13 Kasım 2011 Pazar

Üzüntü ve Muz Kabuğu



Birkaç hafta önce Gazeteciler ve Yazarlar Vakfından Cemal Uşşak’ın Radikal gazetesine verdiği bir mülakatla başladı her şey. Kısaca Kürt meselesinde Müslümanların –isterseniz Dindar / İslamcı diye de okuyabilirsiniz.- durduğu yeri, Müslümanların Kürt meselesindeki sorumluluğunu sorgulayan ve “Özeleştiri” yaptığını iddia eden bir metin vardı karşımızda.

Bu özeleştiriyi iki kısımda değerlendirmek gerekiyor. Birincisi Cemal Uşşak’ın içinde bulunduğu daireden yapmış olduğu Özeleştiri; ikincisi ise, daha geniş anlamda Müslümanlar / İslamcılar “biz” üzerinden söyledikleri.

Değerlendirilmesi gereken bir başka alan ise mülakatın sonuçları itibariyle klasik sol öğretide estirdiği rüzgar ve bunun kronik yansımaları.

Baştan belirtmeliyim ki Cemal Uşşak’ın mülakat boyunca sarfettiği sözlerinde samimi olduğundan şüphe etmiyorum. Aidiyet hissettiği, birlikte yol aldığı arkadaşlarının tutarsızlıklarını son derece iyi gözlemlediğinden de eminim.

Diğer yandan “biz” kavramının neye tekabül ettiğine ve “biz” kavramını kullanmaya ilişkin eleştirilere hiç girmeyeceğim. Esasen söyleyeceklerimde Cemal Uşşak’a yanıt olsun diye değil, genel olarak bir bilinçaltını ifşa etmeye yönelik olacak.

Özeleştiri Milattır

Son yıllarda gerçek anlamda yapılmış en önemli özeleştiri örneği “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım" kitabıyla Hasan Cemal tarafından gerçekleştirildi. Hasan Cemal uzun yıllar içinde bulunduğu sol camianın yaptığı yanlışları, kendi işlediği günahları bir bir deşifre ediyor ve aslında kendisiyle helalleşiyordu.

Hasan Cemal’in bu çıkışı kendisi için bir milattı ve Hasan Cemal bu milattan itibaren eski hatalarını bir daha yapmayacağını, eski günahlarını bir daha tekrarlamayacağını söylüyordu. Hasan Cemal’den sonra başka “özeleştiri” yapanlarda oldu, bunların bir kısmı şartların gereği olarak özeleştiri kavramının arkasına sığınırken bir kısmı gerçek bir pişmanlıkla yeni bir milat ile yollarına devam ettiler.

“Özeleştiri” kavramını “Milat” kavramıyla birlikte anmadığınız zaman sadece bir laf kalabalığı etmiş oluyoruz. Çünkü pişmanlık içermeyen, tövbe içermeyen ve yapılan hatalardan dersler çıkararak, bir daha işlememe azmi göstermeyen bir özeleştiri, yalnızca dedikodu kabilinden bir mızmızlanma olabilir.

Cemal Uşşak’ın aidiyet hissettiği yol arkadaşlarının gazete ve televizyonlarına bakıldığında; bu gazetelerde atılan manşetler göz önüne alındığında; televizyon kanallarında gösterilen dizi film ve haberlerin içeriğine bakıldığında söz konusu edilen özeleştiriye ilişkin izler göremiyoruz.

Kürt meselesine sadece güvenlik merkezli bakan bir haber konsepti, en basitinden Kürtleri; güzel Türkçe konuşanları iyi Kürt, şive ile konuşanları kötü Kürt olarak tasnifleyen bir dizi film propagandası “özeleştiri” başlığı adı altında sunulan bütün sözleri yalanlıyor.

