28 Mart 2008 Cuma

Taraf Gazetesi Kapatılacak!



Yayına başladığı günden bu yana söylenilmeyeni söylemeye, yazılmayanı yazmaya çalıştılar.

Ortalıkta muhalif gazete diye dolaşan ideolojik yayınları, ortalıkta gazeteci diye dolaşan “resmi görüş” pazarlayıcılarını fena benzettiler.

Kürt sorununda duruşlarını çok net ortaya koydular, sınır ötesi operasyonda ölenlerin insan olduğuna vurgu yaptılar.

108 İnsan Öldü” diye başlık atabilecek kadar cesurdular.

Ergenekon’a en sivil tepkiyi onlar verdi.

Korkularından beslenmediler! Korkularından beslenenleri korkuttular.

“Kapatma Davası”nda gerçek “kapatma”ları deşifre ettiler.

Yazarken devletin refleksleriyle özdeşleşme hastalığından uzaktılar.

Özgür bir dille, özgün bir tarz oluşturdular.

Türk basınının olmayanı oldular.

Taraf gazetesinden söz ediyorum.

Kalemi eline aldığında eğitim mevzuatı gibi oynatan derin devletin maşalarına gazetecilik dersi verdiler.

Geçmişe nazaran bu kez yalnız değildiler.

Star gazetesi, Bugün, Sabah ve Yeni Şafak gazeteleri de ona eşlik ettiler.

Basın tarihinde belki de ilk kez gazeteciler, gazetecilik yaptıkları için ülkenin ana muhalefet partisi tarafından eleştirildiler ve suçlandılar.

Gazetecilik anlayışlarını destekledikleri partinin konumuna göre değerlendiren iktidarda başka, muhalefette başka bir yol takip eden kalemdaşları gibi değildiler. Süreklilik arz eden bir başı diklik vardı tutumlarında.

*

“Taraf Gazetesi Kapatılacak” diye yazmaya başlarken Taraf gazetesi muhabiri Soner Arıkan'ın tutuklandığı haberi geçti ajanslardan.

İşçi Partisinde ele geçirilen Yargıtay krokisine ilişkin haberi takip etmiş ve kaleme almıştı Soner Arıkan…

Bu haberin hemen ardından da basın meslek örgütleri, siyasiler ve ulusal örgütler tarafından linç edilmeye çalışıldı Taraf gazetesi.

Önce İlhan abi cephesi tutuklanma şeklini bahane ederek konuyu asıl mecraından saptırmayı denedi.

Bir anda Ergenekon örgütünden, darbe girişiminden İlhan abiye ve İlhan abinin yaşına çevrildi bütün gözler.

Sonra Bayan Perinçek İşçi Partisinde ele geçirilen kroki’nin Taraf gazetesi tarafından fakslandığını ve gazetenin ulusalcılara komplo kurduğunu iddia etti.

Ancak bu kez işe yaramadı!

Bayan Perinçeğin iddiaları belgeleriyle yalanlandı.

İlhan abi’nin yakın geçmişte yazdıkları, ulusalcı örgütlerin darbe hazırlıkları ve yapılanmaları bu kez gizli kalamadı.

*

Taraf gazetesinin Kürt sorununa yaklaşımı, Kıbrıs sorununa bakış açışı, 301’e ilişkin görüşleri, yayımlandığı tarihten itibaren ulusalcı çevreler ve derin güçler tarafından tedirginlikle takip edildi.

Ergenekon davasında takınılan tavır derin ağabeylerin Taraf gazetesine yönelik bir operasyona girişmesini kaçınılmaz kıldı.

Nokta dergisinin nasıl kapattırıldığı düşünüldüğünde farklı seslere tahammülsüz bir yapılanmanın neler yapabileceğini tahmin etmek güç değil.

Daha önce sermaye üzerinden gidilmiş ve derginin sahibine baskı yapılarak fiş çekilmişti.

Taraf gazetesinde ise sermaye üzerinden gidilemeyeceğine göre bakalım nasıl bir süreç işleyecek!

Ama ne olursa olsun hukuk bir gün hukuk katillerine de lazım olacak.

367 Benzeri bir hukuk cinayeti bizi neden şaşırtmaz?

28.03.2008


13 Mart 2008 Perşembe

cyrano...




cyrano de bergerac....

sanırım 95-96 idi ilkkez trt de siyah beyaz izlemiştim. gecenin bir yarısında başlayıp, sabaha doğru bitmişti.

sonra kitaplarını buldum farklı farklı tercümelerle...


gerard depardeu(heralde böyle yazılıyordu) mükemmel oynuyordu ama Edmond Rostand asıl mükemmel yazmıştı. kim olsa kötü oynayamazdı...


wikipedi film hakkında diyor ki: "Cyrano de Bergerac kılıcının gücü kadar, etkili ve güzel konuşması ve burnunun büyüklüğü ile de tanınmış bir silahşördür. Kuzini Roxane'a olan aşkını burnunun iriliği nedeniyle duyduğu kompleks yüzünden dile getirememiştir. Cyrano'nun emrindeki yeni yetme yakışıklı silahşör Christian da Roxane'a aşıktır; ne var ki aşkını Roxane'ı etkileyecek kadar güzel kelimelerle ifade edemeyeceği için suskun kalır. Roxane ise Christian'ı görüp beğenir ve bir ağabey olarak bildiği Cyrano'dan bu genç adamla irtibatlarını sağlamasını rica eder. Cyrano, duygularını perde arkasından olsa da Roxane'a bu yakışıklı silahşör aracılığıyla aktarabilmek için, Christian'a değişik bir öneride bulunur: Cyrano bütün aşk mektuplarını yazacak ve ikili buluşmalarda suflör (fısıldayıcı) görevini üstlenecektir. Bu şekilde gelişen ilişki, silahşörlerin cephe emri almasıyla yeni bir boyut kazanır. Roxane ve Christian, birlik cepheye doğru yola çıkmadan hemen önce acilen evlenirler. Cyrano, Roxane'a Christian'ı koruyacağına söz verir. Cyrano Christian'ı korumakla kalmaz; onun ağzından her gün Roxane'a iki mektup yazıp, cephe gerisine kendisi götürür. Ayrılığa ve mektuplardaki hislerin gücüne dayanamayan Roxane, cepheye gelmek üzere yola çıkar. Aynı gün, Christian Cyrano'nun kendisinden habersiz Roxane'a mektup yazdığını farkeder ve bu aşkı Roxane'a itiraf etmesini ister. Christian bir mermi ile yaralanır; ölümü Roxane'ın kollarında olacak ve mektubun üzerinde Cyrano'nun gözyaşları ve Christian'ın kanı yeralacaktır. Cyrano sırrını saklamaya karar verir. Roxane manastıra kapanma kararı alır. Eser, yıllar sonra Cyrano'nun Roxane'ın kollarında aşkını nihayet açıklaması ve hayata gözlerini yumması ile son bulur."


sıradışı bir aşk hikayesi aslında ama içinde ahlaki temelleri bulunan bir aşk hikayesi.

sadece bir aşk hikayesi olmadan öte anarşist ruhlu, şair ve itaatsiz bir kahramanın, cyrano'nun politika, hayat ve savaş üzerine sorgulamaları çıkıyor karşımıza....


aşk'ın "sahip olmak" üzerine kurgulandığı bir zamanda "aşk" a sahip olmadan da anlamlar yükleyebilen, severken karşılık beklemeyen bir romantik sövalye cyrano...


dünyada karşılığı varmıdır bilmem.


ama, kavramlara anlamlar yükleyeceksek , bu kavramların dünyevi karşılıklarına göre değilde asıl taşımaları gereken anlam üzerine yüklemeliyiz.


cyrano de bergerac bunu layıkıyla yerine getirmiş.


aşk bir menfaat birlikteliği değilse, aşk, cinsel arzuların tatmininden başka birşeyse, aşk şehvet ve sahip olma güdülerinin dışında bir anlam taşıyorsa...


Edmond Rostand ve cyrano de bergerac hakkıyla bunu başarmış...



bir kaç pasaj

1.

cyrano de bergerac: kibarlar için yasa çizme değil, kılıçtır.

de guiche: can sıkmaya başladı!

vicomte de valvert: pöh! farfaranın biri!

de guiche: elverir, kabak tadı! haddini bildirecek kimse yok mu?

de valvert: ne demek! durun şimdi. (kendisini süzen cyrano'ya yaklaşır ve azametli bir tavırla karşısına dikilir) burnunuz ne kocaman!

cyrano: (pür ciddiyet) evet, pek kocaman! hepsi bu mu?

de valvert: daha?

cyrano: bu kadarı az delikanlı! halbuki neler neler bulunmaz söyleyecek! asıl iş edada. meselâ bak,

hoyratça: "burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlak dibinden kestirirdim!

dostça: "yana yatmaz mı, senden evvel davranıp kadehine batmaz mı?"

tarifle: "burun değil bir kere, coğrafyadaböylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!"

mütecessis: "acaba neye yarar bu alet?makas kutusu mudur, divit midir izah et!"

zarifâne: "kuşları sevdiğiniz besbelli!yorulmasınlar diye yavrucaklar, temellibir tünek kurmuşsunuz!"

pür neş'e: "birader, şukoskocaman burnunla tütün içince, komşu"yangın var!" demiyor mu?"

müdebbir: "aman yavrum,bu ağırlıkla yere düşmenden korkuyorum!"

müşfik: "yaptırın ona küçücük bir şemsiye,yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!"

alimâne: "görmüştüm aristophane'da belkihippocampelephan tocamélos adındakihayvanın burnu gayet büyükmüş! sen ne dersin?"

nobran: "zaten bilirim, sen misafir seversin, bu, şapka asmak için ne mükemmel bir icat!"

