…

çapımız kimin belediye başkan adayı yapılacağı kadar.

hayat ne kadar acımasız oysa…

bizim dışımızda yaşanan acılardan ne kadarda uzağız.

gerçek hayat, televizyon ekranlarından zihnimize akıtılan pembe dünyadan çok farklı.

“hangi alışveriş merkezinde hangi ürünün fiyatı kaça”dan başka bir yaşam var…

çocuğumuzun yeni aldığımız oyuncağından, çalışmayan video kameramızdan,

bozulan telefonumuzdan, “başkan kaybederse işimizden olur muyuz abi?” den daha sahici bir dünya…

hayat dediğim ölüm aslında.

hergün ölebilme ihtimaliyle yaşayan, üstelik ölebilme ihtimaliyle savaşmayan...

tekil ölümlere alışığız biz.

her gün trafik kazalarında üçer beşer ölüyoruz zaten.

her ölüm bir kıyamettir.

biz başkasının kıyametini çekirdek çıtırdatırken izleyebiliriz ekranlarda…

155 kişinin ölmesi haberdir oysa.

üstelik 155 kişi aynı anda ölüyorsa, adam köpeği ısırmış demektir.

beylik sözlerimiz var bizim, beylik tabancalarımız gibi.

155 kişi birden öldürülünce çekip saydırıyoruz birer birer…

ister klavye başında, ister kamera önlerinde…

şimdi tam, “çarşaf boykot listesi” yayınlama zamanı…

boykot sözü prim kazandırır şimdi kimi kurumlarımıza.

155 kişi ölmüşse, üstelik bir seferde…

bu boykot edilmesi gereken bir şeydir.

insanlar arasıra sırtlarının pışpışlanmasını ister.

siyonist başı, “tüh yanlışlık oldu” der birazdan.

global çetenin elebaşları bm’si nato’su, abd’si ingiliz’i şiddetle kınar saldırıyı.

“yapma yahudi, teröristlerinde hakları var ama değil mi?”

“hah hah ha! olmasın bidaha!

“olursa da haber değeri olmasın be birader… ha, ne dersin.?”

“hadi hemen kurun şu siyonist devleti de, gelsin isa…”

“israil barışa darbe vurdu" ha?

daha öncede oldu be monşer...

tamam… geçti…


şimdi bütün beylik tabancalarınızı sokun kılıfına…



CYRANO

27.12.2008

26 Aralık 2008 Cuma

gazel

Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Urma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne

Rîze-i elmâs eker her açtığı zahma o şûh
Lûtfu var olsun eder ihsân ihsân üstüne

Dilde gam var şimdilik lûtfeyle gelme ey sürûr
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne

Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete
Dehr gösterdi yine hicrân hicrân üstüne

Hem mey içmez hem güzel sevmez demişler hakkına
Eylemişler Râsih’e bühtân bühtân üstüne


Râsih Bey




Ey sevgili! Gözlerini süzme ki, kirpik kirpik üstüne gelmesin; böylece bağrımda (gönlümde) açtığın yaraya ok üstüne ok atmış olma (üst üste kirpikler; üst üste ok demektir).

Sevgili, açtığı her yaraya elmas tozu ekiyor. Lutfu var olsun; (aşıkına) ihsan üstüne ihsanda bulunuyor (Sevgilinin birinci ihsanı aşıkının bağrında açtığı yara, ikinci ihsanı da o yaranın kapanmasını engelleyen elmas tozudur).

Ey sevinç; gönlümde gam var, şimdilik lutfeyle sen gelme. Çünkü bir evde misafir üstüne misafir uygun düşmez (gam gibi değerli bir misafir var iken sevinci ağırlamak mümkün değildir ki!).

Sevgiliden ayrı kalmıştık, bir de gurbetlere düştük. Felek bize hicran üstüne hicran gösterdi vesselam (birinci hicran sevgilinin ayrılık azabı, ikincisi de gurbet elemidir).

Rasih için "Hem içki içmez, hem güzel sevmez!" demişler. Zavallıya iftira üstüne iftira atmışlar


meksika sınırı 7 kuzucuk

19 Aralık 2008 Cuma

herkes biliyor


herkes biliyor, zarların hileli oldugunu
herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken
herkes biliyor, savaşın bittiğini
herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini
herkes biliyor, dövüşün hileli oldugunu
fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir
hep böyle gider
herkes biliyor

herkes biliyor, geminin su aldıgını
herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini
herkeste bu buruk duygular
sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi

herkes ceplerine konuşur
herkes bir kutu çikolata
ve uzun bir gül ister
herkes biliyor

herkes biliyor, beni sevdigini bebegim
herkes biliyor, gercekten sevdigini
herkes biliyor, sadık oldugunu
bir iki akşam eksik,fazla
herkes biliyor, ihtiyatlı oldugunu
ama tanışman gereken o kadar cok insan vardı ki
giysilerin olmadan
ve herkes bunu biliyor

herkes biliyor,herkes biliyor
hep böyle gider
herkes biliyor

herkes biliyor, ya şimdi ya asla
herkes biliyor, ya ben ya sen
herkes biliyor, senin sonsuza dek yaşadıgını
ve sen bir iki replik okudugunda
herkes biliyor anlaşmanın çürük oldugunu
yaşlı kara joe hala pamuk topluyor
senin kurdelaların ve omuzlukların için
ve herkes biliyor

ve herkes biliyor, salgının yaklaştıgını
herkes biliyor, hızlı hareket ettiğini
herkes biliyor, çıplak adamın ve kadının
sadece geçmişin parlayan birer kalıntıları oldugunu
herkes biliyor, sahnenin öldüğünü
ama yatagında bir sayaç olacak
açığa vuran
herkesin bildiği şeyi

herkes biliyor, başının belada oldugunu
herkes biliyor, neler yaşadıgını
calvarynin tepesindeki kanlı çarmıhtan
malibu sahillerine kadar
herkes biliyor, parçalara ayrıldıgını
bu kutsal kalbe son bir kez bak
patlamadan önce
ve herkes biliyor

herkes biliyor,herkes biliyor
hep böyle gider
herkes biliyor






Everybody Knows


Everybody knows that the dice are loaded
Everybody rolls with their fingers crossed
Everybody knows that the war is over
Everybody knows the good guys lost
Everybody knows the fight was fixed

The poor stay poor, the rich get rich
That's how it goes
Everybody knows

Everybody knows that the boat is leaking
Everybody knows the captain lied
Everybody got this broken feeling
Like their father or their dog just died

Everybody talking to their pockets
Everybody wants a box of chocolates
And a long stem rose
Everybody knows

Everybody knows, everybody knows
That's how it goes
Everybody knows

And everybody knows that it's now or never

Everybody knows that it's me or you
And everybody knows that you live forever
Ah when you've done a line or two
Everybody knows the deal is rotten
Old Black Joe's still pickin' cotton
For your ribbons and bows

And everybody knows

And everybody knows that the Plague is coming
Everybody knows that it's moving fast
Everybody knows that the naked man and woman
Are just a shining artifact of the past
Everybody knows the scene is dead

But there's gonna be a meter on your bed
That will disclose
What everybody knows

And everybody knows that you're in trouble
Everybody knows what you've been through
From the bloody cross on top of Calvary

To the beach of Malibu
Everybody knows it's coming apart
Take one last look at this Sacred Heart
Before it blows
And everybody knows

Everybody knows, everybody knows
That's how it goes

Everybody knows

Oh everybody knows, everybody knows
That's how it goes
Everybody knows

Everybody knows

-- Leonard Cohen & Sharon Robinson


çeviren: sinan çakır
çalıntı: http://mefe.com/
fotoğraftaki yakışıklı mehmet efe. hem şiir, hem fotoğraf mefe.com adresinden alındı.
hem şiir fotoğrafa, hem fotoğraf şiire çok yakışıyor...
(Ü.B.)

18 Aralık 2008 Perşembe

MEKSİKA SINIRI


Hep bir Meksika sınırım olsun isterdim,
alamancı komşumuzun siyah beyaz tevesinde
kovboylar hep Meksika sınırına giderdi
kimse dokunamazdı sınırı geçtiler mi
Meksika sınırı isterdim en sevdiğim şairlere
hep hapiste olurlardı nedense
Hapis yatmış olurdu yoldaşım gönüldaşım
saf tutmak istediğim namazda omuz omuza
hapse düşersin derlerdi
tutup ciğerimden yazsam
en sevdiğim filim artisi
hapsi boylardı illaki
filmin en güzel yerinde
Camimizin imamı
edebiyat öğretmeni
Meksika sınırımız olmadığından belki
ortasında dururlardı
en canalıcı lafın
bir damar kabarırdı cümlelerinde
meksika sınırı olsaydı Türkiyem’in
ondokuz yaşımda sevdiğim kızla
atlar geçerdim sınırı kimse dokunamazdı
yerine Gayrettepe’de dayaklar yedim
günlerce uyutmadılar siyasi şubede
Şimdi
Meksika sınırına iki saat mesafede
tekrarlayıp duruyorum kendi kendime
bir Meksika sınırı lazım her memlekete
Meksika’nın kendisine de

Mehmet Efe


çalıntı: http://ddervish.blogcu.com/meksika-siniri-mehmet-efe_20641361.html

8 Aralık 2008 Pazartesi

Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül'e Açık Mektup



Sayın Cumhurbaşkanımız,

17 aydır kalın duvarlarla dünya ile bağlantısı kesilen Gazze son bir aydır elektrik de verilmemesi sonucu adım adım bir soykırıma doğru gidiyor. Hastahanelerin yaşam destek üniteleri çalışamıyor. Fırınlar ekmek üretemiyor. Mısır'ın da sınırını kapattığı Gazze halkı yiyecek ve ilaç bulamıyor.

