25 Ocak 2010 Pazartesi

AÇLIĞA VE SEFALETE MAHKUM…




Yaklaşık bir yıl önceydi…
Eş dost sohbetinde duymuştuk.
Azeri bir aile varmış Bağlum’da.
Sekiz-on çocuk, dört-beş kadın…
Eşleri Afganistan’a gitmiş, cihada!
Yılda bir, bilemediniz iki kere Türkiye’ye gelip aileleriyle görüşüyorlarmış.
Kadınlardan biri hamileymiş.
Ne hüviyet var, ne pasaport…
Ne yiyecek, ne su, ne iş, ne aş…
Eşleri cihadda!ya onlara da açlık ve sefalet yüzü vurmuş cihad!ın.
Hamile kadın kimliksiz hastaneye gidemiyor, gitse polisle karşılanacak…
Evde eski usullerle doğuruyor çocuğunu.
Çocuklar hasta oluyor ne doktora gidebiliyorlar, ne ilaç yüzü görüyorlar.
Konu komşunun getirdiği kullanılmış ilaçlarla, yardımseverlerin bıraktığı gıdalarla sürdürüyorlar hayatlarını…
Birkaç yıldır sürüyor bu işkence…
Ve bir gece kar maskeli terörle mücadele ekipleri basıyor evi.
Kapıyı kırarak dalıyorlar içeri…
“Yat, yat, yere yat” nidalarına altlarını ıslatarak karşılık veriyor küçücük çocuklar.
Bir tanesi “bizi öldürecekler sandım” diyor, yakınlarına…
Dehşet içinde çocuklar, bağırışlar, ağlamalar, çığlıklar…
Ev hali basılmanın utancı…
Birkaç tel saçını gizlemeye çalışan kadınların, evine kapı kırılarak girildiğini düşünün…
Üstelik bir gece vakti…
Poliste şaşırıyor eve girince…
Terörist bekliyorlar karşılarında.
Çıka çıka üçbeş kadınla, çocuklar çıkıyor…
Bilseydik kapıyı kırmazdık diyor polisin teki…
Geriye hayatlarının sonuna kadar duyduğu her tıkırtıda altını ıslatacak çocuklar ve gecenin bir yarısı çığlıklarla uyanacak kadınlar kalıyor.
Eşleri artık ölü!
Hayatlarında düşünmemişlerdi ki…
Öldüklerinde düşünüyor olsunlar…
Düşünüyor olsalardı çocuklarını ve eşlerini yabancı bir ülkede bırakıp aç-susuz, biilaç ve üstelik kimliksiz…
Giderler miydi bir başka ülkeye…
Bu kadınların, bu çocukların vebali nasıl ödenir…
El kaide veya Taliban…
Nedir, kime hizmet eder…
Kim için ne adına savaşılmıştır.
Hangi istihbarat örgütünün veya hangi kirli devletin çıkarları için basılmaktadır tetiklere…
Hangi kutsal iktidar kaygısı çocukları ve kadınları bile bile ölüme terk etmeyi gerektirebilir…
Sorular…sorular..
Uzadıkça uzayan sorular.

Azeri kadınlar ve çocuklar sınır dışı ediliyor sonuçta…
Nerede yaşayacaklar, ne yiyecekler, ne giyecekler, çocuklar ne yapacak?
Her şey belirsiz…
Hayatları boyunca yaşadıkları tıranvayı atlatamayacak bu çocuklar…
Hayatları boyunca korkarak yaşayacak bu kadınlar…
Açlığa ve sefalete mahkum…
Kimsenin buna hakkı yok!