şairâne: "ey burun! bütün cihana inat,seni baştan aşağı nezle etmeye kaadir tek rüzgar bulunamaz, karayel istisnadır!"

hazin: "bir de kanarsa, kızıldeniz, ne belâ!"

hayran: "lavantacıya ne mükemmel tabela!"

safiyâne: "abide ne günleri gezilir?"hürmetkârâne: "beyefendi kibarsınız muhakkak,yoksa imkânı var mı cumba sahibi olmak?"

köylü: "vış anam! bu ne? bilmem guş mu balıh mı?yoksa bir tohuma gaçmış salatalıh mı?"sivri akıllı: "bunu tombalaya koymalı!kim elinden kaçırmak ister böyle bir malı?"ve hıçkıra hıçkıra, nihayet,

pyrame gibi,"bu ne felâket! bu ne musibettir yarabbi!böyle berbat edip de yüzünü sahibinin,şimdi de utancından kızarıyor bak hain!"

olsaydı biraz nükte, biraz malûmatınız,işte karşıma geçip bunları sayardınız.fakat sizde nükteden eser yok zerre kadar,neyleyim cenab-ı hakk ihsan buyurmamışlar!

zaten bir parça icat kudreti olsa bileböyle seçkin, muhterem hüzzar önünde hele,bana bu şakaları yapamazdınız elbet.ağzınızdan çıkmaya daha olmadan kısmet bunlardan birinin en ufak başlangıcı,karşınıza çıkardı bergerac'ın kılıcı!ben bunları söylerim oldukça belâgatle;başkasından dinlemem fakat tekini bile!


2.


ne yapmak lasimmis?

saglam bir dayi bulup catmak sirnasik gibi,bir agac govdesini, tipki sarmasik gibi,yerden etekleyerek velinimet sanmak mi?

kudretle davranmayip hileyle tirmanmak mi?

istemem eksik olsun! herkes gibi, kosarak,yabanin zenginine methiyeler mi yazmak?

yoksa nazirin yuzu gulecek diye bir ankarsisinda takla mi atmak lasim her zaman?istemem eksik olsun!

ricaya mi gitmeli?kapi kapi dolasip pabuc mu eskitmeli?

yoksa nasir mi tutsun surunmekten dizlerim?

yahut egilmekten mi agrisin otem berim?istemem eksik olsun!

taziya tut, tavsana kac mi demeli?

belki kaz gelir diye banatavuk mu gondermeli?

yoksa bir fino gibisusta durmak midir ki, acep en munasibi?

istemem eksik olsun! bir kibar salonunda kucak kucak dolasip boy atmak ve sonunda,marifet si're koyup kameri, yildizlari,aska getirmek midir, evde kalmis kizlari?

istemem eksik olsun! yahut san olsun diye,meshur bir kitapciya giderek, veresiyesiir mecmuasi mi bastirmali?

istememeksik olsun! acaba bulup bir alay sersemmeyhane kosesinde dahi olmak mi huner?istemem eksik olsun!

bir tek siirle yer yerdolasip da herkesten alkis mi dilenmeli?istemem eksik olsun!

yoksa bir suru kelisirma sacli diyerek goge mi cikarmali?

yoksa odum kopsun bir allahin aptaligazeteye bir tenkit yazacak diye her gun?yahut sayiklamak mi lazim:

"adim gorunsunaman!" diye su meshur mercure ceridesinde?istemem eksik olsun!

ve ta son nefesindebile cekinmek, korkmak, benzi sararmak, bitmek,siir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,karsisinda zoraki siritmak her abusun.eksik olsun istemem, istemem eksik olsun!

fakat sarki soylemek, gulmek, dalmak hulyaya,yapayalniz, ama hur, seyahat etmek aya,goren gozu, cinlayan sesi olmak ve caniisteyince sapkayi ters giymek, karisaniolmamak.

bir hic icin ya kilicina veya kalemine sarilmak ve ancak duya duyayazmak, sonra dagayet tevazula kendine:cocugum! demek, butun bunlari hos gor yine,hos gor bu cicekleri, hatta bu kuru dali,bunlar yabanin degil, kendi bahcenin mali!varsin, kucucuk olsun futuhatin, fakat bil,onu fetheden sensin, yoksa baskasi degil.ara hakkini hatta kendi nefsinden bile.velhasil bir tufeyli sarmasik zilletiyletirmanma!

varsin boyun olmasin sogut kadar,bulutlara cikmazsa yapraklarin ne zarar?kavaklar sira sira dikilse dekarsinaboy ver, dayanmaksizin, yalniz ve tek basina!


ilgili linkler:












11 Mart 2008 Salı

KABUL EDİLMEYEN DUALARIMIZDAN...

“Hesap gününde Allah, insana kendisinin bile bilmediği, işlemediği, hatırlamadığı eylemlerden dolayı sevaplar yazarmış. İnsanlar şaşırır ve “Allah’ım ben bunu bilmiyorum, ben bu iyiliği yapmadım” dermiş. Allah’ da buyururmuş ki; ” Bu kulumun benden dünyada istediği ama o dünyadayken benim kabul etmediğim dualarıdır. Onların karşılığını şimdi veriyorum.”

Hadisi Şerif diye dinlediğim ama sıhhati konusunda bilgiye sahip olmadığım bu metni yazarken dışarıda sala okunuyor. Ve bu sala bana Irak’ın bombalandığı gece televizyon ekranlarında izlediğim - dinlediğim, cami minarelerinden yükselen salayı hatırlatıyor.

91 yılıydı yanılmıyorsam. Daha 17 yaşındaydım... Lisedeydim... Solcuydum... Geceyi Aşkın’larda geçirecektim. Günlerdir ABD’nin Irak’ı işgal edeceği söyleniyor, konuşuluyordu. Hiç savaş yaşamamıştım. Hiç görmemiştim... Ve öyle uzak geliyordu ki.

Her Pazar izlediğim western filmlerinde beyazları tutuyordum. Beyazlar iyi adamlardı, Kızılderililer kötü. Savaş olmayacak diyordum, Amerika blöf yapıyor. İddiaya bile girmiştim bunun için...

Saat gece yarısını geçiyordu. Dayım hışımla daldı odaya. “Amerika Irak’a saldırmış“ dedi. Ajanstan dinlemiş. İmam Hatip’liydi dayım. Ama İmam Hatip’in sadece kapısından girmişti. “Ne Arap’ın yüzü, ne Şam’ın şekeriydi“ onun için. “Araplar da pisti“ zaten. Kapıdaki köpeğin adı da, “Arap“tı.

İlk o gün nefret ettim Amerika’dan ve Amerikalılardan. Ve belki ilk o gün nefret ettim dayımdan. CNN canlı yayınlıyordu savaşı, yıkılan binalar, kaçışan insanlar.. ve Amerikan saldırısını, spor müsabakası anlatır gibi anlatan, her isabetli atışta heyecanlanıp, kaçan atışlarda üzülerek yenisini bekleyen CNN sunucuları...

O günden sonra Amerika’nın neyi varsa boykot ettim. Kotunu giymedim, sigarasını içmedim. Fastfood’larının yanından geçmekten başka suçum olmadı. Kolasının tadına bakmadı sindirim organlarım...

Aradan zaman geçti… Uzun zaman... Hiç sağcı olmamıştım ama artık solcu da değildim. 2000’lerdeydik. Yine savaş konuşuluyordu, yine Amerika, yine Irak. Amerika özgürlük getirecekti Irak’a, Amerika demokrasi getirecekti Iraklılara.

Kürtler, Araplar, yaramaz Sünniler, itaatsiz Şiiler kurtarılacaktı. Senaryo aynıydı ama başroller değişmişti. Artık “Başkan Bush” demiyorduk, “Başkan W. Bush” diyorduk sömürge ağzıyla. Yerli basın kraldan çok kralcı tavrıyla, Saddam’ın nükleer gücünden, Amerika’nın korkulu rüyası! Devrim Muhafızlarından bahsediyordu. 90’da baba Bush Irak’ı sarsmış, ama yıkamamıştı. O gün Bağdat’a yürünse idi bugün Irak’a saldırılmayacaktı!