Gazze yalnızlığa mahkum edildi ve gücünün son sınırına vardı. Bütün dünyanın gözleri önünde yeniden dev bir Auschwitz yaşanıyor. Bizler bu felakete sessizce tanık olmayı seçen tüm dünya halklarının ve onları temsil eden yöneticilerin vicdanına sesleniyoruz: Gazzeliler, hangi suçlarından dolayı öldürülüyor, aç bırakılıyor, işkence ediliyor ve en hayati ihtiyaçlardan bile mahrum ediliyorlar. Nüfus yoğunluğunun korkunç olduğu, devasa bir tutukevinde tel örgüler içinde tutulmayı haketmek için ne yaptılar?

Yeniden bir Srebrenitsa ve Auschwitz yaşamak istemiyoruz. Üstelik bu defa felaket gözlerden uzak ve beş on gün içerisinde değil, hepimizin gözü önünde ve aylarca süren bir zulümle geliyor. Bu utancı ve vicdan azabını milletçe yaşamamamız için lütfen Gazze'ye sahip çıkınız.

Sayın Cumhurbaşkanımız, aşağıda imzası olan bizler Gazzelilerin bu acımasız kıyımdan kurtulabilmesi için acilen diplomatik girişimlerin başlatılmasını ve Gazze halkının temiz su, ilaç ve diğer temel ihtiyaçlarının sağlanabilmesi için Mısır sınırının açılmasını, bu amaçla Türkiye'nin Mısır Hükümeti ile iletişime geçmesini talep ediyoruz.

Saygılarımızla

İmzalar için: bulusankadinlar@yahoo.com

20 Kasım 2008 Perşembe

HEY GİDİ GENÇLİK...

yaşlanıyor muyum ne?
bu şarkı benim çocukluğumun şarkısı..
geçen gün radyoda dinlemesem bir daha aklıma düşmezdi belki.
işe gelip yutuğba dan indirttim çocuklara.
saçlarımın beyazlaması veya önden arkadan dökülmesi hiç yaşlılık hissi vermemişti bu güne kadar.
niyeyse bu şarkı "yaşlandın aslanım" diyor.
sadece bu olsa iyi.
ikinci gün radyoda bu şarkı çaldı bu sefer..."lasciatemi cantare"...
onuda indirttim.
oda gençliğimi hatırlatıyor bana.
sonra turgut yılmaz'ın "sokak lambası" nı hatıradım ustura da müptelası olduğum bir karakterdi.
şimdi geçen gün cafcafta gördüm "yalnızlar rıhtımı'nı çizmeye başlamış.
ey ruh geldiysen üç defa vur,
ya da bas git!
ölmicekmiyiz sanki...




11 Kasım 2008 Salı

Lasciatemi cantare..

Modern Bir Hurafe: Sevgililer Günü!


Alışveriş merkezlerinde standlar açılacak. Gençler, çocuklar, birbirlerini sevdiklerini yazıp küçük kâğıtlara, bu standlara asacak. Gül satışları artacak. Sadece bu gün için üretilen hediyeler, sadece bu gün için düzenlenen organizasyonlar olacak. Kimi menüsünü değiştirecek lokantasının, kimi sadece bugün için bütün vitrin tasarımını yenileyecek. Gözün görebildiği her yer beylik cümlelerle donatılacak. Gazeteler, televizyonlar en ilginç, en medyatik sevgililer günü kutlamasını haber yapacak. Mahallenin üzerinden helikopterle çiçek atanından, boğaz köprüsünde ilanı aşk! edene kadar ne kadar aklı evvel varsa ser-hoş olacak.

Gün bitip sabah olduğunda, hatta hazırlıkları bir hafta-on gün önceden başlayan sevgililer günü hurafesi bittiğinde kapitalizm / kapitalistler yine avuçlarını ovuşturacak. Sömürü çarkının birinin bitmesine üzülürken, yenisinin başlayacağı günü düşünerek umutlanacaklar. Kabarık kredi kartı hesaplarıyla, hesapsız bir hayatın arkasından yine bakakalacak birileri. Kredi kartının limiti kadar itibar görenler, aldıkları hediyenin ederi kadar sevilecekler.

Küresel Bir Oyun / Küresel Bir Sömürü Çarkı

Bankalararası Kart Merkezinin (BKM) verilerine göre Türkiye’de 33 milyon kredi kartı var. Banka kartı sayısı ise 54 milyon civarında. Kredi kartları hem işlem hacmi, hem de işlem adedi açısından banka kartlarına fark atmış durumda. Kredi kartlarının nakit çekim olanağı sağlaması bunda en önemli etkin belki. Banka kartlarının sadece hesapta para varken kullanılabilmesi ve nakit para gibi kullanılabilmesi düşük kullanımın nedenleri arasında.

Kredi kartları ile tüketim psikolojisi arasında doğrudan bir ilişki var. Hatta kapitalizmin “kapitalizm” olmasında en önemli adımın kredi kartları buluşu olduğunu iddia edenler bile var. Bugün yaşadığımız “Üretme - Tüket.”, “ Tüket – Sorgulama” mantığının ana gerekçesi de bu.

Aklı başında herkes sistemin periyodik tüketim günleri ihdas ettiğini, bu günlerde bilinçsizce tüketimi televizyon ve gazeteler yolu ile yaydığını, bu tüketim günlerinde kredi kartıyla da alışveriş olanağı sağlanarak “paran yoksa da harca” düşüncesinin toplum genelinde hakim kılındığını kabul ediyor.

Şöyle bir düşünün: sevgililer günü, anneler günü, babalar günü, doğum günleri, öğretmenler günü, hemşireler günü, milli bayramlar ve hatta dini bayramlar tüketim psikolojisinin argümanı olarak kullanılıyor.

Bize diyorlar ki; sevdiklerinize sevginizi aldığınız hediyeler ile ispatlayın, hediyenin markasını söyle beni ne kadar sevdiğini söyleyeyim! Pahası aslında ambalajından daha az tutan bu hediyeleri sokaklarda, caddelerde ellerinizde taşıyarak global sermayenin ayaklı reklam panoluğunu yapın.

Bize diyorlar ki; annelerinizi, babalarınızı, sevdiklerinizi yılda bir kez hatırlayın. Bize diyorlar ki; karşınızdaki size, aldığınız hediye kadar değer verir, siz karşınızdakine aldığınız hediye kadar değer veriyorsunuz.

Global Çetelere Hayır!

Küresel kapitalist hegomanya yılı periyodik dilimlere bölerek her dönem için tüketim günleri ihdas ediyor. Üretimin artması için tüketimin artması gerektiğini söyleyen kapitalistler: dinsel kavramları, milli değerleri bile istismar edebiliyor. Namaz kılmak için küçük bir Mescid yeri ayırmayan devasa alışveriş merkezleri, ramazan bayramlarında, kurban bayramlarında vitrinlerini dinsel argümanlarla dolduruyor. Ve ne acıdır ki, küresel kapitalizme sözü olduğunu iddia edenler, muhalif duruşuyla sömürü düzeninin karşısında olduğunu iddia edenler bu alışveriş merkezlerinin geçirdiği dönüşümü alkışlayarak, gelişme addediyor. İşte hayatı okuyamamak tam olarak budur.

Siz, siz olun, duygularınızı kapitalist sistemin çarklarına kaptırmayın. Sevdiklerinize, sevdiğinizi ifade etmek için matbu günler beklemeyin. Sevginin banknotlarla, hediye paketleriyle tarif edilemeyeceğini, hem kendinize, hem de duygularınızı istismar etmeye çalışan global çetelere ispat edin!

Beyin Yıkama Aracı Olarak Televizyon!




Geçtiğimiz hafta önce ulusal bir gazetede ardından da bir internet sitesinde ilginç bir haber yer aldı. İlginç olduğu kadar, komplo teorisi de içeren haber yazılı ve elektronik ortamda kıyıda köşede kalıp gitti. Meselenin özü şu: Janine Huard adlı Kanada’lı bir kadın soğuk savaş döneminde CIA’nın finanse ettiği beyin yıkama deneylerinde kobay olarak kullanıldığını iddia ederek Kanada federal mahkemesinde Kanada hükümeti aleyhinde dava açacağını açıkladı.

Janine Huard’ın avukatının AFP’ye verdiği bilgiye göre; 1950 ile 1965 yılları arasında Montreal’deki Mc Gill Üniversitesi, Allan Memorial enstitüsünde Doktor Ewen Cameron’un yürüttüğü deneylere Kanada hükümeti mali destek vermiş, bayan Huard doğum yaptıktan sonra depresyona girince enstitüye başvurmuş. İddiaya göre bayan Huard’a hiçbir bilgi verilmeden Dr. Cameron’un “psikolojik yıkım” programı kapsamında deneysel uyuşturucular ve elektrik şokları verilmiş. Bazı seanslarda bayan Huard, karanlık bir odaya tıkılarak günde altı, yedi saat hep aynı şeyleri tekrarlayan ses kayıtları dinletilmiş. Dinlediği seslerden birinde kötü bir anne olduğu sürekli tekrarlanıyormuş.