19 Ocak 2010 Salı

1417 Sadece Bir Sayı Değil!




Filistin günleri adında bir google gurubumuz var.
27 Aralıkta bu gurup ve Mazlumder Ankara’dan müteşekkil kaliteli bir ekiple “Filistin Günleri”ni düzenlemiştik. (www.filistingunleri.org)
Hemen ardından Zülfiye’de katıldı guruba…
Londra’da Trafalgar meydanında yapılacak bir eylemden söz ediyordu.
Daha terimiz bile soğumamıştı.
Ne yalan söyleyeyim, “Bizde eş zamanlı Ankara’da yapalım” derken korkuyordum içten içe…
Ben daha Türkiye’de de yapalım der demez herkes büyük bir hevesle atladı meselenin üzerine…
Aslında bu da korkulması gereken bir şeydi.
Bir haftadan az bir süremiz vardı.
Londra haftalardır hazırlanıyordu bu eyleme.
Özlem Ekşi bir gecede bloğumuzu kurdu, birkaç saatte bildirilerimizi tasarladı…
Emine ve Mukaddes toptancıdan kumaş alıp 100 adet kefen biçtiler bir çırpıda!
Funda Tuğrul basın açıklamamızın sahibiydi.
Onun yazdıklarından yola çıkarak ve Londra’dan ilham alarak yürüdük Ankara sokaklarında!
Elimizde bolca fotoğraf, geçtiğimiz yıl Gazze saldırılarında rahmete eren yüz çocuğumuzun hayat hikayeleri ve fotoğrafları…
Lolipoplar, kefiyeler, Filistin atkıları…
Ve belki en dikkat çekeni….
Rahmetlik yüz çocuğumuzun fotoğraflarından oluşan pankart…
Bir haftadan az süre vardı ama gece uyumayan dostları da vardı Filistin’in…
Ankara hazırlıkları tam bitmişken Özlem Yağız’ın ve Zülfiye’nin tahrikleri ile bir anda İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Afyon ve Kütahya’ya sıçradı bindörtyüzonyedi eylemi…
Tam bitti diye sevinirken ve gözlerimi yatağa gidinceye kadar açık kalmaya ikna etmeye çalışırken oldu bütün bunlar.
Ve yeniden kurulduk bilgisayarların başına…
Bindörtyüzonyedi kişinin teker teker isimlerini, cinsiyetlerini, yaşlarını, mesleklerini bulduk…
Tam seksen sayfa tutuyordu isimlerin sadece çıktıları…
Gecenin birvaktiydi…
Ve helikopter kiralamaktan bahsediyordu arkadaşlar…
Kaça kiralanırdı, kimlerden izin alınması gerekirdi…
Asıl o zaman korktum işte…
Gözlerimi ellerimle ovuşturup yazılanların gerçek olup olmadığına bir daha baktım…
Ben kimim, kim bunlar diye düşündüm…
Yok artık!
Helikopter kiralayamadık sonuçta ama yine yaptık yapacağımızı…
Karaköy, Kadıköy, Üsküdar, Beşiktaş iskelelerinde kocaman pankartlar açtırdık…
Hem de her vapur gelişinde…
Hızlarını alamayan arkadaşlar Levent’e gidip İsrail elçiliği önünde de açtılar pankartlarını…
Emniyette birkaç saat misafir edilmek pahasına…
Londra’nın da Ankara’nında, İstanbul’unda diğer illerinde tekbir derdi vardı…
Kimi zaman yağmur altında, kuru ayazda…
Kimi zaman sert lodosa karşı bir rıhtım başında…
“Bindörtyüzonyedi sadece bir sayı değil” demek içindi.
Bindörtyüzonyedi hayata kıyıldı çok değil bir sene önce…
Hemen yanıbaşımızdaki topraklarda…
Bugüne değin binlerce bindörtyüzonyedi hayata son verildi Filistin topraklarında…
Hiç unutmayalım diye…
Hiç unutturmayalım diye bunca uğraşı…

Sadece bu kadar değildi elbette…
Başka kahramanları da vardı bindörtyüzonyedi eyleminin…
Mine, Bilge, Soner, Ayşenur, Gökhan, Ankara’dan Şeyma, Kayseri’den Şeyma…
Afyon’un, Kütahya’nın, Kocaeli’nin, Sakarya’nın diğer Şeymaları, diğer Ayşeleri, diğer Gökhanları ve diğerleri…
Ve diğer “diğerler”…