Buradan bakıldığında Cemal Uşşak’ın cemaati açısından bir özeleştiriyi gerek görmesi takdire şayan olmakla birlikte bu özeleştirinin herhangi bir sonuç doğurmaması, yanlışlardan vazgeçmek gibi erdemleri ıskalaması nedeniyle havada durduğunu söylemeliyiz. Herhangi bir milada sebebiyet vermeyen, etkileri özeleştiri yapan grupta fark edilmeyen bir özeleştiri yok hükmünde değil midir?

Evet Dindarlar Kabahatlidir Ama…

Dindarların Kürt meselesinde sınıfta kalması, Kürtlerin doğuştan sahip oldukları haklarına –ana dilde eğitim vs.- kayıtsız davranması geniş toplum kesimleri açısından bakıldığında doğrudur. Dindarların birey olarak Kürt meselesinde sınıfta kaldığı söylenebilir ancak; dünyanın hiçbir yerinde tabandan gelişen bir devrim yoktur. Yani kitlelerin tamamen erdem üzerine ittifak ettiği bir hareket olağan değildir. Toplumu yönlendiren Kanaat önderleridir ve bu önderler tamamen tekamül etmemiş olsa dahi bir toplumu devrime ulaştırabilir.

Dindarlarda tek başına homojen bir yapı değildir ve pek çok konuda farklı fikirlere sahiptir. Dolayısıyla dindarların Kürt meselesinde veya başka bir konuda tam bir ittifak halinde olmasını beklemek komik olacağı kadar imkânsızdır da. Ancak kanaat önderlerinden Kürt meselesine ilişkin İslami bir duruş beklemek hepimizin hakkıdır.

Bu kanaat önderlerinden Kürt meselesine kayıtsız kalan, kardeşlerinin canı yakılırken sırtını dönen ve görmezden gelen var ise –bizce de vardır- bu kanaat önderlerinin bir an önce yeni bir milat ile yola koyulmaları ve bugüne kadarki duyarsızlıkları için Kürt kardeşlerinden af dilemeleri elzemdir. Anlaşıldığı kadarıyla Cemal Uşşak bu kanaat önderlerinden bazılarını tanımakta ve bilmektedir!

Öte yandan kimi tanıdık kanaat önderlerinin kayıtsız tutumları nedeniyle yıllardır Kürt meselesinde adil bir duruş sergileyen örgütlerin yok sayılması, Mazlumder’in Kürt meselesine ilişkin duruşundan bahsedilince “sadece Kürt illerindeki şubelerin gayretleri” denilerek küçümsenmeye çalışılması bir hakkın çiğnenmesidir.

Mazlumder 1990 yılında Kürt Raporu’nu yayımladığında nerede duruyorsa bugünde aynı çizgidedir. “Kürt” kelimesini telaffuz etmenin bile tehlikeli görüldüğü bir zaman diliminde Kürt raporu yayımlayan bir örgütün çalışmalarının dernekteki Kürtlerin faaliyetleri olarak sunulması hem Mazlumder müktesebatını yok saymak hem de dernekte görev yapan ve Kürt meselesi hususunda sözünü söylemekten çekinmeyen Türk kökenli şube başkanlarına ve yönetim kurulu üyelerine bühtandır.
Sadece Mazlumder değil elbette, Özgürder’in de Kürt meselesinde durduğu yer çok nettir.

Üstelik Milli Görüş hareketinin ve özellikle hareketin lideri konumundaki Rahmetli Erbakan’ın bakış açısını ve yapmaya çalıştıklarını yok saymak, ödediği bedelleri görmezden gelerek küçük siyasi beklentilerle hareket etmekle suçlamak kabul edilebilir gibi değildir.

Cemal Uşşak burada saydığım hareket ve isimleri İslami camiadan kabul etmiyorsa söylediklerinde haklıdır. Ancak burada söz edilen hareketler İslami camianın bir parçası ise başka bir hata yapıyor demektir. Öte yandan “Biz Müslümanlar” ifadesinin kapsamını aidiyet kurduğu camia ile sınırlı tutuyorsa özeleştiri mantığının temelinin doğru olduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü bu temel ekseninde Kürt’lere yönelik pek çok haksızlık bizim de bilgimiz dahilindedir.