İskoçya’da eğitim gören Doktor Cameron, bu yöntemle hastanın hatıralarını yok edip kişiliğini yeniden şekillendirdiğini iddia ediyormuş. Amerikan istihbarat teşkilatı CIA’da bu yönteme ilgi duyarak 1950 li yıllarda Doktor Cameron’u maaşa bağlamış!

Bu deneyler kapsamında her şeyden habersiz deneklere, LSD denen uyuşturucu madde verilmiş. Kanada makamları, 90’ların başında Dr. Cameron’un 70 kurbanına 100 bin dolar tazminat ödemeyi kararlaştırmış, 250’den fazla kurbana ise, durumları vahim olmadığı gerekçesiyle tazminat ödememiş. CİA’nın tazminat ödediği Montrealli kadın, Kanada hükümetinin tazminat ödemeye yanaşmadığı kurbanlar arasında yer alıyormuş. (Kaynak: Milliyet Gazetesi, www.haber7.com.tr

1990’lı yılların sonlarında Ankara’da askerlik yaparken ev arkadaşımla genetik silahlar üzerine uzun uzadıya konuşurduk. Tam o sıralarda Türkiye’den toplanan kan örneklerinin yurt dışına çıkarılması gündemi yoğun şekilde meşgul ediyordu. Kan ya da DNA tanıyarak hedef değiştirebilen silahlardan bahsediyorduk ve bunun gerçekleşebilirliğine biz bile -itiraf edemesek te- inanamıyorduk.

İlerleyen zamanlarda başka komplo teorileri de çıktı ortaya. Başka bir ülkede bir eski milletvekili, konuştukları, söyledikleri yüzünden canı yanan bir eski vekil, hapishane çıkışında “mehdi” ilan etti kendini. Giyinişini, saç şeklini, rengini değiştiren bu adam kendisini Allah’ın görevlendirdiğini iddia ediyordu. Rivayete göre uykularına girilen ve dışarı çıktığında tarif edilen bir yerde bir asa bulacağı söylenen, asayı bulduktan sonra mehdi’liğini ilan etmesi istenilen bu kişi bir süre sonra serbest bırakılmış. Hapishane çıkışı da söylendiği gibi, söylenen yerde asayı bularak mehdiliğini ilan etmiş.

Benzer bir ikinci vaka, Gaziantep’ten çıktı. Geçtiğimiz yıl televizyon ekranlarına da yansıyan ve halen internette “beyin yıkama” diye aradığınızda karşınıza çıkan görüntü kayıtları ve iddiaları da var.

Bir üçüncü vakaysa yine bir başka ülkenin muhalif görüşleriyle tanınan dernek başkanına yapılmış. Bu kez kullanılan tema dernek başkanının “peygamber” olduğu temasıymış. Dışarı çıktığında peygamberliğini ilan etmesi planlanıyormuş dernek başkanının. Rivayete göre istihbarat örgütleri başarılı olamamışlar ve milyon dolarlık proje iflas etmiş.

Anlatılanlar ne kadar doğrudur, ne kadarı komplo teorisi olarak kalır bilinmez. Ne kadarı ise gerçekleşmiştir zamanla göreceğiz. Ama gerçek olan bir şey var ki model insanlar üzerinde yapılan bu tür deneyler veya girişimlere gitmeye hiç gerek yok! Televizyon denilen aygıtın toplum üzerinde yaptığı etki istihbarat örgütlerinin yaptığından farklı değil! Ne yaptığını, ne yapması gerektiğini televizyondan öğrenen, davranışları televizyonun yönlendirdiği bir toplumda rüyalara ya da beyne hükmetmeye hiç gerek yok!

Tüketim Psikolojisinin Mahremiyet Üzerindeki Yansımaları…

Önce Hürriyet gazetesi yazarlarından biri evraka! diye bağırarak verdi müjdeyi! Ardından Karakutu adında bir kültür sanat portalı fotoğraflarla destekleyerek ifşa etti büyük bir aşk hikâyesini!

Sezai Karakoç’un ünlü şiiri “Mona Rosa” nın sırrından bahsediyorum. Üstadın yıllarca üzerine titrediği, şiirini yıllarca inkâr etmek pahasına, yayımlamamak pahasına gözden ırak tuttuğu “Mona Rosa’dan ve onun hikayesinden. Bir gazetecinin, üstelik Hürriyet gibi bir bulvar gazetesinin yazarının mahremiyet üzerinde zerre itidal göstermemesi anlaşılamaz bir durum değil! Peki, bir kültür sanat portalının “işte aynı karedeler”, “Sezai Karakoç utangaç değilmiş”, “Mona Rosa’nın gerçek sırrını açıklıyoruz” gibi klişe sloganlarla afişe ettiği mahremiyetin tükenişine ne demeli.

Üstad’ın mahremini dedikodu malzemesi yapanlar, üstadın ne düşündüğünü, ne düşünebileceğini hiç düşünmediler mi? Üstadın naifliğini, üstadın kırılganlığını göz ardı ederek günlerce sayfalarında, sütunlarında dedikodu üretenler üstadın bundan hoşlanıp hoşlanmayacağını sorma zerafeti gösteremediler mi? Sezai Karakoç’un bu ucuz manevraya olumlu ya da olumsuz karşılık vermemesinden cesaretle “demekki rahatsız olmamış” sonucu çıkaranlar, bence Karakoç’un kendilerini dikkate almadığını, önemsemediğini ve değerli bulmadığını düşünmeliler.

Küresel emperyalizmin hedeflediği işte tam da budur. Her türlü meta’nın, duygunun, eylemin bir bedeli olması gerektiğini düşünen küresel kapitalizmin ulaşmak istediği yer burasıdır. İnsanların mahremiyetlerini bir günlük gazetenin dedikodu dolgusu yapmak, bir internet sitesinin reyting malzemesi yapmak ilkel kapitalizmin dibini bulmaktır. Yeri geldiğinde antikapitalizmden dem vuranların, küresel emperyalizmle sorunları olduğunu açıklayanların turnusol kağıdı işte budur. Sistemin çarklarına dişli olmayı kendisine amaç edinenlere ise söyleyecek sözümüz yok! Kendilerine televole kültürü çalışmalarında başarılar dileriz.

aşk’ın ve anarşi’nin a'sı...

1.

kilim diye bir kafemiz vardı. dersaneden, “uzay-fen”den kaçar, peştemal desenli masalarda, küçük taburelerde oturarak, elma çayı içerdik.

kilim sürekli basılırdı….

biz, bir kez olsun basıldığında içeride olamamıştık.

dersane’de polisin geldiğini duyar, dersi asar, kilim’e koşardık.

kapı mühürlenmiş, gelenler gitmiş olurdu.

“yine kaçırdık” diye üzülürdük…

ordu’daydık, karadeniz kadar hırçın, dalgalar kadar kırılgandık…

kilim’in sahipleri kimdi, kimin fraksiyonundandı bilmezdik.

ne düşünürlerdi, amaçları neydi?

merak etmezdik…

2.

“kalkınma” da, “mimcopy”’de toplanırdık.

kim, nereye gidecek?

kim, nereden gelecek? her şeyi oradan öğrenirdik.

üç-beş metrekare alanda yüzlerce hayat gelir geçerdi apansız.

nerede bildiri, dergi dağıtılacak?

hangi akşam nerede sohbet, toplantı yapılacak?

her şeyin bilgisi orada olurdu.

kitapevi değildi, altı üstü fotokopi dükkanıydı ama, koca bir üniversite gelir giderdi, gün boyu…

3.

“üniversitelinin sesi”, bizden öncekilerin emanetiydi.

bizden sonrakilere emanet etmiştik.

her satırına, her kelimesine aşk’ımızı katmıştık.

iki kişi deli gibi, okula bile gitmeden…

uzatmak pahasına …

“aşk” için “aşk” adına…

yeter ki: “âşık ölsün, aşk ölmesin” içindi.

4.

yüz elli iki kişiydik.

trabzon jandarma alay komutanlığında.

elli metrekareye yüz elli iki hayat sığdırmıştı “kalabalık omuz”larımız.

ayakta bile, uyuyacak kadar yer yoktu.

boynumuzdan asılı “suçlu” tabelalarıyla fotoğraf çektiriyorduk.

hiç kimse “gülümseyin” demiyordu oysa…

5.

beylikdüzünden cerrahpaşa’ya gelmiştik.

“aşk orada” demişlerdi.

hastanenin avlusunda yüzlerce “ben”, oturduk.

çelik kaplı robotlarla çevrili etrafımız.

bir cuma namazı sonrasında allah’ı aradık cerrahpaşa’da.

“burada yok” dedi üniformalılarımız.

haseki’ye kadar koşarak ve söverek kaçtık.

edebiyat fakültesinin önünde sokak arasına, oturduk kaldırımlarda…

hiçbir şeyden haberimiz yok gibi davrandık...

nefeslerimizi sakinleştirmeye çalışıp birer sigara yaktık.

polis gelip geçti yanımızdan…

pis pis sırıttık …

6.