Unutmak felakettir çünkü…

8 Ocak 2010 Cuma

Mısır Elçiliğinde Sıkıcı Birkaç Saat



1.
Gazze konvoyuyla yatıp, Gazze konvoyuyla kalkıyoruz.
Hergün telefonla konvoydaki arkadaşlarımızla irtibat halindeyiz.
Birkaç gün önce garip bir şey oluyor.
Faruk Ünsal MAZLUMDER Genel Başkanı telefonda diyor ki:
“Askeri birlikler etrafımızı sardı, itfaiye araçları da geldi.
Denizden de hücumbotlar geliyor.
Her açıdan sarılmış durumdayız.
Bize operasyon yapacaklar.
Türkiye’de bir şeyler yapın.”
Saat 15-16 daha.
Ne yalan söyleyeyim inanamıyorum, birkaç kez soruyorum aynı şeyleri.
Şaka yapıp yapmadığından emin olmaya çalışıyorum.
Cihat’ı arıyorum İstanbul’dan…
Onunda haberi var, durum gerçekten çok ciddi.
Hemen eylem kararı alıyoruz, “Mısır elçiliğinin önünde saat 22.30’da Gazze dostlarıyla Mısırı protesto edeceğiz” diyoruz.
Hala bir şüphe var içimde.
Olamaz Hüsnü Mübarek bu kadar alçalamaz.
Her şeyi yapar ama, alenen bu tür bir ilkelliğe tenezzül etmez.
İnsan bile bile nasıl intihar eder.
Gece 23.00’te elçilik önünden Mısır’la telefon bağlantısı kuruyoruz.
Aslında onlar bizi arıyor.
Mısır polisi saldırıya geçmiş, ağır yaralananlar var, binlerce taş yağıyor mısır tarafından konvoydakilerin üzerine…
Bunların hepsi bu bağlantı sırasında oluyor, anlatılıyor.
Hoparlörümüzden 1000 kişi dinliyor olan biteni.
Önce sessizlik ardından protesto sesleri yükseliyor.
Gece her şey durulunca, yarın akşam burada toplanmak üzere diyerek dağılıyoruz.
2.
Sabaha karşı 04.00 gibi Bülent Yıldırım görüşmeler sonucunda sükûnetin tesis edildiğini ve yarın Mısır’lı yetkililerle müzakerelerin yeniden başlayacağını söylüyor, hep birlikte yataklarımıza çekiliyoruz…
Sabah Mısır Büyükelçisinden randevu alıyoruz.
12.30’da makamında görüşeceğiz.
Hepimiz gerginiz.
Ara ara Hanefi bey’in, Duran bey’in yüzlerine bakıyorum çaktırmadan…
Elini uzattığında büyükelçi tutmayayım ve “abdestliyim diyeyim” diye geçiriyorum içimden…
Sonra bu heyeti sabote etmek olur diye vazgeçiyorum.
Ara ara elini sıkmamak fikri geliyor yine aklıma ve “şeytan git başımdan” diyerek uzaklaşıyorum bu düşünceden.
Konuşmak ve sözle tahkir etmek daha doğru geliyor.
Kapıda badem bıyıklı uzun boylu bir Mısır’lı karşılıyor bizi.
Selam veriyor.
Birkaç saniye almıyorum selamını…
Sonra her ihtimale karşı “Aleyküm selam” diyorum.
Girdiğimiz diğer odalarda ise kimseye selam vermiyorum.
Küçük baş hareketleri ile karşılık veriyorum hoş geldiniz diyenlere…
Büyükelçi diplomatik şirinlikle karşılıyor bizi…
Hiçbirimiz pardösülerimizi çıkarmıyoruz ve oturuyoruz.
“Neden yabancı gibi davranıyorsunuz” diyor…
Fırsat bu fırsat “Dün gece olanlardan sonra yakınlık hissetmiyoruz” diyorum…
Mısır’la kardeşlikten, kardeşlik hukukundan birbirimizi ne kadar sevdiğimizden, olanlardan dolayı şaşkınlığımızdan bahsediyoruz…
Bu kadar diplomatik lakırdı beni bozuyor.
“Mısır’ın sözünü tutmadığını, imzalanan anlaşmayı ihlal ettiğini, savaş halinde bile savaş bölgelerine insani yardım götürmeyi engellemenin insanlık suçu olduğunu, insan haklarını ihlal ettiklerini, imzaladıkları uluslar arası sözleşmeleri de çiğnediklerini” söylüyorum.
“Bu nasıl bir devlet geleneğidir, artık size güvenmiyoruz”la bitiyor söylediklerim.
Gözlerinin içine bakıyorum, bozulduğunun farkındayım…
Meğer onlarda bize güvenmiyormuş!
Tek dertleri George Galloway’miş.
Biz Türkler Galloway’in oyununa gelmişiz.
Bu adam işçi partiliymiş, partisi bile onu kovmuş.
Galloway’in partisinden neden kovulduğunu biliyor muymuşuz…
Olayları başlatanların Türkler olmadığından eminmiş…
Hiç Türk yaralı yokmuş…
Mısır konsolosumuzdan almış bilgileri istersek teyit edebilirmişiz.
Adem Özköse’nin kolu kırıldı dediğimizde o zaman Mısır konsolosluğumuza haber vermemizi istiyor, bilmiyorlar diyor…
Mısır bizi çok seviyormuş ve üzülüyormuş bu adamla birlikte olduğumuz için.