Kürt meselesi gibi hassas bir meselede devletçiler tarafından Kürtçü olmakla itham edilirken, örgüte yönelik eleştirilerinden dolayı milliyetçi, ırkçı, devletçi olarak suçlanan ve ne Musa’ya ne İsa’ya yaranamayan Mazlumder’in hukukunu ve yirmi yıllık müktesebatını görmezden gelmek, Mazlumder’e emek vermiş, bedel ödemiş öncülerinin hukukunu çiğnetmek olacaktır.

Bununla beraber Mazlumder dahil olmak üzere İslami camianın kendi içinde bir özeleştiri yapması, yapabildiklerini ve yapamadıklarını değerlendirmesi elbette ve muhakkak önemlidir. Ancak bu özeleştiri asla fedakârlıkları inkâr ederek gerçekleşebilecek bir özeleştiri değildir.

Çok Kullanışlı Propaganda Malzemesi

Söz konusu mülakatın yayımlanmasının ardından hiçte beklenmedik bir şekilde televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında bir tartışma başladı. Eski tüfek solcular televizyon ekranlarında artık ezberlediğimiz görüşlerini yenilediler.

Onlara göre Sünni Müslümanlar devlete tapan, devleti kutsal kabul eden ve devlete yönelik her kalkışmada kökten devletçi bir tutum sergileyerek hak hukuk gözetmeksizin güçle ittifak eden canlılardı.

Sünniler ve özelde Hanefiler bu devletçi tutumlarıyla korunmuşlar, gözetilmişler ve devlet mekanizmasının işleyişinde başat rol almışlardı.

Bu eski tüfek solculara göre din zaten ontolojik olarak güce iman etmeyi; dindarlık da bencilliği, çıkarcılığı gerektiren bir tutumdu.

Yani dindarların bir kısmının yanlış tutumlarından yola çıkarak ve fakat dindarların diğer bir kısmının adil duruşunu görmezden gelerek dinin ve dindarların bir bölümünün suçlanması için biçilmiş kaftandı bu “özeleştiri”.

Başka konularda tavırlarını sorguladığımız da bizi toptancılıkla suçlayan sol camia, her nedense kendisi toptancılık yapmaktan hiç çekinmiyor. Buna şimdilik “çelişki” diyerek geçelim. Ama hafızalarımıza da kaydedelim.

Başörtüsü Yasağı Sürüyor



Ak Parti tabanına göre başörtüsü sorunu çoktan çözüldü. Daha kötüsü Akparti yöneticileri de buna inanıyor.

“Şurada da sıkıntı var” dediğinizde koca bir duvar üzerinize, üzerinize yürüyor.

“Her şey bir anda olmuyor”, “On yıl önce düşünülebilir miydi, böyle bir şey”, “Sizde çok insafsızsınız canım, elinden geleni yapıyor hükümet”, “Her şeyin bir sırası var”, “Şapka giysinler canım, köprüyü geçinceye kadar”…

Böyle uzayıp gidiyor duvardan yansıyanlar…

Başörtüsü meselesiyle uzun zamandır ilgilendiğim için ne olup bittiğini yakinen biliyorum. Sokakta yürürken, bir üniversite önünden geçerken, içeride başörtülü olup olmadığına, giriş çıkışlarda sorun yaşanıp yaşanmadığına özellikle dikkat ediyorum.

Öyle günlerden birinde birkaç hafta önce Tandoğandaki Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinin önünden geçerken, yine adımlarımı yavaşlatıp etrafı kolaçan ederken karşılaştım onlarla.

Kampus girişindeki güvenlik kulübesinin hemen arkasında görünmemeye çalışarak başlarını örtüyorlardı. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, açık alanda üç-beş metrekarelik bir kulübenin arkasında görünmeme ihtimalleri yoktu.

Yüksek Öğretim Kurumu’nun bütün iyi niyetli çabalarına rağmen sayıları hiçte azımsanamayacak sayıda üniversitede ilkel bir direnç hala sürüyor.