önde bir yüzbaşı, hemen arkasında bir asteğmen.

beyazıt’ın avlusunda oturan başörtülü kızlar.

kırmızı karanfilden elleri...

asteğmen, sol göğüs cebinden düdüğünü çıkarıyor önce..

sağ işaret parmağında sallayarak ilerliyor.

yerden kırmızı bir karanfil alıyor sonra…

sarıyor düdüğünü karanfile…

yavaşça eğilerek bırakıyor, başörtülü kızların önüne .

gözyaşı ve alkış!

-asteğmenim!

-emredin komutanım!

hayat devam ediyor.

7.

abdi ipekçideyiz…

henüz, ölecek kadar yaşlanmadık!

8.

her şey “a” ile başlar.

alfabe’de, aşk’ta, anarşi’de..

nerede kalmıştık?

4 Kasım 2008 Salı

biraz nostalji...

teşekkür...

azim ve inatları için hatice ve merve'ye...
sürekli muhalefetleri için fatih ve erdal'a...
aşk'la ve isyanla bizi destekleyen bir kaç "adam"'a...
bütün sıkıntılarına rağmen web sayfalarımızı
hazırlayan sevgili ayşenur'a...
zorla da olsa yazıları dikte eden musa'ya...
dizgicimiz meryem'e...
yazı isteğimizi hiç nazlanmadan kabul eden
halise ve sibel ablalara...
tatlı dili ve esirgemediği desteği için semra ablaya...
çıkardıkları problemler için tüm gereksiz kişilere...
ve varlık sebebimiz...
ve dayanma gücümüz...
"üç harf, beş nokta"ya...

teşekkür ediyoruz...

kuşdili

31 Ekim 2008 Cuma

FAZİLETMEAB!

Bizde milletvekilliği ile herzevekilliği birbirine karıştıranların sürüsüne bereket,,,
İsmiyle gayri müsemma "fazilet"in son numarası Merve Hanım da bunlardan biri.
Yalan dolan soygun talan konularında muhtemelen DYP ve ANAP'ı geride
bıraktığı anlaşılan bu riyakarlar şimdi daha ilk günden hır çıkarmak üzere
bu kızcağızı topun ağzına sürdüler. Merve Mekke yakınındaki tepenin adıdır.
Yanılmıyorsam haccetme seremonisinde bir rolü vardır. Onun için mü'minler
arasında hayırlı ve uğurlu telakki edilir. Ama bu bizim Merve'nin kendine hayrı
ve uğru yok ki başkasına olsun. Benim anlamadığım hemşiresi, gazetecilerin sorularına yanıt vermemesi için kendisine İngilizce "don't talk" (konuşma!) diye uyarıda bulunmuş.
Oysa bunların kart babaları ve elebaşıları, Bedevilerin çanak yalayıcısı ve hınk deyicisidir. Öyleyse niçin Arapça değilde İngilizce? Örneğin "uskut, ya Merve!" (sukut et, ey Merve!) dese daha yerinde olmaz mıydı? Zaten bizim millet son yıllarda Türkçe'yi unutup İngilizce'yi benimsemedi mi? Ama "pidgin English" imiş, yani Zenci ve Asyalı müstemleke yerlilerin kırık dökük İngilizcesi… Varsın olsun! Yine de herkes anlamış tabii… Ben bile!

Şu satırların yazıldığı sırada Merve Hanım'ın yandan çark mı edeceği, yoksa küstahlıkta ısrarlı mı olacağı henüz belli değildi. Ama ne fark eder ki? Niyetinin hadise çıkarmak olduğu ayan-beyan ortadayken artık ağzıyla kuş tutsa kaç para eder? Cehenneme kadar yolu var!

Bir de, senki yasalar pek umurlarındaymış gibi, "başörtüsüne ilişkin yasa yok!" yavesi… bir kere kamu alanında çalışanların kılık kıyafetine ilişkin olarak 5 Eylül 1925 tarihli ve "Mustafa Kemal" imzalı kararname var. Ayrıca her şey için yasa şart mı? Bir işin "ruhuna uygunluk" diye bir tavır yok mu? Anıtkabire ihram'la girsenize, sıkıyorsa!!!ben camiye bornozla, cenazeye mayoyla gelsem hoşunuza gider mi? Bu sorularım aynı zamanda hürriyetperverlik ve tolerans şampiyonluğunu kimseye kaptırmayanlara da yöneliktir!..Efendim bırakalım da yumuşasınmış… Sanki özel hayatlarına karışan var. Bunların adam olmaya niyetleri bulunmadığını ne zaman fark edeceksiniz? Boynunuz kör testerenin altına yattığı vakit mi? Çok değil ondört ay öncesini düşünsenize! "çok kan dökülecek. Fıstık gibi olacak…" lafını ben mi söyledim? Sivas'ta 37 kişiyi, ki sözümona canciğer kuzusarması arkadaşlarınızdı çoğu, ben mi diri diri yakdım?"

Ben tadsızlık çıkarmam. Usuller ve töreler neyse uyarım." Diyen MHP'li hanım milletvekili daha mı az Müslüman? Faziletmiş! Hadi ordan, meymenetsizler!!!

Yağmur Atsız, Milliyet, 03.05.1999

Yazıyı yazan canlı Milliyette sağ kadrodan yazı yazan çeşni bulunsun babından elde tutulan soyisminden anlaşılacağı üzere geçmişi belli bir adamcağız. yazıyı yazdığı gazeteye göre içerik değiştirebilen bu tür arkadaşlar su misali bulundukları kabın şeklini almakta mahirdirler. milliyette yazarken nasıl yazılacağı, cumhuriyette nereye damardan girileceği genetik olarak kodlanmıştır. bu arkadaş halen star gazetesinde köşelenmektedir. star gazetesi ki bilindiği kadarıyla made in akp projesidir. başında sağcıların ertuğrul özkök ü mustafa karaalioğlu bulunmaktadır. bu tür ün ilgili yazıda kahvehane kültürüyle, sokak çocuğu ağzıyla hakaret ettiği kitleler kendisinin şu an bizzat amiridir. bundan on sene önce aydınlanmacı geçinen darbeci, cuntacı artıklarının ortalama kalitelerini ve fikir dünyalarının enginliğini görmek için saklanmaya değer bir yazı..hem bu canlı için, hemde onun patronları için ibret alınması gereken ne kadar şey var...

27 Ekim 2008 Pazartesi

"o ağacın altında..."

iki gündür istanbuldayım. tadı tuzu olmayan iki istanbul günü.
edirnekapı’dan fatih’e kadar yürüyorum. eskiden bıraktıklarımı topluyorum.
valide sultan atik ali paşa , fatih , dülgerzade ağa ...
oturduğum yerlere yeniden oturuyorum...
eskiden kaç kez seyrettiğim yerleri yeniden seyrediyorum.
ezan okunuyor şimdi. ezanları bile ezan gibi bu şehrin...
alışveriş yaptığım yerler... , taksit kart borçlarım , para çektiğim banka...
uğradığım vakıflar, birkaç dost evi...
hepsi peşi sıra...

o kızda burda . tam da aklımdan geçirirken her zamanki yerinde .
dülgerzade ağa camiinin önünde ...
hala tartıyor insanları..
hala boylarını ölçüyor insanların... yüz elli bin liraya...
yine umarsız geçtim önünden. Aramızda bir beş-on metre bir de duvar var.
camiinin avlusundayım şimdi. Soğuk bir taşın üzerinde oturuyorum.
bunca kalabalık içinde sanki yakın bir akrabamı görmüş gibiyim.
müezzin gamet getiriyor şimdi.abdestsizim.
avluda birkaç mezar taşıyla beraberim.
bir kısmı toprağa gömülmüş . bir kısmının boynu vurulmuş. türklerin eseri hepsi.
canım beyazıta gitmek istiyor. ama ne ayaklarımda derman ,
ne de yüreğime söz geçirebiliyorum.
tartılamadım üstelik ,kaçmak daha kolay geldi.

“o ağacın altında”yoktum . o ağacın altındakilerle yan yana da hiç bulunmadım.
doksanda elimi ellerinin üzerine koydum. haberleri bile olmadı belki.
belki bende yüksek sesle hiç itiraf etmedim..
aradan yüzyıllar geçti. o ağaç yok artık...
o ağacın altındakilerde...
bu peygamber şehrinde yeniden ilan ediyorum herkese.
elim elinizin üzerinde...
O’nun canını canımla korumaya söz veriyorum.
ve boğazın erguvanlarını şiddetle özlüyorum...