Unutulanlar vardı oysa... Unutmayanlar da...

Hatırlanmaması için ellerinden geleni yaptılar köşe yazı-larında. İran - Irak savaşında kullanılan kimyasal silahlar ABD, Fransa ve İngiltere tarafından sağlanmıştı Irak’a... Soğuk savaş şartları bunu gerektirmişti!

Ve o sâlâ! Bombalardan daha çok acıtıyordu, bombalardan daha çok batıyordu bağrımıza.Saddam Kürtler’e, kimyasal silahlarla saldırırken Halepçe’de, bu silahların sahipleri göz yummuşlardı olanlara. Saddam, var olduğu iddia edilen ama bir turlu bulunamayan kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar üzerinde çalışıyor, yeni silahlarını Kürtler ve Şiiler üzerinde deniyordu. Uzun menzilli füzeler üretmişti. Öyle ki; İstanbul’u bile vurabilirdi! Amerika’nın bulvar gazetelerinde bile rastlanmayan bayağılıklar, Amerikan dışişlerinin bile kullanmadığı yalan argümanlar, gazetecilik adına yayımlanıyordu gazetelerde...

Oysa öteki Irak’ta Körfez Savaşı’ndan bu yana bir milyon çocuk ilaç ve gıda yetersizliği nedeniyle ölmüştü. Irak’ın petrolleri BM denetimindeydi. Ancak gıda karşılığı petrol satabiliyor, buna da son bir kaç yıldır izin veriliyordu. Her fırsatta uluslararası kuruluşlar denetim ve gözetim için Irak’taydı. Saddam ise Türkiye ve Kuzey Kore gibi ilkel komünist ülkelerde olduğu gibi kurtuluş günlerin-de, zafer bayramlarında, öğrencilerin ve memurlarının zoraki alkışları altında güç gösterisi yapıyordu stadyumlarda, Bağdat’ın caddelerinde...

Aradan uzun zaman geçmişti...

Bir akşamüzeriydi. Ve Amerikan uçaklarının Bağdat’ı bombalayışının görüntüleri akıyordu televizyon ekranla-rında. Film seyreder gibi seyretti insanlık, bir rambo fil-mini izler gibi. Taş taş üstünde kalmayıncaya kadar bombalandı Irak. Ve o sala! Bombalardan daha çok acıtıyordu, bombalardan daha çok batıyordu bağrımıza.
İngiltere de bir milyon kişi toplanırken alanlara, Türkiye’de on bin kişi...Daha işgalden çok önce tasarlanmış ol-malıydı proje. Dün-yanın her yerinden tepkiler yükselecekti. Ama en önemlisi işgalin yanı başında farklı seslerin yükselmemesiydi. Ancak bir halk kahramanının yönetiminde, ancak bir kurtarıcının başbakanlığında susturulurdu geniş halk kitleleri...

Ağızlarına bir parmak başörtüsü sosu çalmaya görün, nasılda inerdi yelkenleri. İngiltere de bir milyon kişi top-lanırken alanlara, Türkiye’de on bin kişi... Irak’a saldır-mayı düşünenler Türkiye’den tepki gelmesin diye önlem-lerini almışlardı, bir seçim önce. Sadece bu iktidar döne-minde insanlar çekilebilirdi kabuklarına, sadece bu ikti-dar zamanında tepkilerini, özlemlerini askıya alabilirdi Türkiye...
Bir rüyaydı yaşanan ...
Bir sihirli el dokunacak ve uyanacaktık bu kabustan. Ama öyle olmadı...
Uyandığımda elimde taşıdığım pankartta “savaşa hayır!” “Cephane bizden değil!” yazıyordu.
...
Ve geri dönüp baktığımda,
Aklımda neler kalmış diye...
Bir başbakan kalıyor hafızalarda. Azarlıyor arkadaşlarını, tezkere geçmemiş...!
Bir basın, nüksetmiş eski hastalıkları...
Bir halk, inkar etmiş tüm kutsallarını...
Yalan... Ve yalan durmadan dimağlarımıza akıtılan...
Sadece ve sadece...
Ve sıkılı yumruklar...
Ve dimdik hepimizin başları...

Üstün Bol

üzgünlük...

güzel kızım,
can dündar’ın ‘savaşta ne yaptın baba”sını okuyorum, bir kaç gündür.
ve kitabın ortalarında bir yerde, aniden kapatarak okuduğum sayfayı,
sana yazmaya başladım...
can amcan ısrarla, ileride çocuklar babalarına soracaklar,
“savaşta ne yaptın baba?” diye, diyor.
“sen, savaşta ne yaptın baba?” “utanarak dolaşmakta, gururla yürümekte senin elinde”

büyük ihtimalle sen de soracaksın güzel kızım, annenin ve babanın savaşta ne yaptığını?...

gururla dolaşacak kadar çok şey yapmadık belki... ama, bağırdık sokaklarda “savaşa hayır” diye, savaşa hayır diyenlerle birlikte...

“amerikan sembollerini tüketmiyoruz“ dedik. tüketmedik de...
bir hayat tarzı olarak tüketmedik, küresel emperyalizmin ürünlerini...

zalimlerden yana olmadık hiç. “ülke çıkarları” söylemine sığınmadı dilimiz. pekaka kartına, kürt devletine, avrupa birliği’ne girme şantajına boyun eğmedik...
üç- beş dolar amerikan yardımını düşünmedik... ölesi, masum / kardeş çocukların yanında.
unutmamalısın ki, “kalabalıklar” bizler gibi yaklaşmadı ırak savaşı’na...
biz gurur duyamıyoruz yapabildiklerimizle, a-ma sen gurur duya-bilirsin, anneciğinle, babacığınla...

unutmamalısın ki, “kalabalıklar” bizler gibi yaklaşmadı ırak savaşı’na... en yakın akrabaların bile, amerikan-ingiliz saflarında yer aldı.
ölecek masum çocukların yanında, ölecek suçsuz insanların yanında...
üç - beş amerikan dolarına sattılar kendilerini...

önümüzde iran var kızım... ben şimdi sana, tarihler bir mayısı gösterirken, karalarken bu satırları... senin akrabalarınla birlikte, amerikan – ingiliz güçleri iran pazarlığı yapıyorlar. gizli , gizli...

bu savaştan ne kazanabileceğini tasarlıyor ülkenin yöneticileri. bu savaşın ne getirebileceğini düşünüyor akrabaların...

kan kokan ellerini amerikan dolarlarıyla oğuşturuyorlar şimdi.

onlara acı kızım, onlara üzül. ama, affetme!

çünkü; hiç bir ölü çocuk, çünkü; hiçbir yaralı çocuk, çünkü; hiçbir masum insan affetmeyecek onları...

hiçbir iktidar hırsı ödeyemez, ölen / ölecek olan çocukların hayatlarının bedelini...

ölen çocuklar; ahirette alacaklar, hayatları üzerinden pazarlık yapan barbarlardan haklarını...

ırak savaşı için nasıl gurur duyacaksan anneciğinle, babacığınla...
muhtemel iran savaşında da, Allah’ la beraber olacak anneciğin, babacığın...
......
hiçbir iktidar hırsı ödeyemez, ölen / ölecek olan çocukların hayatlarının bedelini...
...
sana ne bırakabilirim diye düşünüyorum epey zamandır. kitap-lığımız geliyor aklıma...

çoğu zaman cebimdeki son parayı harcayarak satın aldığım kitaplar kalacak ...

her görüşten, her kesimden kitapları bulabileceğin bir kitaplığın olacak büyüdüğünde....

ya sonra... daha... başka...

eğer antikapitalist, antiemperyalist bir kızım olursa geride bıraktığım...
sana ve Allah’a... mutlu hissedeceğim kendimi...

ve muhtemelen senden önce öldüğümde, diyeceğim ki ;

“amellerim, sevaplarım, iyiliklerim bir kenara, dünyada bir kız bıraktım sana...
Sen’in için, Sen’in adına...”


...


herkes kendi ödevini yapar kızım, sen de yap kendi ödevini...

benim için değil, kendin için yap önce, tüm yaptıklarını...

senin çocuklarında sorduğunda savaşta ne yaptığını...
söyleyecek sözlerin olmalı...

yusuf azra

MERHAMET DİLENMİYORUZ!