Zaman zaman “Açta o güzel saçlarını göreyim” diye başlayan hakaretler, zaman zaman “Hepimiz Atatürk çocuğuyuz, aç saçlarını” şekline bürünen, zaman zaman “Salonu terk etmezsen, derse başlamam” diyerek diğer öğrencilerle başörtülüleri karşı karşıya getiren bir saldırı bu.

Öğrenciler bu ifadeleri doğrusu “nazik” buluyor. Çünkü işittikleri öyle sözler var ki, onların yanında bunlara razılar!

Bunun dışında her ders, derse başörtülü girdi diye tutanak tutan ve bunu üniversite yönetimine ileten öğretim üyeleri, “Biz YÖK, MÖK tanımayız karar aldık bu şekilde derse giremezseniz” diyen hocalar da var.

Yetmezmiş gibi özel güvenlik güçlerini öğrencilerin üzerine salıp, otobüsten indirmeye çalışan, yerleşke kapılarında öğrencilerinin girişlerine engel olan üniversiteler de var.

İşin ilginç yanı özel güvenlikçiler başörtülüleri kovalarken namazı kaçıracakları için de kızıyor başörtülü öğrencilere.

Ama belki en acısı şu…

Anadolu’nun göbeğinde bir üniversitede derslere başörtülü girmeye çalışan bir öğrenciye, en yakın başörtülü arkadaşı “Bir daha görüşmeyelim, yan yana gelmeyelim, başımızı derde sokacaksın” diyor.

Oysa senin başın bundan daha büyük bir derde nasıl girebilir ki! Farkında değil…



Yaklaşık iki yıldır Türkiye’nin bütün üniversitelerinde başörtüsü sorununu takip ediyoruz.

Bu süreçte gelinen noktayı da çok iyi biliyor ve küçümsemiyoruz. Bir zamanlar kampüse başörtülü girişi bile hayal edemediğimiz üniversitelerde yaşanan olumlu gelişmelerden de haberdarız.

Ancak; Akparti hükümeti “Bu işi fiilen çözelim” diyerek büyük bir yanlış yapıyor.

Yasakçılar da, fiili bir yasak uygulamışlardı unutmayalım. Anayasa mahkemesi kararının arkasına sığınarak, birkaç yönetmelik uydurarak sağlamışlardı başörtüsü yasağını.

Bu saatten sonra yasalarda başörtüsü yasağının suç olduğuna dair bir madde görmeden rahat edecek değiliz.

Başörtüsü yasağının sürdüğü üniversite, fakülte ve bölümlerin listesini vermeden önce bir borcu ödemeliyim. Uzun zamandır, başörtülü arkadaşlarımıza “özgür üniversite” google grubu üzerinden hukuki yardım sunan, yüz yüze görüşen, üniversitelerle ve YÖK’le direk temasa geçen, nasıl davranmaları, nerelere başvurmaları, nasıl tutanak düzenlemeleri gerektiği hakkında yardımda bulunan Avukat Fatma Benli ve Avukat Şerife Gül Arıman’a teşekkür borçluyum.

Hem kendi adıma, hem de başörtülü arkadaşlarım adına. Sağolsunlar, iyi ki varlar.

Not: Özgür üniversite grubuna katılmak isteyen “başörtülü” arkadaşlarımızın Mazlumder Ankara Şubesinin ankaramazlumder@gmail.com elektronik posta adresine okudukları üniversite, fakülte ve bölümü belirten bir mail atmaları yeterli olacaktır.



Başörtüsü yasağının uygulandığı üniversite, fakülte ve bölümler…

1. 9 Eylül Üniversitesi / İlahiyat Fakültesi, yüksek lisans hazırlık / derslere başörtülü alınmıyor.