3.
Bir sürü sıkıcı şey anlatıyor bize büyükelçi…
Taa Londra’dan konvoyun yola çıkışından Avrupa ve Türkiye’yi geçişine…
Galloway’in siyasi karakterinden Filistin meselesine, ailesinden İsraile karşı savaşırken ölenlere kadar bir sürü gerekli gereksiz şey…
Bir an yerli bir diplomatla konuşuyormuşum gibi hissediyorum...
Müsaade etsek birazdan “benim babaannemde başörtülüydü” diyecek diye korkuyorum…
4.

Velhasıl bir daha inşallah karşılaşmayız büyükelçi…
Ne benim diplomatik gevezeliklere tahammülüm var…
Ne de sizin gerçeklerle yüzleşmeye…
Ama bilmenizde fayda var ki: bu konvoy Mısır rejiminin köküne kibrit suyu döktü bir kere…
Bundan sonra Hüsnü Mübarek rejiminin yıkılışını zevkle bekleyeceğiz…

4 Ocak 2010 Pazartesi

HUKUK DEVLETİ İŞKENCE İDDİALARINA KAYITSIZ KALAMAZ

Enver AYDEMİR dini inançlarına aykırı olduğu ve ailesine ve kendisine ikinci sınıf yurttaş muamelesi yapıldığı gerekçesiyle zorunlu askerlik yapmayı reddetmiş, bunun sonucunda da Eskişehir Askeri Cezaevinde iki yıl hapis cezasıyla cezalandırılmıştır.

Enver Aydemir; Maltepe Askeri Cezaevinde kameralar altında falakaya yatırıldığını er ve erbaşların sözlü ve fiziki saldırısına uğradığını, cezaevi hücresinde dört gün boyunca kelepçeli olarak tutulduğunu ve ayrıca cezaevi müdürü Albay’ın odasında iki erin ellerini ve kollarını tuttuğu halde Albay tarafından defalarca yumruklandığını ve işkence gördüğünü iddia etmektedir.

Bütün bu işkence iddiaları kamuoyuyla paylaşıldığı, yazılı ve görsel basında yer bulduğu halde savcılıkların halen işlem başlatmamış olması hukuk devleti prensibiyle örtüşmediği gibi, hukuk devleti kavramını da zedelemektedir.

Tüm bunların üzerine Enver AYDEMİR’in eşi, annesi ve babası 4 Ocak günü Eskişehir Askeri Cezaevine gelerek hükümlü ile görüşmek istemiş, cezaevi personeli Enver Aydemir’in eşinin ve annesinin görüşme talebini “başörtülerini kelebek modeli bağlamadıkları” gerekçesiyle geri çevirmiştir.

Enver Aydemir’in ailesine bu uygulamaya ilişkin herhangi bir yasal mevzuat sunulamamış ve “emir kulu” olmaktan başka mazerete sığınılamamıştır.

Adı işkence iddiaları ile birlikte anılan Maltepe Askeri Cezaevinde bile ailesi, Enver Aydemir’le herhangi bir kılık kıyafet dayatması olmadan görüşebilirken, Eskişehir Askeri Cezaevinde yapılan uygulama bu yasağın kişisel fantezilerden ibaret olduğu izlenimi vermektedir.