“Bir kara kaplumbağa ailesi hayatlarında bir kez olsun deniz kenarında piknik yapmaya niyetlenmişler. Baba kaplumbağa yıllardır ağaçlar, otlar, çiçekler arasında yaşadıklarını artık, ölmeden önce akrabaları deniz kap-lumbağalarının öve öve bitiremediği denizi görmek ve bir kez olsun deniz kenarında piknik yapmak istediğini açıklar ailesine. “Benim ömrüm yetmezse de çocuklarımız görür hiç değilse” diye ekler. Karar verilir, anne kaplum-bağa, baba kaplumbağa ve yavru/oğul kaplumbağa yola çıkarlar. Az giderler, uz giderler. 5 yıl, 10 yıl derken 30 yıl sonra nihayet denize ulaşırlar. Anne kaplumbağa piknik çantasını açar. Pastalar, kekler çıkarılırken fark eder ki çay unutulmuştur. Nasıl yaparız, ne ederiz diye düşü-nürken, baba kaplumbağa oğluna döner ve hadi bir koşu evden çayı kap gel der. Yavru kaplumbağa mırın eder, kırın eder. “Siz beni beklemezsiniz, pastaları, kekleri biti-rirsiniz” der; başlar ağlamaya. Anne kaplumbağa o dö-nünceye kadar keklere, pastalara el bile sürmeyeceklerini garanti edince istemeye istemeye de olsa dönüş yoluna koyulur. Aradan 3 yıl gecer, 5 yıl geçer, 15 yıl geçer.

Baba kaplumbağa artık iyice yaşlanmış ve acıkmıştır. Keke doğru uzanır, bir dilim alır ve hanımına derki sen keki keserek dilim dilim getirirsin bizim oğlanda o yok-ken yediğimi anlamaz. Tam o sırada ağaçların arkasın-dan otlar sallanmaya başlar hışırtılar duyulur ve ağla-maklı bir ses tonuyla yavru kaplumbağa : ‘Biliyordum, biliyordum! Beni beklemeyeceğinizi biliyordum. Bunca yıl bunu görmek için şu ağaçların arkasında saklandım...’ diyerek çıkar ortaya”.

Türkiye sivil toplumculuğu ve özelde Müslümanların sivil toplumculuğunu özetlemek açısından bu hikaye çok özel bir anlam taşıyor. Baktığınız açıya göre iki farklı anlam bu hikâyede öne çıkıyor. Birincisi baba kaplumba-ğanın doğasına aykırı olduğu halde deniz kaplumbağala-rına özenerek hayatında bir kez de olsa deniz kenarında piknik yapma arzusu, diğeri ise yavru kaplumbağanın kendisine tevdi edilen görevi ve kendisinin istemeye istemeye de olsa kabul ettiği görevi ben sonucunun bu olacağını biliyordum diyerek yapmaması.
Kamunun yurttaşlarına karşı işlediği ya da işleyebileceği suçların karşılığı ancak kamuya kar-şı mücadele eden bir sivil toplum yapılaşmasıyla mümkündür.Hikâyenin analizine geçme-den önce Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesinin ya-pısına da değinmekte fayda var. Televizyon ekranlarında, radyolarda, gazetelerde sivil toplum örgütü temsilcisi sıfatıyla konuşanların ne ka-dar sivil toplum örgütlerini temsil ettiği, bu örgüt ve yapılanmaların ne kadar sivil olduğunun da değerlendirilmesi gerekiyor. Sivil toplum örgütlenmelerinin dünyadaki yansımalarına baktığınız zaman aslında tam adının ‘devlet dışı güçler’ olduğunu görürüz. Türkiye’de ise bu yapılanmalar tarif edilirken sivil toplum örgütlenmesi olarak çevrildiği dikkat çeker. Çünkü Türkiye’de devlet karşıtı olmak vatan haini olmakla eşdeğerdir.

Çalışma alanlarına baktığınız zaman ise görürüz ki sivil toplum örgütleri devlete kamu erk’ine karşı mücadele etmektedir. Kamu yurttaşlarının birbirine karşı işlediği suçları zaten kanunlarla, yasalarla bir şekilde çözmek-tedir. Ancak kamunun yurttaşlarına karşı işlediği ya da işleyebileceği suçların karşılığı ancak kamuya karşı mü-cadele eden bir sivil toplum yapılaşmasıyla mümkündür. Dolayısıyla kamu erkine karşı mücadele edebilmek için kamudan bağımsız olmak sivil toplum örgütü olmanın ilk şartıdır. İkinci en temel şart ise ortak insanlık değer-lerine yapılacak katkı dışında sivil toplum örgütü men-suplarının beklentilerinin olmamasıdır. Maddi beklen-tiler ve gelecek yatırımı yapılarak ve bizim söylemimizle Allah rızasının dışında beklentilerle sivil toplumculuk yapılamaz. Yapılırsa ya da yapılıyorsa bunun adı sivil toplumculuk değil, alış-veriş, ticaret ya da başka bir şeydir.

Geriye ne kaldı denildiğinde ise gerçek sivil toplum örgütlenmeleri gün yüzüne çıkar. Bunlar insan hakları örgütleri, tüketici örgütlenmeleri ve çevre örgütlenmeleridir.Buradan yola çıkarak tüm meslek örgütlenmelerini, tüm sendikaları, tüm partileri sivil toplum örgütü sahasının dışına zevkle itebiliriz. Çünkü adı sayılan ve sayılamayan bu yapılanmaların hepsi bir çıkar / beklenti sonucu kurulmuş ve bu çıkar ve beklentilerden beslenen bir yapıya sahiptir. Bu yapı-lanmalardan şu andaki fonksiyonlarını alırsanız ke-penklerini kapatırlar. Çünkü sistem tarafından beslenip sistemi beslemek üzere programlanmışlardır.
“Peki, o halde geriye ne kaldı” denildiğinde ise gerçek sivil toplum örgütlenmeleri gün yüzüne çıkar. Bunlar insan hakları örgütleri, tüketici örgütlenmeleri ve çevre örgütlenmeleridir. Bu yapılanmaların kendi içinde kötü örnekleri bulunabilir. Ancak bu kötü örnekler sivil toplum örgütleşmesinin kötülüğü anlamına gelmez. Bu apayrı bir konudur. Zira su-i misal, misal olmaz!

Ve artık kamu erki bizi de coplanacaklar listesine eklemişti.Şimdi ütopyalardan başlayarak hikâyemizi okuyalım... Bu ülke, başta bu ülkenin Müslümanları uzun zamandır sivil toplumculuk oynarken amaçlarını iktidar olmak olarak ortaya koydular. İnsan hak-ları ihlâlleri, çevrenin korunması ve sonraki nesillere sağlıklı nakli, üretici ve tüketici –alışveriş- sırasında yaşanan hak ihlalleri kimsenin umurunda olmadığı gibi akıllarına dahi gelmiyordu. Varsa yoksa siyasi iktidar olunacaktı ve siyasi iktidar bütün sorunları bir hokus pokusla çözerek cennet gibi bir ülke yaratacaktı. Değil miydi ki, o güne değin kamu erkinin copu kendilerine dönmemişti. Sokaklarda hak arayanlar, taleplerini dile getirenler örgüt üyesi olmakla, kullanıl-makla itham ediliyor, polisin sert tavrı bu halde anlaşılır ve haklı kabul edilerek içten içe seviniliyordu. Polis bu ülkenin polisi, asker bu ülkenin askeriydi. Üniforma ile ölenler şehit ve kamu külliyyen haklıydı.

Bu süreçte insanlar tek mücadelenin siyasi mücadele olduğu düşüncesiyle uzun süre pasif bırakıldılar. Herkes siyasi mücadelenin sonuna odaklanmıştı. Neler olabilirdi neler yapılabilirdi. Bunu görmeden siyasi mücadeleden umut eksiltmeye kimsenin gönlü razı değildi. Ve bu süreç beklenenden de daha kısa bir sürede sonuç verdi. Artık nur topu gibi bir 28 Şubat’ımız vardı. Başörtüsü eylemleri, sınava alınmayanlar, hastane kapılarından ko-vulanlar, sağlık hizmetleri görülmeyerek ölüme terk edi-lenler... Ve artık kamu erki bizi de coplanacaklar listesine eklemişti.

Bu sürecin aslında bir değişikliğe işaret olmadığı, sadece daha önce izin verilenler ve şimdi izin verilmeyenler gibi bir ayrımın sonucu olduğu çok yazıldı, çok çizildi. Bizi ilgilendiren kısım izin verenlerin ne yaptığı değil başından bu yana aslında gerçekliğine kendileri de tam olarak inanmadığı halde birileri tarafından enerjinin tek bir noktada kullanılarak sönümlendirilmesidir. Sadece bu meselede ya da siyasi alanda değil hayatın içinde daha pek çok alanda bu uygulamaya rastlıyoruz. Siirt’e 100 bin kapasiteli otomobil fabrikası açmak fikrinde de bunu açıkça görebiliyoruz. Almanya’da ki Türkiye Holding’leri ve bu holdinglere para kaptıranlar meselesinde de vaka aynı. İnsan enerjisi ütopyalar peşinde sönümlendirilmekte, insanların geleceğe ait beklentileri, enerji ve umutları bu ütopyalar sayesinde söndürülmektedir.

Öte yandan hayal kurmak insanın en olmazsa olmaz devinimidir. Hayal kurmaktan, hedefler belirleyip o hedeflere ulaşmak için çalışmaktan daha güzel ne olabilir. Hayal ve ütopya arasındaki çizgi önce bireyler tarafından ardından da kanaat önderleri tarafından dikkatlice değerlendirilmelidir.