25 Ekim 2008 Cumartesi

ah şehadet, vah şehadet

şehitlik mevzuunda tarafta Rasim Ozan Kütahyalı'nın geçtiğimiz günlerde yazdığı
bir yazı vardı ve önemliydi.
bu yazıya istinaden Yeni Şafak'ta Yasin Aktay din istismarının sınırlarını
daha da genişleten bir yazı yazdı.
bunu takibende Taraf'ta Cihan Aktaş şehitlik ve şehadet i konu aldı.
devamında kütahyalının bir yazısı daha şehitlik, şehadet din istismarı
üzerine yoğunlaştı.
geç kalınmış özellikle de islamcılar açısından çok geç kalınmış bir tartışma idi.
ne ki oda güdük kaldı ve sağ refleks baskın çıkarak konunun bir kaç
yazıyla ört bas edilmesine neden oldu.
(bu arada söyleyeyim uzun zamandır -bir islamcı olarak- aklımda olan bir yazıyı
kütahyalı yazdığı içinde kıskandım. tembellik kötü)
şimdi, sağ refleksden, islamı sağcılaştıran ve hanefiliği devlet dini yapan
ve bundan başka din algısını kabul etmeyen ama yeri geldiğinde hanefilerinde
canına ot tıkayan kutsal rejimimizden bahsedecek değilim.
mesele sağcı hanefilerin (islamcıları sağcılıktan tenzih ederim) her tokat
yediklerinde diğer yanaklarını dönmeleri de değil.
o günden sonra ısrarla takip ettim ve taraf gazetesinde ulusalcı olmayan
bir çatışma haberi bekledim. ama taraf bile şehit ve şehadet kavramlarını
kullanmaktan ve hatta manşete çekmekten geri kalmadı.
bu durum sadece lugat-ı meşhur ile açıklanamaz.
demek ki bilinçaltımızda bir takım kabullerimiz hala canlı.
hemen söyleyeyim ki şehadet islami bir kavramdır. ister terör örgütleri,
ister militer kurumlar olsun kimsenin canı istedi diye kimse şehit olmaz.
üstelik müslüman halkıyla topyekün savaşmaktan bahseden canlılar ve onların kişisel fantazileri için ölürken kimse şehit olmaz.
yakınlarını kaybedenlere başsağlığı dilerim,
ama üzgünüm birilerinin bizi kullanmasına ve
biz kendimizi iyi hissedelim, diye kavramlarla bize
tecavüz edilmesine izin vermemeliyiz.
gerçekler acıdır.

9 Ekim 2008 Perşembe

taş gazeli

I.
Taş taş değil bağrındır taş senin
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin
Bir katılıktır dinamit söker mi yürekleri
Başın bir kez bu kalbe çarpmasın ey taş senin
Kazmayı kayalara değil kalplere vur ey
Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin
Anne seninle bağrın döğer gider mi acı
Hanidir Ferhad'dan aldığın ders taş senin
Sen de mi taşla bir oldun ey sevgili
İşitmez oldun beni kalbin taşdan taş senin
Ölüm sendendir bana nedir taşlamak beni
Bana güldür çiçektir attığın her taş senin
Gözünü dikme taşa işte parça parçadır
Şimşektir bir bakışın dayanır mı taş senin
Deprem değildir dağı ve beni sarsan
Bir bakışın komaz taş üstünde taş senin
Niçin çıktın dağlara evren çöl oldu leyla
Topuğun öpmek için toz oldu dağ taş senin

II.
Taş taş değil bağrındır taş senin
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin
Ülkendir taş ve beton bu yanlışkent
Her gün bir yanın biraz daha taş senin
Taş alanlarıdır taş insanları taşır bir
Nereye gelsen ey aşk karşında bu taş senin
Uygarlık taşla taşımak çağlar üzre
Kolların bu denli güçlü müdür senin
Bir taş devridir ama bağışla beni
Niçin bunca geldim üstüne ey taş senin

II.
Bir İbrahim bıçağı ikiye biçer taşı
Sevgili nasıl kırdı kutlu dişin taş senin
Ölüm bir kasırgadır çevirir seni beni
Nedir kucağında kocaman taş senin

III.
Bir bir yürürlükten kaldırılıp çürümüş devrimleri
En gürbüz bir devrimi dikmek yerine taş senin
Nereye koysam seni söyle ey yüreğim
Bir gün beni ele verir bu güçlü atış senin

Osman SARI / Taş Gazeli

8 Ekim 2008 Çarşamba

VAAD




En sıcak yerdesin
En sıcak anda
Ana kucağında

Gecenin üçündeyim
Karanlığın içinde
Gece lambasının loş ışığı altında
Kızımın gözlerindeyim

Televizyon ekranlarında seyrettim seni
Gazete sayfalarında gün boyu
Şimdi kranlıklar içinde
Gözlerimin önündesin
Yumuk yumuk gözlerini seçebiliyorum kanla karışık
Toz toprak arasında

Sıkılı yumrukların

Kucağındasın annenin
Göğsüne uzanmış olmalısın
Sol eli sarmış seni
Sen sol elinle boynuna sarılmışsın

Son kez sarıldığının farkında mısın VAAD?
Belki korkmuşsun,
Belki ürkmüşsün
Bomba seslerinden
Doğduğun günden beri
Ninni dinler gibi

Canın acımış mıdır VAAD?
Canımın acıdığı gibi

Kızımın elini tutuyorum
Uykuda gülümseyerek
Sıkıyor parmaklarımı

Seni düşünüyorum her an
Sen kaç kez sıktın ki
Annenin parmaklarını

Melekler seni de güldürüyor mu?

Annenin göğsündesin
Kalp atışları sakinleştirir diye seni

Melekler safındasın
Hiç ayrılmamış gibi
Annenin yanındasın
Canın yanmıyor şimdi


Sana oğlum diyebilir miyim?


11.08.2006

29 Eylül 2008 Pazartesi

Sevgili Kuzen...

sevgili kuzen,

icraatlarınızı yakınen takip etmekteyim.

laisist cumhuriyetin sizin gibi koruyucuları olduğunu görmek içimi nasıl rahatlatıyor anlatamam.

bir hafta on gündür rahat rahat uyuyorum.

malum gözüm arkada değil. laisist cumhuriyetin sizin gibi gözü kara bekçileri varya ondan.

şimdi bekçi deyince aklınıza başka tamlamalar gelmesin sakın, ben insan olan bekçilerden bahsediyorum.

hem benim gibi laisist birinden içinde dört ayaklı canlılar geçen tamlamalar beklemezsiniz zaten değil mi?

neyse allah muhafaza laisistliğime halel gelmesin gerisi önemli değil. pardon allah dedimya, o tanrı olacaktı. tanrı korusun tanrı.

kuzum siz geçen kayıtlarda hani başörtüsü takmıcaama, sakal bırakmıcamaaa. .

diye ant içirmişinizya bu uygulamayı yaygınlaştırsak nasıl olur.

mesela ilk öğretimde andımız yerine -hem kafiyeside daha uzun- bu tekerlemeyi söylesek kim nederki?

kampüs içinde tek kol hizası yürüyüş kolunda bas bas bağırtabiliriz de çocukları. uygun adımı bozanları,

ya da bağırıyor gibi yapanları tespit içinde kamera sistemi gerekicek ayrıca. ama sorun değil.

izleme de uzman bir ekibimiz var.

malum cumhuriyet tehlikede, vatanını seven kolluk güçlerimiz var allahtan. (tövbe tövbe tanrıdan tanrıdan)

birde hani başını açıp sakal bırakmasada takiyye yakıp üniversiteye giren yobazlarda olabilir.

karpuz değil ki bu açıp içine bakasın.

adamlar kafaya koymuş bu ülkeyi yıkacak .

oturup seyredecekmiyiz? okul yönetimlerine, sınıflara inmeliyiz.

vatan tehlikede bizim çocuklar var yeni mezun kafaları basmaz ama itaatkarlardır,

canını verir bu ülke için onların bir ekibi var alalım hepsini üniversiteye ilerde profesör yapar tepetepe kullanırız.

her sınıfada üç beş ispiyoncu koyduk mu tamamdır.

günde kaç defa insallah, maşallah demişler hesap ettik mi işlem tamam.

gerisi bizim işimiz

0 inşallah = laisist, vatanperver, ülkesi için ölür,

0-5 inşallah =laisist ama eğitilmesi şart, zihninde gelenek tortuları var,

5-10 inşallah = anadolu çocuğu anababası namaz kılıyor, kandillerde mesaj atar, cumaya gider, dikkat edilmeli, erkekse üzerine kızlarımızdan birini gönderelim,

10-20 inşallah =yoldan çıkmak üzere ama hala insan bir şans daha verelim, erkekse kız iki olsun.

20 inşallah ve üzeri = tehlikeli, tamamen insanlık dışı, yobaz, düzelmez, derslerine sorun çıkaralım: "NASIL BİLİRDİNİZ? GÖMÜN!"

birde kuzen, bu bekçi sayısını artırmak şart.

tamlama olan bekçilerden değil, anladın sen onu.

özde de, sözde de bekçi olanlardan.

laisizmi bekçiler koruyacak ve yaşatacak.

laisizm bekçilerin omuzlarında yükselecek.

laisistleri sıkça çiftleştirmeliyiz,

hiç boş kalmamalılar ki soyumuz tükenmesin.