Yurttaşların kılık kıyafetlerine bile hükmetmeye çalışan “tanrı-ordu” anlayışı, modern zamanlarda hukuk devleti kuramına karşı yenilmeye mahkumdur.

Kurumların saygınlıklarını ve güvenilirliklerini daha fazla yitirmemeleri, insan hakları ihlalleri ve işkence iddiaları karşısında takınacakları tavra doğrudan bağlıdır.

Bütün ilgilileri, saygınlığını ve güvenilirliğini kaybetmekten korkan bütün kurumları; Enver Aydemir’in kendisine işkence yapıldığı iddiaları karşısında sorumluluk almaya, savcılıkları işkence iddialarını soruşturmaya ve ilkel zamanlardan kalma kılık kıyafet dayatmalarından vazgeçmeye davet ediyoruz.


Üstün BOL
MazlumderAnkara

3 Ocak 2010 Pazar

Vicdani Red İnsan Hakkıdır!





Enver AYDEMİR dini inançlarına aykırı olduğu gerekçesiyle zorunlu askerlik yapmayı reddetmiş, bunun sonucunda da geçtiğimiz günlerde askeri mercilerle tutuklanarak Maltepe Askeri Cezaevi'ne konulmuştu.

Enver Aydemir burada günlerce sorgulandıktan sonra Eskişehir Askeri Cezaevine gönderilmiştir.
Mazlumder avukatları Eskişehir askeri cezaevinde Enver Aydemir’i ziyaret etmiştir.

Enver Aydemir firardan dolayı gıyabi tevkif kararı verilerek tutuklanmış, Maltepe askeri cezaevinde cezaevi gardiyanları tarafından küfür, ardından da fiziki şiddete uğramış, daha sonra askeri elbiseleri giymeyi reddettiği için astsubay tarafından tartaklanmış, tıraş olmayı reddettiği içinde önce tartaklanmış ardından da zorla tıraş edilmiştir.

Enver Aydemir, Cezaevi Müdürü Albay’ın, kendisine önce nasihatte bulunduğunu ardından da şiddet uyguladığını, Maltepe Askeri Cezaevinde falakaya yatırıldığını er ve erbaşlar tarafından küfürlü fiziki şiddete uğradığını iddia etmektedir.
Ayrıca, Enver Aydemir açlık grevinde iken kendisine zorla serum verilmiştir.

Maltepe’den Eskişehir’e nakledilirken, Maltepe askeri cezaevi doktoru “darp ve cebir izi yoktur” şeklinde rapor düzenlediği halde, Eskişehir Askeri Cezaevi doktoru tutukluyu teslim alırken “darp ve cebir izi vardır” şeklinde rapor tutmuştur.

Enver Aydemir Maltepe askeri cezaevinde işkence gördüğü odada video kayıt sisteminin bulunduğunu video kayıtları incelenirse ve eğer kayıtlar yok edilmediyse işkencenin ispat edilebileceğini belirtmiştir.

Hangi sebeple olursa olsun, işkence kabul edilemez bir insan hakkı ihlalidir. Felsefi, dinsel, kültürel veya başka nedenlerle zorunlu askerliği reddetmek bir insan hakkı olarak kabul edilmelidir.

Enver Aydemir’in işkence iddialarına ilişkin olarak bugüne kadar herhangi bir ysal işlem gerçekleştirilmemiş ve sorumlularına ilişkin soruşturma başlatılmamıştır.

Savcılığın bir an önce fiziksel ve psikolojik işkence iddialarını dikkate alarak işlem başlatmasını, Maltepe Askeri Cezaevi görüntü kayıtlarını temin etmesini, soruşturmanın selameti açısından Maltepe Askeri Cezaevinde görevli rütbeli ve rütbesiz personelin “delillerin karartılması tehlikesine karşı” görevden el çektirilmesini, işkence iddiaları doğru ise suç işleyenlerin yasaların verdiği en ağır ceza ile cezalandırılmasını istiyoruz.

Üstün BOL
Mazlumder Ankara

tagore