Gelelim yavru kaplumbağaya!
Kendisine tevdi edilen görevi istemeye istemeye de olsa kabul eden yavru kaplumbağa bunun sonuçlarını da peşinen kabullenmiş demektir. Kendisine görev tevdi edilirken bu görevi alamayacağını, yapamayacağını söyleyemeyen ve ancak üstlendiği görevi bile isteye yüzüne gözüne bulaştıran yavru kaplumbağalardan ne kadar da çok var! Bu tür kaplumbağalar güzel günlerde sizinle birliktedirler. Basın toplantılarında, panellerde eylemlerde hep en önde dururlar. Ama işler ters gitmeye görsün gemiyi ilk terk eden bu tür kaplumbağalardır. ‘Biliyordum biliyordum...’ diye konuşurlar. ‘Böyle olacağını biliyordum.’

Bu tür kaplumbağalar iki kez tehlikelidir. Birincisi üstlendikleri görevi bile-isteye yapmaz ve fakat yapmayacaklarını da söylemeyerek sürecin uzamasına işin / görevin kesintiye uğramasına neden olurlar.

İkinci tehlikeleri ise, tez canlı ve terk edicidirler. Başarıyı görsel olarak algılar ve bu görsellik oluşmadığı takdirde acımasız eleştirilerde bulunarak gemiyi terk etme sinyalleri verirler.

Zararları sadece kendilerine değildir. Aynı zamanda moral yıkıcılık ve ümitsizlik yayarlar. Tez canlıdırlar. Kolay bağlanır ve kolay koparlar. Şıp sevdidirler. Bir kaç gün gönül eğlendirip sonra hevesleri kalmayınca kaytarmanın yollarını ararlar. Sivil toplumculuk onlar için hobidir. Boş zamanlarını değerlendirdiklerini düşü-nürler. Toplantılar, sivil toplum çalışmaları keyfe keder çalışmalardır. Katılarak lütufta bulunurlar, katılmazlarsa kimseye hesap vermezler. Zaten bu iş gönüllülük esasına dayalıdır. Onlara göre gönüllülük canı istediğinde, canının istediğini yapmaktan ibarettir...

Nasıl bir örgütlülük nasıl bir örgüt
Örgüt sözcüğünün sizi korkuttuğunu biliyorum. Bu güne kadar ne kadar kirli iş yapıldıysa, ne kadar çözülemeyen sorun varsa hepsini bu örgütler yapmıştır. Hangimizin anne babası üniversiteye giderken ya da Büyükşehir’e ekmek parası kazanmaya giderken kulağımıza eğilip derneklerden, vakıflardan uzak durmamızı tembihle-memiştir. Sadece bununla da bitmez sıladan gelen her mektubun en az 3–5 yerinde bu tembih tekrarlanmıştır.

Devlet kendini koruma refleksi olarak bu ülkede insan-ları her şeyden uzak tutmayı yeğlemiştir. Herkes her şey-den uzak durursa, kimse yapılanları sorgulamazsa, sor-gulandığında da had bildirildiğinde kimse tepki göster-mezse, sorun da kalmayacaktır. Türkiye yıllarca bu para-noyayla uğraşmış ve belki de bu yüzden Türkiye’de sivil toplumculuk bu kadar küçük ve çelimsiz kalmıştır. An-cak yavaş da olsa gün değişmektedir. Ve bu gün değişi-minde sivil toplum örgütlenmelerinin mecraı şekillen-melidir. Nedir bu unsurlar? Sivil toplum kuruluşlarını sivil toplum kuruluşu yapan özellikler nelerdir?

Sivil toplum kuruluşlarını sivil toplum kuruluşu yapan özellikler nelerdir?
Birincisi ve en önemlisi tam bağımsızlıktır. Maddi ve manevi anlamda tam bağımsızlık. Mad-di anlamda bağımsızlık çünkü borç alan emir de alır pren-sibiyle sivil toplum örgütleri yaptıkları ya da yapacakları çalışmalarda kamunun yardım ve desteğinden maddi anlamda uzak durmalıdır. Hem kamuya karşı mücadele edip hem de kamu kaynaklarıyla beslenmek hem ahlâk açısından hem de yapılan çalışmaların bereketi açısından zararlıdır.

Manevi anlamda bağımsızlık çünkü kendini kamuya / devlete borçlu hisseden, “devlet olmasaydı ben de olmazdım, olamazdım” diyen gelenekçi anlayıştan, “ben yoksam devlet de yok, ben olmazsam devlet de olmaz” diyen insanı önceleyen bir anlayış, vazgeçilmez ve elzemdir. Gelenek-çi yaklaşımın ikinci aşaması, kol kırılır yen içinde kalır
“Devlet olmasaydı ben de olmazdım, olamazdım” diyen gelenekçi anlayıştan “ben yoksam devlet de yok, ben olmazsam devlet de olmaz” diyen insanı önceleyen bir anlayış, vazgeçilmez ve elzemdir.anlayışıdır ki, bu yaklaşım sivil toplumcularca asla benimsenemez.

Sivil toplum kuruluşlarını sivil toplum kuruluşu yapan ikinci özellik, evrensel insan haklarıdır. Rengi, dili, dini ne olursa olsun mazlumdan ya-na zalime karşı bir çizgi sivil toplumculuğun olmazsa olmazlarındandır. Temellerini “hılf-ul fudul” örneğinden alan, kendisine rehber olarak insanlığın yüz akını ve onun eylemlerini seçen sivil toplumcular o ulu önderin çizdiği yolda yürüdüklerinin farkında ve bilincindedirler. Bu bilinç ve farkındalık, aslında atılan her adımın ibadet olduğu bilinci ve farkındalığıdır.

Üçüncüsü kişisel çıkar ve beklenti içinde olmaksızın insanlığın iyiliğini istemek ve insanların iyiliği için elinden gelen tüm gayreti göstermektir. Sivil toplumcu yapmış olduğu çalışmalardan rant elde etmeyi düşün-mez, düşünemez. Yapmış olduğu çalışmaları gelecek ve çıkar beklentileri üzerine bina etmez, edemez.

Daha genel bir sınıflandırma yaparsak; gerçek sivil toplumcu yapacağı çalışmaları geçmişten alınmış bir ödev ve gelecek nesillere bırakılacak bir borç olarak okur. Başarıyı görsel temellerle ya da matematiksel verilerle açıklamaz. Aksine doğru olanın, doğru zamanda, gerekirse herkese karşı haykırılması olduğunu düşünür. Sivil toplum mücadelesini hobi olarak değil, sorumluluk olarak kabul eder. Sivil toplum mücadelesi, bile-isteye yüklenilen ve sonuçları baştan kabullenilen bir görevdir. Sivil toplum mücadelesi verenler boş zamanlarında sivil toplumcu olmazlar, bu mücadele için zaman, emek ve
Biz sivil toplum mücadelesini hobi olarak değil, sorumluluk olarak kabul ediyoruz.para ayırırlar. “Ben olmasam da olur” diye düşünmezler, “Ben olmasam da işler yürür ama işleri ben yürütmeliyim” diye düşü-nürler. Sorun çözerler sorun olmazlar. Hesap sorarlar ve gerektiğinde hesap verirler. Gönüllüdürler yani gönülden verirler. Canı istediğinde değil can-ı gönülden çalışırlar.

Son söz! Bu şekilde bir örgütsel yapı kurulabilir mi? Kanaat önderlerinin bilerek veya bilmeyerek sabote etmediği, sırtını yalnızca ve yalnızca gerçeğe dayayan bir örgütsel yapı mevcut mudur? Kişisel çıkar ve beklentilerin hesaplanmadığı, ortak insanlık değerlerini yüceltmek ve korumak adına mücadele veren, hakların verilen değil, alınan / kazanılan değerler olduğunu düşünen, karşısındaki kim olursa olsun merhamet dilenmeyen bir örgütsel yapı kurulabilir mi?

Belki de kurulmuştur. Ve belki de size, sizden daha yakındır!