Tanrı laisistleri korusun.

amen

26 Eylül 2008 Cuma

Ya Ne Yapmak Lazımmış

Ya ne yapmak lazımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi,
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?
Kudretle davranmayıp hileyle tırmanmak mı?
İstemem eksik olsun! Herkes gibi, koşarak,
Yabanın zenginine methiyeler mi yazmak?
Yoksa nazırın yüzü gülecek diye bir an
Karşısında takla mı atmak lazım her zaman?
İstemem eksik olsun! Ricaya mı gitmeli?
Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
Yoksa nasır mı tutsun sürünmekten dizlerim?
Yahut eğilmekten mi ağrısın ötem berim?
İstemem eksik olsun! Tazıyı tut, tavşana
Kaç mı demeli? Belki kaz gelir diye bana
Tavuk mu göndermeli? Yoksa bir fino gibi
Susta durmak mıdır ki, acep en münasibi?
İstemem eksik olsun! Bir kibar salonunda
Kucak kucak dolaşıp boy atmak ve sonunda,
Marifet şi’re koyup kameri, yıldızları,
Aşka getirmek midir, evde kalmış kızları?
İstemem eksik olsun! Yahut şan olsun diye,
Meşhur bir kitapçıya giderek, veresiye
Şiir mecmuası mı bastırmalı? İstemem
Eksik olsun! Acaba bulup bir alay sersem
Meyhane köşesinde dahi olmak mı hüner?
İstemem eksik olsun! Bir tek şiirle yer yer
Dolaşıp da herkesten alkış mı dilenmeli?
İstemem eksik olsun! Yoksa bir sürü keli
Sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?
Yoksa ödüm mü kopsun bir Allahın aptalı
Gazeteye bir tenkit yazacak diye her gün?
Yahut sayıklamak mı lazım: “adım görünsün
Aman!” diye şu meşhur mercure ceridesinde?
İstemem eksik olsun! Ve ta son nefesinde
Bile çekinmek, korkmak, benzi sararmak, bitmek,
Şiir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,
Karşısında zoraki sırıtmak her abusun.
Eksik olsun istemem, istemem eksik olsun!
Fakat şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonrada gayet tevazula kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hatta bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil, kendi bahçenin malı!
Varsın, küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.
Ara hakkını hatta kendi nefsinden bile.
Velhasıl bir tufeyli sarmaşık zilletiyle
Tırmanma! Varsın boyun olmasın söğüt kadar,
Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?
Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına
Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına.



Edmond Rostand
“Cyrano de Bergerac”
Türkçesi: Sabri Esat Siyavuşgil
Remzi Kitapevi

İslamcılık ve Kapitalizm...

İslamcılık ve Kapitalizm
Alev Erkilet'le İslamcılık kavramı, İslamcılığın Kapitalizmle mücadelesini konuştuk.
Pazartesi, 15 Eylül 2008 08:07