Üstün Bol

10 Mart 2008 Pazartesi

aşk’ın ve anarşi’nin a’sı…

1.
kilim diye bir kafemiz vardı. dersaneden, “uzay-fen”den kaçar, peştemal desenli masalarda, küçük taburelerde oturarak, elma çayı içerdik.
kilim sürekli basılırdı….
biz, bir kez olsun basıldığında içeride olamamıştık.
dersane’de polisin geldiğini duyar, dersi asar, kilim’e koşardık.
kapı mühürlenmiş, gelenler gitmiş olurdu.
“yine kaçırdık” diye üzülürdük…
ordu’daydık, karadeniz kadar hırçın, dalgalar kadar kırılgandık…
kilim’in sahipleri kimdi, kimin fraksiyonundandı bilmezdik.
ne düşünürlerdi, amaçları neydi?
merak etmezdik…
2.
“kalkınma” da, “mimcopy”’de toplanırdık.
kim, nereye gidecek?
kim, nereden gelecek? her şeyi oradan öğrenirdik.
üç-beş metrekare alanda yüzlerce hayat gelir geçerdi apansız.
nerede bildiri, dergi dağıtılacak?
hangi akşam nerede sohbet, toplantı yapılacak?
her şeyin bilgisi orada olurdu.
kitapevi değildi, altı üstü fotokopi dükkanıydı ama, koca bir üniversite gelir giderdi, gün boyu…
3.
“üniversitelinin sesi”, bizden öncekilerin emanetiydi.
bizden sonrakilere emanet etmiştik.
her satırına, her kelimesine aşk’ımızı katmıştık.
iki kişi deli gibi, okula bile gitmeden…
uzatmak pahasına …
“aşk” için “aşk” adına…
yeter ki: “âşık ölsün, aşk ölmesin” içindi.
4.
yüz elli iki kişiydik.
trabzon jandarma alay komutanlığında.
elli metrekareye yüz elli iki hayat sığdırmıştı “kalabalık omuz”larımız.
ayakta bile, uyuyacak kadar yer yoktu.
boynumuzdan asılı “suçlu” tabelalarıyla fotoğraf çektiriyorduk.
hiç kimse “gülümseyin” demiyordu oysa…
5.
beylikdüzünden cerrahpaşa’ya gelmiştik.
“aşk orada” demişlerdi.
hastanenin avlusunda yüzlerce “ben”, oturduk.
çelik kaplı robotlarla çevrili etrafımız.
bir cuma namazı sonrasında allah’ı aradık cerrahpaşa’da.
“burada yok” dedi üniformalılarımız.
haseki’ye kadar koşarak ve söverek kaçtık.
edebiyat fakültesinin önünde sokak arasına, oturduk kaldırımlarda…
hiçbir şeyden haberimiz yok gibi davrandık...
nefeslerimizi sakinleştirmeye çalışıp birer sigara yaktık.
polis gelip geçti yanımızdan…
pis pis sırıttık …
6.
önde bir yüzbaşı, hemen arkasında bir asteğmen.
beyazıt’ın avlusunda oturan başörtülü kızlar.
kırmızı karanfilden elleri...
asteğmen, sol göğüs cebinden düdüğünü çıkarıyor önce..
sağ işaret parmağında sallayarak ilerliyor.
yerden kırmızı bir karanfil alıyor sonra…
sarıyor düdüğünü karanfile…
yavaşça eğilerek bırakıyor, başörtülü kızların önüne .
gözyaşı ve alkış!
-asteğmenim!
-emredin komutanım!
hayat devam ediyor.
7.
abdi ipekçideyiz…
henüz, ölecek kadar yaşlanmadık!
8.
her şey “a” ile başlar.
alfabe’de, aşk’ta, anarşi’de..
nerede kalmıştık?

Üstün Bol

HRANT ÖLDÜ, İNSANLIK ÖLMEYE DEVAM EDİYOR…

Geçtiğimiz hafta aklı başında herkes için kâbus gibi geçti.
Aklı başında herkes için diyorum, çünkü aklı başında olmayanlar epey bir yekûn tutuyor bu ülkede!
Ermeni meselesiydi, 301’di derken, özgür bir yurttaşını kaybetti Türkiye.
Özgürdü, özgür olduğu kadar da özgündü Hrant DINK. Kendine ait fikirleri vardı.
İlkokul kitaplarının diliyle, ezberiyle konuşmadı.
301’ciler, 301’in çıkması için kendini siper edenler, Türklüğe hakaret geyiğini vatan namus meselesi yapanlar da arkasından timsah gözyaşları döktüler.
Türklüğe hakaret ettiği için aleyhinde kamuoyu oluşturan meslektaşları da akıttı sahte gözyaşlarını.
Giderek “ölü sevici” bir toplum oluyoruz.
Sağken, düşüncelerini ifade ettiği için, düşman safında görülen DINK öldüğünde yine aynı mahfillerce özgürlük savaşçısı ilan edildi.
Yaşasa, eminim acırdı etrafındaki fikir fahişelerine...
İsmi yüzünden, yazı işleri müdürlüğünü yürüttüğü gazete yüzünden düşman ilan edilen DINK’in, Ermeni diasporasıyla arasının iyi olmadığı, Ermeni kilisesiyle arasında problemler olduğu, ırkçı Ermenistan Ermenileri, ırkçı Fransız Ermenileriyle gergin olduğu keşfedildi.
Onu canlıyken linç etmek isteyenler, ölüsünü millileştirdiler!
Türk devletinin politikalarıyla paydaş düşüncelerinin olduğu yazıldı çizildi gazetelerde.
Resmi ağızlardan Anadolu delikanlısı olduğunu öğrendik!
Daha önce gazete manşetlerinde yanlış aktarılan sözlerinin meali yayınlandı, yine aynı gazetelerde.
Devlet ricali buz gibi soğuktu hakkını verelim.
Basın gibi iki yüzlülük etmediler.
Dünkü kadar mesafeliydiler, canlısına ne kadar yakınlık duydularsa, ölüsüyle de aynı derece yakındılar.
Cenaze töreni ülkede yaşayan etnik grupların, toplumsal barışın, birlikte yaşama arzusunun örneğini teşkil etsin kaygısı yükseldi kamu vicdanından. Sıradan vatandaşların bile acaba sorumluluklarımızı ıskaladık mı, hayattayken fikrini, sesini, şahsiyetini tanımak için medya manüpilasyonlarının ötesine geçerek yeterince çaba sarfettik mi diye kendisini sorguladığı bir ortamda, kamu iradesi de kendine düşen öz eleştiriyi yaptı mı?
Pek ümitvar olacak ipuçları geçmiyor elimize yazık ki. Açılmak için neredeyse ikinci on yılını beklemek zorunda kalınan tünel keşke bir gün sonra açılsaydı diye geçiriyoruz içimizden.
Hrant DINK’in ölüsünü neden bu kadar sevdirdiler bize?
Ölü olduğu için! Ölü sevici olalım diye!
DINK’in ölüsünü seviyoruz, çünkü ölülerin yanıt verme hakkı olmuyor.
Ölüler zararlı fikirlerini yayamıyor cümle aleme...
Ölülere kendimiz gibi düşündürebiliyoruz üstelik.
DINK’i seviyoruz çünkü DINK bizim gibi düşünüyor!
Düşünmese de düşündürüyoruz, yalanlayamıyor nasılsa….
Kabul edelim sevdiğimiz DINK değil, DINK’in bizim gibi düşünmesini seviyoruz.
Sevdiğimiz DINK değil. Kendimizi seviyoruz aslında.
Tüm bunlar olurken zafer sarhoşluğu yaşayan, ortaya attıkları küfürleri ile kendini daha bir vatansever hisseden gençleri var bu ülkenin. Bir araya geldikleri internet sitelerine göz atmayı deneyince daha bir hüzünleniyorsunuz. Çünkü işte bu çocukları ülkenin, belki bir sonraki süreçte eline tabanca tutuşturulup tetik çekmeye yollanacaklar, biliyorsunuz.
İnsanlar ölüyor.
İnsanlık ölüyor!
Görmüyor musunuz?

Üstün Bol

Din’le Devlet Arasında…

Yurttaş meraklı! Diyanet İşleri Başkanlığına sormuş. Sorumlu müessese sıfatıyla da Makam-ı Ali yanıtlamış: “Devletin meşru güçlerine karşı koyanın cenaze namazı kılınmaz!”

Fetvanın altında imzası bulunan “memur” açıklamanın sadece kendi görüşü olmadığını, Diyanet İşleri Başkanlığı fetva kurulunun ortak görüşü olduğunu bildiriyor. Yani, devletin “resmi” görüşü!

Soru sahibi yurttaş muhtemelen teröristlerin cenaze namazlarının kılınıp kılınmayacağına ilişkin bir açıklama beklemiş, Diyanet İşleri Başkanlığı da görev telakki ettiği sorumlulukla “kutsal devlet”i koruma-kollama ödevini yerini getirmiş.

Anayasanın ilgili maddesi devletin laikliğine vurgu yapıyor. Laiklik dediğimiz şey insanların başörtüsüne indirgenmemiş olsa, devletin yurttaşlarına karşı “tarafsız” ve bütün dinlere karşı aynı ”özgürlükçü” mesafede durması anlamına gelse geniş halk kesimlerince karşılık bulacak. Ama öyle değil! Türkiye’de laiklik deyince okumuş yazmış insanların kılık kıyafet fetişizmi akla geliyor. Tam da burada laikliği okumuş yazmış yobazların anladığı manada uygulayan bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı ne anlama geliyor?

Malumunuz Türkiye’nin büyük çoğunluğu Hanefi mezhebine mensup. Devlette kendisine din olarak “Avam Hanefiliği”ni seçmiş durumda. Her ne kadar başörtülüydü, refah partiliydi, imam hatipliydi diye Hanefilerle kavga etmekten çekinmese de itaat eden Hanefilerle hiçbir sıkıntısı olmadı devletin.