Röportaj: Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni
Söyleşiler dizimizin bu haftaki konuğu Dr. Alev Erkilet. İslamcılık kavramına ve tarihi serüvenine dair sorduğumuz soruları cevaplayan Alev Erkilet, İslamcılığın tarihini İslam'la başlatarak modern dönemlerde yaşanan tecrübenin tarihi arkaplanını ortaya koyarken günümüz İslam dünyasının kapitalist meydan okuma karşısındaki konumunu değerlendirdi ve mücadele yollarına vurgu yaptı.
İslamcılık kavramıyla ne kastediliyor ve bu kavramın zaafları, imkanları nelerdir?
"İslamcılık nasıl tanımlanabilir?" sorusuna verilebilecek akademik cevaplar var kuşkusuz. Bunların önemli bir kısmı benim "Ortadoğu'da Modernleşme ve İslami Hareketler" adlı çalışmamda yazmış ve paylaşmış olduğum görüşlerimdir. Ama izin verirseniz burada meseleye biraz daha genel ve gündelik olandan girmek istiyorum. Daha yalın bir noktadan belki. Geçenlerde elime Ayrıntı Yayınlarının 2005'te yayınlamış olduğu Ateş ve Söz adlı bir kitap geçti. Bu metin bir EZLN dokümanteri olarak tanımlanabilir. EZLN Meksika Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu'nun kısaltması. Gloria Munoz Ramirez'in belgesel tadındaki bu çalışmasında EZLN'nin çeşitli düzeylerinde görev almış kişilerin söyleşileri yanında elbette hareketin başkahramanı subcommandante Marcos ile yapılmış söyleşiler ile onun kaleme aldığı metinler de yer alıyor. Uzun lafın kısası, bunlar arasında çok dikkatimi çeken ve beni sizin sorularınız dolayımıyla İslamcılık ve İslami hareketlerle ilişkilendirmeye sevk eden bir cümle oldu: "İstekte bulunulacak zaman vardır, talepte bulunulacak zaman vardır ve icraata geçilecek zaman vardır". Bu cümle aslında tüm toplumsal hareketler açısından oldukça betimleyici bir tanımlamanın ipuçlarını veriyor bize.
Biz sosyoloji literatüründe toplumsal hareketleri içinde yer aldıkları toplumda bir değişme meydana getirmek veya olmuş bir değişimi ortadan kaldırmak amacıyla bir arada eylemlilik içinde bulunan insan toplulukları olarak tanımlıyoruz. Yani Marcos'un dediği gibi, mevcut sistemden istek ve taleplerde bulunan ve bunları kotarmak üzere eylemlilik içinde olan insanlar toplumsal hareketleri meydana getirirler. Toplumsal hareketler ideolojilerin eylemli bileşenleri olarak görülürler genelde. İslami hareketler de İslamcılığın eylemli bileşenleridir ve İslami ideallerin hayata aktarılabilmesi için gerekli gördükleri alanlarda toplumsal değişim talep ederler.
İSLAMCULIK, MÜSLÜMANLARIN "ELLERİYLE, DİLLERİYLE DÜZELTME" EĞİLİMLERİNİN SONUCUDUR
Bu açıdan bakıldığında, sorunuzun içerdiği soyutluk düzleminde algılanmalarının pek doğru olmadığını düşünüyorum. Yani İslamcılık soyut bir analiz meselesinden ziyade yakıcı toplumsal gelişmeler karşısında Müslümanların durumu "elleriyle, dilleriyle düzeltme" eğilimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış düşünsel ve eylemsel birikimin bütünüdür. Bunun siyasal, kültürel, toplumsal, sanatsal boyutları vardır ve bunlar aynı gerçekliğin farklı yönleri olmaları hasebiyle tek bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları olarak eklemlenirler birbirlerine.
Dolayısıyla İslamcılık sadece bir kavram değil aynı zamanda bir olgu, gerçekliğe verilmiş bir isimdir. Bir adlandırmadır. Olgunun kendisini, köklerini, kaynaklarını görmeden meseleye salt bir adlandırma meselesi olarak yaklaşamayız. Bu anlamda "kavramın imkânları ve zaafları" sorusunun kendisine ilişkin itirazım var. Çünkü kavramın zaafları gibi bir tartışmayı yürütenlerin, kavramdan çok olgunun kendisiyle bir alıp veremedikleri olduğunu düşünüyorum. Bu şuna benzer, devrim kavramı sosyoloji literatürünün temel kavramlarından biridir ve tıpkı düzen gibi toplumsal olgunun boyutlarından birine işaret eder. Her ikisi de toplumda mevcuttur. Kimse çıkıp da devrim kavramının fırsat ve zaaflarından söz etmez, ederse de gülerler adama. Siz devrimleri değil de düzeni seviyorsunuz diye deve kuşu misali kafanızı toprağa gömemezsiniz. Olsa olsa şunu yaparsınız; toplumları devrimin eşiğine getiren adaletsizlikleri, sınıfsal bölünmeleri vs. önlemeye çalışırsınız. Bunun için de salim bir kafayla olguları analiz etmeniz gerekir; görmezden gelmeniz değil. Bunun tipik bir örneği Marx ile von Stein arasındaki ayrımdır. Her ikisi de aynı keskin gözlemlilikle Avrupa'da yaklaşmakta olan bir toplumsal devrimin kokusunu almışlardı. Benzer analizler/saptamalar yapmışlardı ama biri devrimci diğeri ise reformist diyebileceğimiz çözüm önerileri geliştirmişlerdi. İslamcılık meselesinde de aynı durum söz konusu işte. İslamcılığı yahut İslami hareketleri kavramlarla dövüşerek anlayamazsınız. Onların karşılamaya çabaladığı meydan okumaya ilişkin alternatif çözümleriniz varsa beyan edersiniz. Yapabileceğiniz budur. Özetle İslamcılık bir ideolojik lafazanlık meselesi olmayıp, bugüne, burada olana ve hemen şimdi doğrudan müdahalenin ve olup biteni düzeltme çabasının ürünüdür. Neye göre düzeltme? Elbette İslami değerler sistemine göre.
İSLAMCILIK MÜSLÜMAN TOPLUMLARIN İSLAM'DAN HER UZAKLAŞTIKLARINDA BAŞKA BİÇİMLERDE DE OLSA ORTAYA ÇIKMIŞTIR
İslamcılığın tarihi ve epistemolojik kökleri nelerdir?
İslamcılığın tarihsel ve epistemolojik kökleri İslam'ınkilerle özdeştir, başka bir şey değil. Ben kişisel olarak İslamcılığın sadece 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı'nın çöküşü ve hilafetin ilgası ile başlayan sürece verilen tepkilerle başlatılmasına ve modern bir olgu olarak tanımlanmasına itiraz ediyorum. Çünkü İslamcılık yahut İslami hareketler İslam'ın doğuşundan bugüne Müslüman toplumların iç ve dış nedenlerle İslam'dan uzaklaştıkları her sefer, başka biçimler altında da olsa ortaya çıkmışlardır. İslam tarihinin ilk evrelerinde de görülen başkaldırılar, yönetimi İslamlaştırma çabaları, işgaller sonucu uzaklaşılan dini restore etme çabaları her evrede görülmüştür. Bu konuda en güzel örneklerden biri Moğol istilası döneminde yaşananlar ve onlara karşı verilen mücadelelerdir.
Hamilton Gibb İslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar metninde bunu şu çok güzel cümle ile ifade eder: " Bu [Şeriatın üstünlüğü prensibi ile onun destekleyicisi halifenin fonksiyonunu güvence altına alacak yeni bir siyasi teorinin temellerini arama] ihtiyaç, özellikle putperest Moğolların işgali ile eski gelenekten kopan ve ardından Şeriatın Moğol yasası Yasak'a üstünlüğünün restorasyonu için uzun bir mücadelenin yapılmak zorunda kalındığı Doğudaki Farsi ve Türk-Farsi topraklarda daha çok hissedilmiştir". Bu cümle önemli. Çünkü 17. yüzyıl sonrasında başlayan batılı işgaller karşısında verilmek zorunda kalınan mücadele ile çok fazla ortak yanı olan bir sürece işaret ediyor. Bu düşünceye, Moğol istilası ile Batı istilası arasındaki farkları öne süren itirazlar oluyor ve ben de aradaki farkları tümüyle göz ardı edemeyeceğimizi biliyorum ama niteliksel olarak durumun ayniyetini de gözden ırak tutamayız diye düşünüyorum. Nitekim Aliya da, İslam dünyasının gerileme nedenlerini Moğol istilasına giderek sıralamaya başlar; 17. yüzyıl sonrasından almaz onları. Onun için bence, İslami hareketler tarafından taşınan İslamcı düşünceler, hem İslam'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan hilafet tartışmaları sırasında, hem Ortaçağ İslam dünyasında, hem de 17. yüzyıldan sonra başlayan sömürgeleşme ve batılılaşma dönemlerinde mevcuttu. Bu konuda yani İslami olana dönüş için çabalayan İslami hareketler ile onların düşünsel arka planları konusunda daha fazla tefekkür imkânı sağlayan metinlerden biri Nevin A. Mustafa'nın İslam Düşüncesinde Muhalefet metnidir. Benim favori kitaplarımdan biri. Oraya bir göz atanlar "modern" denilen İslamcı tezlerin hemen tamamının -İslam tarihinin çeşitli aşamalarında- yerli yöneticilere ve dış istilacılara karşı dile getirilmiş olduğunu göreceklerdir. O halde özetle İslamcılık ve İslami hareketler hem İslam tarihinin kendisi kadar eskidirler hem de bugün taşıdıkları bazı spesifik özellikler bakımından yenidirler. Zaten tarihi aynıyla tekrarlayamazsınız. Bu Sorokin'in "yaratıcı tekrarlanırlık" dediği şeydir.
MODERNİSTLER GÜÇLÜ OLANLA ÖZDEŞLEŞİRLERKEN; İSLAMCILAR KENDİ DAİRELERİ İÇİNDE KALARAK YENİLGİLERİ AŞMAYA ÇALIŞTILAR
İslamcıların moderniteyle ilişkileri nasıl olmuştur?
Modernite bir eğretilemeyle yeni dönemin Moğol istilasına benzetilebilir. Onun kadar güçlüdür, batı-dışı dünyaya yüzünü istilalar ve sömürgecilik deneyimleriyle göstermiştir. Asya, Afrika, Ortadoğu bütünüyle ele geçirilmiş; Osmanlı geriletilmiş ve Anadolu'ya sığmak durumunda bırakılmıştır. Tarık Ali İslam dörtlemesinin üçüncü kitabı olan Taş Kadın'da bu süreci bir İttihat Terakki toplantısında şu sözlerle dile getirtir: "1683'te Viyana'yı alamayışımız talihimizin dönüm noktasıydı. Bunun sonucu tam iki yüz yıl önce 1699'da imzaladığımız Karlofça Antlaşması oldu ve Macaristan'ı Habsburg'lara verip Belgrat'tan çekildik…1792'de Fransızlar krallarını idam etmeye hazırlanırken yenilgiler birbirini izledi ve sonra 1799, 1812 ve 1829'da en son da 20 yıl önce yeni yenilgilere uğradık. Sırbistan, Romanya ve Karadağ'ı kaybettik. Avusturyalılar Bosna ve Hersek'i bile elimizden aldılar. Fransızlar ve İngilizler gemilerini İstanbul'a kadar gönderip, dediklerini kabul etmediğimiz takdirde bizi cezalandırmakla tehdit ettiler. Bu imparatorluğumuzun sonudur". İslamcıların moderniteyle ilişkileri bu gerçekler üzerine kuruludur. Tıpkı modernistlerinki gibi. Şu farkla ki, modernistler güçlü olanla özdeşleşme eğilimi içine girerlerken; İslamcılar kendi düşünce, inanç ve eylem dairemiz içinde kalarak bu yenilgilerin nasıl durdurulabileceğine kafa yormuşlardır. Güçlü olan kendi hukuku, sanatı, bilimi, edebiyatı, tekniği ile geliyor ve dönüştürüyordu. İslamcılık bu anlamda hem batının hem de yenik doğunun "yanlışlarını" göstererek dünyaya zaaflarından arınmış bir Müslüman toplum örneği sunmak çabasının adıdır. Modernite ile ilişkisi bu anlamda ele alınmalıdır. Bu anlamda modernite İslamcılığın belirleyeni değil, İslam'ın karşı karşıya olduğu meydan okumalardan biridir sadece. Fazla abartılıp olumsuz bir put haline getirilmemesi daha doğru olur kanaatindeyim. Nitekim zaman içinde batının kendi içinden de moderniteye sayısız eleştiri yapılmış; bugün gelinen noktada ciddi aşınmalara uğratılmıştır.
İslamcılığın temel iddiaları nelerdir, mevcut dünya düzenini hangi noktalarda eleştirir?
İslamcılığın temel iddiası İslam'ın sadece Müslümanlar için değil dünyanın bütünü için en iyi yaşama, çalışma, üretme, savaşma, yönetme, estetize etme, yargılama esaslarına sahip din/dünya görüşü/ideoloji olduğu iddiasıdır. Bence temelde yatan iddia budur. Dolayısıyla bu dinin hayata dair öngörülerinin gerçekleşme olanaklarını araştırmak İslamcıların asıl meşgalesi olmuştur. Bu anlamda tek bir dünya düzeninden söz edemeyiz. Az önce değindiğimiz gibi bu Moğolların dünya düzeni de olabilir 2008'in Bush ve Putin'li dünya düzeni de. Biz elbette bugünü konuşacağız. Ama galiba yırtıcılık, işgalcilik, kan dökücülük bakımından yenilerin de Moğollardan geri kalır yanı yok. O nedenle İslamcılık zulme karşı adaletin; sömürüye karşı emeğin hakkının verilmesinin, güçlülerin hukukunun yerine zayıfların hukukunun geçirilmesinin sağlanması gibi bir misyonu üstlenmiştir. İşgallere karşı bir direniş odağı olarak ortaya çıkışı 1923'lere Benna'nın İhvan'ına uzanır. Adı konulmuş bir sömürgeciye karşı savaşma eğilimi de bu tarihten sonra giderek güçlenmiştir.
21. YY. DA TEK BÜTÜNSEL KAPİTALİZM ELEŞTİRİSİ İSLAMCILARA AİTTİR
Sorunuzun genelliği nedeniyle detaylara girmek istemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki, mevcut dünya düzeninin bütünsel bir eleştirisi yapılmıştır. Hukuku, siyaseti, ekonomisi, aile anlayışı, kadın ve erkek görüşü, ahlakı, savaş mantığı ve hukuku, uluslar arası ilişkiler anlayışı hepsi farklı bağlamlarda ele alınmış ve tartışılmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da, 21. yüzyılda farklı bir hareket noktasından kalkarak yapılan tek bütünsel kapitalizm eleştirisinin İslamcılarınki kalmış olmasıdır. Sol bu anlamda eleştirel yetilerini kaybetmiş durumda. Susan Buck-Morss'un Küresel bir Karşı Kültür metni, bu eleştirelliğin bilincine varmış ve İslam'ın küresel kapitalizme alternatif olma gücünü gayet iyi anlamış bir batılı düşünürün, İslam'ı solun içine katma, onun içinde okuma çabası olarak anlamlıdır. Buck-Morss, kendi kitabının merkezi önermesini "siyasi bir söylem olarak İslamcılığın Batıda geliştirilmiş formuyla modernitenin eleştirisi olarak Eleştirel Teoriyle birlikte göz önünde bulundurulabileceği" şeklinde betimlemektedir. Taha'ya, Gannuşi'ye, Şeriati ve Kutup'a gönderme yapan Morss, küresel bir karşı kültürün oluşturulması sürecinde İslam'a önemli bir rol biçer. Bu önemli düşünürlerin bugün Müslümanlardan aynı ilgiyi görmüyor oluşlarını düşünmek gerekir asıl. Çünkü dedik ya eleştirel düşünceler ancak icraata geçirilebildikleri takdirde anlamlı ve yararlı olurlar.
İSLAMCILIK İSLAM'IN GETİRDİĞİ İLKELERDEN BAŞKA İLKELER VAZETMEZ VE BUNLARIN HAYATA AKTARILMASININ YOLLARINI GÖSTERMEYE ÇALIŞIR
İslamcılığın kapitalizm ve komünizmden temel farkları nelerdir? Onlardan farklı olacak bir epistemolojik ve siyasi sistem meydana getirebilmiş midir?
İslam, kapitalizm ve komünizmden farklı ontolojik, epistemolojik ve etik ilkelere sahip olduğu için onun dışa yansımaları da ister istemez farklı olacaktır; bu siyasette de ekonomide de böyledir. Bu bakımdan tekrar etmek istiyorum; İslamcılık İslam'ın kendisinin getirdiği ilkelerden başka ilkeler vazetmez. Sadece bunların hayata aktarılmasının yollarını göstermeye çalışır. Bu nedenle İslamcılığın politik ve ekonomik ilkelerine ulaşmak için öncelikle onun temel kaynaklarından yararlanmak gerekir. Yani Kuran ve Sünnet'ten. İkinci olarak da bu konuda kafa yormuş; İslami ilkelerin bugüne uygulanma imkan ve koşulları hakkında çalışmalar yapmış olan Müslüman düşünürleri okumak gerekir. Örneğin Morss'un da atıfta bulunduğu Seyid Kutub bu konuda en önemli isimlerden biridir. Onun İslam'da Sosyal Adalet metni en az Yoldaki İşaretler kadar önemlidir kanaatimce. Ben bir iktisatçı değilim ama sosyolojik bakış açısından ve İslamcı literatürü incelemiş biri olarak şunları söyleyebilirim ki; İslam iktisadının sınırlarını çizen ana prensipler ve belli başlı yasaklar noktasından bakıldığında, İslam ekonomisi kapitalizm ve sosyalizmden farklıdır. Bize temel sayıltıları ve işleyiş tarzları bakımından farklılaşan üç sistemin ana hatlarını veren ilkeler vardır. Bu konudaki detaylı incelemeyi iktisatçıların yapması lazım. Ama mesele küresel kapitalizm karşısında zayıf kalan siyasi güçlerimizin idealler ile gerçekler arasına koyduğu derin ayrım gibi geliyor bana. Yoksa teoride İslam'ın temelde faizli sisteme dayanan kapitalizmle ve salt devletçi iktisada inanan sosyalizmle olan farklılığı herkesçe malumdur. Asıl sorun farklılıkları kurumsal göstergeler içinde realize etmedeki sıkıntılarda yatmakta ve bu da zamanla İslam'ın kapitalizmden farklı olmadığı gibi mazeretlerle meşrulaştırılmaktadır. Bu konuda son bir şey daha söylemek istiyorum. Türkiye'de bu alandaki çalışmaların öncüsü sevgili hocamız Sabahattin Zaim'in çalışmalarının sürdürülmesi lazımdır. Onun Türkiye'nin Yirminci Yüzyılı başlığı altında derlenen yazılarının özellikle birinci cildi bu konudaki öncü düşünceleri ve deneyimleri paylaşması bakımından çok önemli. Şu bakımdan önemli; Sabahattin hoca sadece teori üretmekle değil bizzat o teorileri uygulama ile de meşgul olmuş bir akademisyendi. İslam ekonomisinin bir teoriden ibaret olamayacağını biliyor ve teori ile uygulamanın iç içeliğine inanıyordu. Hocamı, sizin vesilenizle bir kere daha rahmet, hürmet ve muhabbetle anmak isterim. Toparlayacak olursak, İslami anlayışla işletilen bir ekonominin olabileceğini herkes biliyor da, bunu uygulamaya gelince küresel kapitalizmin temel çıkarlarıyla çatışmayı göze almanız gerekiyor. Meselenin gelip düğümlendiği nokta budur.
İslam dünyası soğuk savaş sürecinde kendisini komünizm karşısında konumlandırdı ve bunun epistemolojik gerekçelerini ortaya koyabildi. Bugün kapitalizmle girilen ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
İşte az önce işaret etmek istediğim nokta buydu. Ama meseleyi şöyle koymak lazım ortaya. Bir kere İslam dünyasının soğuk savaş döneminde kendini komünizme karşı konumlandırması, İslam dünyasının kendi tercihi, kendi iradesi, kendi önceliği değildi. Batının yani Amerika'nın iradesi, tercihi ve önceliği idi. Bunun kendisi başlı başına bir sorundur. Bunu meşrulaştıracak "epistemolojik" gerekçeler üretmek mesele değil; istediğiniz her şeyi her şeyle meşrulaştırabilirsiniz. Yeter ki bir miktar eğip bükün. Gerçi İslamcılar arasından bu konumlanmaya karşı çıkışlar da vardı ama genel eğilimi belirlemediler bunlar; biraz kenarda kaldılar. Bu konudaki en önemli örneklerden biri Ercüment Özkan'dır. İslamcılığın sağ siyasete ciddi anlamda yedirilmek istendiği bir dönemde o, "batı ile askeri ittifaklar yapmanın haram olduğu" teziyle ortaya çıkmış ve bu nedenle de dönemin sağcı yazarları tarafından yeşil komünist olmakla suçlanmıştı. Zaten bu tarihler sosyalizmin devlet kapitalizmine evrildiği; Stalinistleştiği dönemlerdi bu nedenle de sosyalizm eleştirisinde zorlanılmamıştı. Bugün özellikle kuzey Amerika'nın birinci tehdidi sosyalizm olmaktan çıkmış, İslam olmuştur. Kapitalizm de tek kutuplu dünyanın dinidir. Ve o gün olduğu gibi bugün de birileri İslam ile batı kapitalizminin çıkarlarının özdeş olduğunu savunuyorlar. Ama hala aksini savunanlar da var. Bu normaldir. Anlaşılabilir. Siyasal muhafazakârlıklar, güçlü olan karşısında teslimiyetçi tavır geliştirmeler her dönemde olmuştur, olacaktır. Dediğim gibi asıl sorun İslam'ın kapitalizmle farkını bilmeme sorunu değildir. Mesele bu denli "güçlü" bir merkezle mücadeleye girişme cesaretini gösterebilmektedir. Burada mücadele derken kendini kapitalist çarkın dışına çıkarma çabasından söz ediyorum. Örneğin İslam dünyasının kendi iç birliğini oluşturma çabasından; irade sahibi bir özne gibi davranmasından söz ediyorum; bu bile büyük cesaret ve çaba istiyor. Irak ve Afganistan'a bakmanız yeterli ne dediğimi anlamanız için. Ama Aliya'nın 1918'lerde İslam dünyası için en karanlık dediği zamanlar geride kalmıştır. Bugün 2008'deyiz. Nerdeyse bir asırlık bir "kendi olma" mücadelesi verdi İslam toplumları. Bu aslında son dönem İslamcılığının da tarihine tekabül ediyor bir anlamda. Gelinen noktada, açık bir özneleşme çabası, birleşme eğilimi, çıkarları ortaklaştırma arzusu var. Zaten bunun için bu kadar işgal ve savaş da var. Modernleştirerek özgürleştirmeden işgalle özgürleştirmeye geçişin nedeni de bu yeni ve bir türlü bastırılamayan eğilimler. Kartlar yeniden karılıp dünya yeniden kuruluyor. Rusya yeniden emperyal günlerine dönmeye çalışıyor. İslam dünyası üçüncü kutup olabilir ve olmak da istiyor. Bu nedenle de, üzerinde İslamcılık yazan yel değirmenleriyle savaşıp, kendinden korkmak yerine değerlerini başkalarıyla paylaşmaya hazır olmak lazım geliyor. Siyaset teorisini inceltip geliştirmek ve hakların bugünün dünyasında nasıl ele alınması gerektiğini daha detaylı tartışmak gerekiyor. Bu bana İslam=demokrasi demekten daha anlamlı ve modern demokratik sistemler açısından da daha yararlı olabilecek bir açılım gibi geliyor. Kısacası daha epey çalışmak gerekiyor ama ezber yapmak yerine ezberleri bozmak yönündeki çalışmalar olmalı bunlar. Az önce değindiğimiz Sabahattin hocanın çalışmaları gibi.

ALEV ERKİLET
Alev Erkilet, 1962 Ankara doğumludur. İlk, orta ve lise öğrenimini TED Özel Ankara Koleji'nde tamamladı. 1982'de Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. 1983'te aynı bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladı. Yüksek lisansını 1985'te, doktorasını ise "Ortadoğu'da Modernleşme ve İslami Hareketler" başlıklı teziyle 1996'da tamamladı. 1997-2000 yılları arasında Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapan Erkilet, doktora tezinin kitap olarak basılması üzerine Devrim Kanunları ve İrtica ile Mücadele Yasa ve Yönetmelikleri'ne aykırı yayında bulunmakla suçlanmış ve 27.09.2000 tarihli YÖK kararı ile kamu görevinden çıkarılmıştır. Erkilet'in Ortadoğu'da Modernleşme ve İslami Hareketler (4. Baskı, Hece Yayınları 2004), Ele Geçirilemeyen Toprak Kuzey Kafkasya: Şeyh Şamil'den Şamil Basayev'e Çeçenistan-Dağıstan Direniş Hareketleri (Fecr Yayınevi 2002), Eleştirilikten Uyuma: Türkiyeli Müslümanların Kamusal Alan Serüveni (Hece Yayınları 2004), Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları: Sorokin, Parsons, Dahrendorf, Merton (Hece Yayınları 2007) adıyla yayınlanmış dört kitabı ve aralarında Aliya İzzetbegoviç'in Tarihe Tanıklığım adlı otobiyografisinin de bulunduğu (Ahmet Demirhan ve Hanife Öz ile birlikte; Klasik Yayınları 2003) çeşitli çevirileri vardır. 2006 yılından bu yana İBB'nin Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi'nin sosyal araştırmalarını yürütmekte olan Erkilet, toplumsal değişme, siyaset ve kent sosyolojisi alanında çalışmalarını sürdürmekte ve çeşitli araştırma projelerine danışmanlık yapmaktadır.

tagore