“Anadolu Müslümanlığı”, “Ilımlı İslam” vb. isimler altında avam Müslümanlığını da destekledi. Laik devletin Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında bir yapılanmaya gitmiş olması ve Hanefiliğin “resmi din” kabul edilerek korunması ve güçlendirilmesi de bunun delili…

Hatta avam arasında Malikiliğin, Hanbelîliğin, Şafiliğin tanınmaması ve sevilmemesi de bu anlayışın eseri. Şia’nın ve Aleviliğin ne durumda olduğunu varın siz düşünün…

Diyanet İşleri Başkanlığı “devletin meşru güçlerine karşı gelmenin” “mürted” olduğuna hükmetmiş olmalı ki meşru güçlere karşı çıkanın cenaze namazı kılınmaz demiş. Bu denklemde bir sürü soru işareti var. Libya da Kaddafi yönetimine, Irak’ta amerikan yönetimine, Çeçenistan’da rus yönetimine, Arabistan’da Suud yönetimine karşı çıkanların hükmü nedir. Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı “mürted” fetvası vermiş ise Türkiye bir İslam devleti midir?

Tüm bunlardan öte Diyanet İşleri Başkanlığı “Sivil İtaatsizlik” diye bir kavramı duymuş mudur? Bence duymamıştır.
Ancak; Dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü zannedenlerde bu tür hastalıklar sıklıkla görülür!

Sivil itaatsizlik devletin meşru güçleriyle karşı karşıya gelmeyi peşinen göze almak demektir.
Devletin yasama sürecinde yaptığı ihlallere veya insan hakları ihlallerine karşı sivil itaatsizlerin devletin meşru güçlerini de karşılarına alarak hakk’ kı haykırmaları İslami bir sorumluluktur.

Doktorlar görevlerine başlamadan önce Hipokrat yemini ederler. İnsan yaşamının her şeyden kutsal olduğunu ve tedaviye ihtiyacı olanın sınıfına bakmaksızın tedavi alma hakkı olduğunu peşinen kabul eden bir meslektir doktorluk.
Dolayısıyla hastanın terörist olup olmaması, bizden veya ötekilerden olması tedavi alma hakkında hiçbir şeyi değiştirmez.

Sevgili Peygamberin münafıkların ve kâfirlerin cenaze namazını kılmadığı malumdur. İslam peygamberinin ardından halifeler döneminin sivil itaatsizi, anarşisti Ebu Zer meşru devlet güçlerine, üstelik halifeye karşı gelerek itaatsizlikte ısrar etmiştir. Ancak itaat etmediği halifeler dahil hiç kimse Ebu Zer’in Müslümanlığını sorgulamamıştır.

Tüm bunlar gözönüne alındığında Diyanet İşleri Başkanlığının fetvasının İslami hassasiyetlerden kaynaklandığını düşünmek safdilliktir. Aksine Avam Hanefiliğinin / itaat kültürünün - kutsal devlet algısının/ “devlet dini” olduğunu ispat etmektedir.

Müslüman bir toplulukta din adamı sınıfı düşünülemeyeceğine göre etrafımızda çöreklenen bu din adamı sınıfının neye tekabül ettiği de ayrıca değerlendirilmelidir.



Üstün BOL

Mahremiyeti Olmayanın Hiçbir Şeyi Yoktur...

Modernizm ve liberal akımlar kapitalizmi meşrulaştırma amacına matuftur.

En iyi modernist en çok tüketendir.
En iyi insan en çok tüketen insandır.

Modern kapitalizm bütün araçları amaç olarak algılar ve zihinlerde semboller üzerinden algılar oluşturur.

Gizli reklâmlar yoluyla şekiller üzerinden bilinçaltı yolla tüketimi özellikle çocuklar için kamçılarken, büyükler içinde tüketim günleri ihdas eder.

Kimi zaman öğretmenleri, kimi zaman anneleri, kimi zamanda sevgilileri bu uğurda küçük metalar hale getirmekten utanmaz.

Aşağılık kompleksiyle ve hep batılı argümanlarla yetiştirilen bilinçsiz toplumlarda bu tür akımlar, ötekine benzeme dürtüsüyle çok talep görür.

Aslında kavramların içini boşaltma amacına matuf olan bu günler ülkemizde geniş bir kitle üzerinde özellikle gençler üzerinde etkili olmaktadır.

Kendisini ifade ederken, kendisine özgü argümanlar geliştiremeyen ve ötekine benzeyip tektip olmayı tercih eden yeni nesiller bu tuzağın kadrolu personelleridir.

Kapitalizme karşı kendimizi muhafaza etmezsek ve kendimizi tanımlarken bize ait argümanları geliştiremezsek bizden sonraki nesillere ihanet etmiş olacağız.

Sevgi ve sevgili kavramlarının bu kadar kullanılıyor olması sevme kavramının ne kadar sıradanlaştığına işarettir. Çünkü sevgi mahremdir, sevgili mahremdir.

Kapitalizmden hazzetmeyen ve gerçekten seven sevgililer gününden uzak durur.
Mahremiyeti olmayanın hiçbir şeyi yoktur.


Üstün Bol

Yeniden İntifada

Büyük düşünür Cemil Meriç tarihin galipler tarafından yazıldığını söyler. Aynı galipler kendi yalanlarını tarih diye pazarlayarak zihinlerimizi kirlettiler.

Filistin sorununda da küresel siyonist yahudi çeteleri Filistin topraklarının uzun bir tarihi geçmişten bu yana yahudilerin toprakları olduğunu iddia etmektedir.

Oysa Filistin topraklarının geçmişi araştırıldığında 1948 yılında siyonist yahudilerin işgal ederek kan ve katliamla kurdukları terör örgütü israil çetesinden önce ondokuz (19) asır boyunca bu topraklarda bir yahudi devletinin olmadığı görülecektir.

Bugün bu toprakların yahudi toprakları olduğunu iddia edenler; Emevi İslam devletinin yıkılması sonucu hıristiyan faşistlerden canlarını kurtarabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan yahudilerin, hitler almanyasından kaçırılan süzme yahudilerin, yunanistan, avrupa ülkeleri ve rusya gibi farklı ülkelerden toprak ve para vaadiyle toplatılan yahudilerin çocuklarıdır.

Yüzyıllar boyunca bu topraklar üzerinde var olmayan, var oldukları kısa dönem boyunca da kendi peygamberleri dahil olmak üzere bütün toplumlara işkence eden ve kendilerinden olmayanları köle kabul eden, Müslümanların kanını akıtmanın ibadet olduğunu iddia eden bu sapkın tarikat herhangi bir ilke ve ahlak tanımaksızın yalan ve sahtekarlık ile bütün dünyanın zihinlerini kirletmeye devam etmektedir.

Öncelikle bu yalan tarihi reddederek ve Filistin topraklarının Müslümanların mülkü olduğunu hatırlatarak başlıyoruz.

Filistin toprakları üzerinden pazarlık yaparak Filistin ve siyonist yahudileri toprak paylaşımına zorlayan, hoşgörü ve diyalog fetişizmini reddediyoruz.

Filistin toprakları İslam ümmetinin ortak topraklarıdır. Bu toprakların hiçbir santimetrekaresi pazarlık konusu edilemez.
siyonist israil terörü bundan öncede kanla ve vahşetle İslam toprakları üzerinde tahakküm kurmaya çalışmış ancak bunun karşılığını hak ettiği şekilde almıştır.

Bugün iki milyon Filistin’linin gıda, sağlık ve en temel ihtiyaçları üzerinden ambargoyla cezalandırılmış olması sadece direniş bilincini artıracak, ümmetin kararlılığına ve siyonist necasetten kutsal topraklarımızın kurtulmasına vesile olacaktır.

Antisemitizm yalanıyla siyonist yahudi çetelerine karşı her türlü eleştiriyi, suç kapsamına sokan, tarihin bir döneminde yaşanan haksızlıkları abartarak onlarca yıldır propaganda malzemesi olarak kullanan, acıma duygularını istismar eden ancak yaşadıkları iddia edilen vahşetin katkat fazlasını bugün Filistin Müslümanlarına uygulayan terörist israil örgütüyle Filistin topraklarının her metrekaresi özgür kalıncaya kadar mücadelemiz devam edecektir.

Zekaları sınırlı insanları kandırmak için kullanılan antisemit suçlamalarını ise ayağımızın altına alıyoruz.

Siyonist yahudi teröristlere karşı direnen bütün Filistinli kardeşlerimize Allahtan yardım ve bağışlanma diliyoruz.

Filistin topraklarında, İslam coğrafyasında siyonist yahudi teröristleriyle işbirliği yaparak kendi halkına zulmeden alçaklara acıyoruz.

Zafer siyonist çetelere direnen onurlu Müslümanların olacaktır.

Üstün BOL




“Adalet; köpeği bağlayıp taşları salıvermektir.

Ama taşları bağlarda köpeği salıverirseniz

zulmetmiş olursunuz”

DÜŞÜNCELER…

11 Şubat 2006 tarihinde “başörtüsüne özgürlük” sloganıyla yola çıktığımızda hepimiz tereddüt içerisindeydik.

Ne zamana kadar sürecekti özgürlük eylemleri? Önce neden diye sorduk, bu eylemlerin bize ne faydası var ki?

Üstelik biz eylem yapıyoruz diye siyasiler çözüm mü üretecek? Pratikte hangi derde derman olacağız?

Karşımızdakiler AKP’nin iktidar olması ile “bizimkiler”in iktidara geldiğini, bu eylemlerin “bizimkiler”e zarar vereceğini söylüyordu.

“Bizimkiler” kimdi? Seçimden seçime “bizimkiler” olduğunu hatırlayan siyasiler mi?

Her seçim ertesinde “bizimkiler” olduğunu unutan, “küçük bir azınlık”, “başörtüsü yüzde bir buçuğun sorunu” diyen “bizimkiler” mi?

Ne kazandık iki yılsonunda, başörtüsü sorunu çözüldü mü? Hangi derde deva olduk?

Günübirlik kazançlar elde etmedik şüphesiz, ama baskılara boyun eğmeyen, haksızlık karşısında susmayan bir ümmetiz dedik.

Bu eylemlilik bizi diri kıldı ve özgünleştirdi.

Hafta sonlarımızı ailelerimizle kahvaltı ederek değil, Abdi İpekçi parkında özgürlük şarkıları söyleyerek geçirdik.

Biliyoruz ki gelecekte bizi hayırla anacak, tanımadığı, görmediği, bilmediği bu insanlara dua edecek bir nesil gelecek.

Biz hiç kimse için hiçbir şey yapmadık.

Yaptığımız her şey kendimiz içindi.

Siz de kendinize bir iyilik yapın!
Hiç bir şey için geç değil!

Üstün BOL

Sivilleşme: Hemen Şimdi!

Yol ayrımındayız!

Derin devlete ve derin çetelere teslim olmakla, sivilleşerek özgürleşmenin yol ayrımında…

Askeri vesayet rejiminde yaşamakla, hukuk devleti arasında bir tercih yapmak zorunda ülke insanı.

Kavramlar üzerinden, semboller üzerinden yaşanan bir savaşta, kavramlara ya da sembollere gerçek anlamlarını yüklemekle mükellefiz…

Sadece kendisi için değil, öteki için, ötekileştirilen içinde hak ve adalet isteyebilen bir anlayış dimağlarımızda yer almadıkça her zaman bir “öteki” bulacaklar bizler için…

Bizim ötekilerimiz başörtüsü ve inanç noktasında tahammülsüzlük gösterip en temel haklarımızın çiğnenmesinden zevk alırken ve bunu yaparken darbe çığırtkanlığı yapacak kadar seviyesizleşirken; karşımızdakilerin ötekisi olarak bizler; etnik talepleri, cezaevlerinde yaşanan insan hakları ihlallerini, azınlıkların haklarını, farklı kültürleri ve kabulleri tehdit olarak algılayarak derin çetelerin ve darbecilerin oyuncağımı olacağız…

Bir dönem işkence görenlerin, bugün kendisine işkence yapanlarla bir olarak başkalarına işkence yapması nasıl bir ruh hali ise, bugüne kadar devletle ilişkilerini “itaat” ekseninden çıkaramayan sağcı! yurttaşın ruh hali de aynı işaretleri taşır!

Yaşadığımız süreç insan hakları, özgürlükler ve hukuk devleti taleplerimizde ne kadar samimi olduğumuzu da gün yüzüne çıkardı. Bu yüzleşmede hangi görüşten olursa olsun suçluluklarımızla da yüzleştirdi bizi.

İnsan hakları mücadelesinin en tehlikeli noktası kendi sorunuyla insan hakları mücadelesini özdeşleştirmektir.

Başörtü sorununu veya Kürt sorununu hayatının merkezine oturtanlar, hayatta bu sorun dışında sorun olmadığını düşünürler.

Başörtüsü sorununun, kürt sorununun çözülmesi aynı zamanda sorunu yaşayan yurttaşında çözülmesi anlamına gelir. Devletle veya otoriteyle arasına koyduğu mesafe sorunun çözülmesiyle kapanmış ve daha önceki itaat et, tevil et noktasına yeniden dönülmüştür.

Ötekinin sorunları, ötekilere yapılan haksızlıklar, herkesin kendi sorunu varken cümle içerisinde kullandığı dolgu malzemelerinden ibarettir.

Otoritenin reflekslerindeki değişim nedeniyle reflekslerini bir anda değiştirebilen bir toplumun sivilliğinden söz edilemez.

Esasen ülkenin önündeki en büyük sorunda budur: Sivilleşme!


Üstün BOL
Sivil, İtaatsiz

28 Şubat Müslümanların Üzerinden Silindir Gibi Geçti!

1997 Yılına gelininceye kadar Müslüman kitleler devletle paralel düşüncelere sahiptiler.

Kısaca “sağcı” diye isimlendirebileceğimiz “namazında niyazında” kalabalıklar ortalama reflekslerde devletçi bir düşünceye sahiptiler.

Marjinal! sol örgütlerin özgürlük ve hak talepleri, etnik kökene dayalı hak ve özgürlükler, cezaevlerinde şartların düzeltilmesi talepleri bundan önceki dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de sert şekilde karşılık buluyordu.

Kolluk güçlerinin sert müdahaleleri, devlet içinde kümelenmiş çeteler ve bu çetelerin icraatları bu vakte kadar sokaktaki insan için herhangi bir anlam ifade etmiyordu.

Refah partisinin iktidar olmasıyla devlet içerisinde kümeleşmiş derin devlet artıkları ve çetelerde aynı anda düğmeye basarak okullara, üniversitelere ve kamu idarelerine başörtülü girişleri yasakladı.

1997 Yılına gelinceye kadar işlenen her cürümde tevil yoluna giderek kutsal devlete söz söyletmeyen kalabalıkların en önemli kırılması bu dönemde yaşandı.

28 Şubat’a kadar sokak alışkanlığı olmayan kitleler İmam Hatip okullarının, üniversitelerin, hastanelerin, kamu idarelerinin önünde çocuklarının, eşlerinin, kardeşlerinin hakları için seslerini yükselttiler.

Bu süreç AK partinin iktidar olmasına kadar devam etti.

Seçim sonuçları halkın derin devletten ve “yarasa”lardan intikamı olarak yorumlandığından yasaklar aynen devam etse de eylemler kitlesel bazda sona erdi.
Bu nekaset dönemi siyasi iktidarın ilk döneminde “dengeler” ve “ürkütülmemesi gereken develer” nedeniyle hep uzatıldı.

Aynı zamanda kişisel çıkarlar ve “bizimkilerin iktidarı” gibi nedenlerle hak ve özgürlükler hep askıya alındı.

Kitlesel bazda olmasa da ülkenin çeşitli yerlerinde dönem dönem başörtüsüne özgürlük eylemleri yapılıyor, ne ki bu eylemler düzenli bir periyod izlemiyordu.

Başörtüsü sorunu üniversitelerde, İmam Hatip Okullarında, kamu idarelerinde devam ediyor, ancak; 1997 yılında kızları, çocukları eşleri için sokağa dökülen insanlardan en küçük bir tepki gelmiyordu.

Bu sessizliği başörtüsüne özgürlük sloganıyla ilk bozan Kocaeli’li Müslümanlar oldu. Bu başlangıç pek çok ilde örnek alınarak inanç özgürlüğü platformlarına dönüştü.

Kocaeli, Sakarya, Konya, İzmir, Van, Ankara… Kocaeli’den yakılan meşale ülkenin pek çok yerinde yolumuzu aydınlatıyordu artık.

2006 yılının 9 Şubat’ında Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu başörtüsüne özgürlük için ilk açıklamayı yaptığında yanında dokuz bileşen örgüt bulunuyordu.

Zaman içerisinde bu örgütlerden bazıları geriye çekilirken yenileri boşluğu tamamladı.

Başlangıçta ne kadar devam edeceğimize ilişkin tereddütler yaşansa da yasağın süreklilik arzetmesi eylemlerinde devamlılığını gerektirdi.

Siyasi iktidarın bazı üyelerinin “küçük bir azınlık” nitelemesine rağmen ısrarla eylemlerini sürdüren platform belki de platform üyelerinin beklemediği kadar uzun süreli bir yürüyüşü gerçekleştirdi.

Abdi İpekçi parkında iki yıldır soğuğu, rüzgârı, sıcağı ve yalnızlığı paylaşan ama pes etmeden direnen platform üyeleri yasak bütün alanlarıyla son buluncaya kadar yürüyüşünü sürdürecek.

Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu politik beklentileri ve kişisel çıkarları nedeniyle yasağa göz yumanları ise utandırmaya devam edecek…!


Üstün BOL
Sivil, İtaatsiz

tagore