2. Ankara Üniversitesi / Eczacılık Fakültesi / Başörtülü kampus girişi yasak

3. Marmara Üniversitesi / Atatürk Eğitim Fakültesi / diplomada Başörtülü fotoğraf yasak

4. Erciyes Üniversitesi / Sağlık Bilimleri Fakültesi / Beslenme ve Diyetetik Bölümü / bazı öğretim görevlileri başörtülü öğrencileri derslere almıyor

5. 9 Eylül Üniversitesi / FTR Yüksek okulu / öğrenciler derslere gürültü çıkarırlarsa girebiliyor, öğretim görevlileri tutanak tutuyor. Disiplin cezasıyla tehdit ediyor.

6. Çukurova Üniversitesi / Mimarlık Fakültesi / hakaret ediliyor, başörtüsü zorla çıkarılmaya çalışılıyor.

7. Çukurova Üniversitesi / İstatistik bölümü / tutanak tutuluyor. Diğer bölümlerde zorla açtırılıyor

8. Başkent Üniversitesi / tüm fakülte ve bölümler / rektör yardımcıları sorun yok derslere girebilirsiniz diyor, Rektör başörtülü öğrencileri yanına çağırıp başlarını açmalarını istiyor. Tutanak tutuluyor.

9. 9 Eylül Üniversitesi / İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Çalışma Ekonomisi Bölümü/ sözlü hakaret ediliyor: “Belgeler, YÖK umurumda değil, seni böyle derse alırsam kendimden utanırım”, “Biz Atatürk’ün kızlarıyız, çıkar o güzel saçlarındaki örtüyü”, “üniversite yönetimi karar aldı, başörtülüleri derse almayacağız”

10. Akdeniz Üniversitesi / Hemşirelik Bölümü / öğrenciler başlarını açmaları için tehdit ediliyor.

11. Boğaziçi Üniversitesi / İngilizce öğretmenliği son sınıfta bazı öğretim üyeleri derse almıyor.

12. Marmara Üniversitesi / Hukuk Fakültesi / bazı öğretim üyeleri derse almıyor, öğrenciler notla tehdit ediliyor, rencide edici sözler kullanılıyor.

13. Boğaziçi Üniversitesi / Batı Dilleri Bölümü / bazı öğretim üyeleri öğrencileri şapkalı dahi derse almıyor, yabancı öğrenciler de dışarı çıkarılıyor.

14. Mersin Üniversitesi / Maliye Bölümü / bazı öğretim üyeleri derse almıyor.

15. Dumlupınar Üniversitesi / Fen Edebiyat Fakültesi / Biyoloji Bölümü Başörtülü öğrencileri derse almıyor.

5 Eylül 2011 Pazartesi

ABDULLAH DEMİRBAŞ YURT DIŞINDA TEDAVİ EDİLSİN!




Uzun zamandır güvenlik-terör denklemiyle terbiye edilmeye çalışılan halklarız.
Güvenlik öncelikli yaşayanlar işledikleri suçları terör kılıfıyla bir güzel örtüyor. Üstelik böyle olunca geniş tabanlı bir kitle arkanızda duruyor.

Diğer taraftan işin terör tarafı da boş durmuyor ve güvenlik kaygısını derinleştirmek için elinden geleni yapıyor.

Taraflarının gerilimden beslendiği bir oyun bu. Bir taraf ödeneklerinin artırılması ve sorgulanamazlığının teyidi için terörü kullanıyor, diğer taraf iktidar alanını doğrudan şiddete dayıyor ve şiddetin sona ermesi durumunda –barış tehlikesi- iktidar alanının zayıflayacağını ve giderek gücünü kaybedeceğini düşünüyor.

Bu tavır/lar karşısında Türk ve Kürt halklarının ne kadarının kurban edildiği, önemsiz istatistik değer olmaktan öte anlam ifade etmiyor.

Ölümlerin kutsandığı yaşamın ise önemsizleştirildiği bir süreçten geçiyoruz.
Herkes diğer tarafın ölülerini sayıyor.

Bir futbol maçı izler gibi.
“Buda mı gol değil, buda mı değil” tezahüratları eşliğinde.

Şiddet hepimizin gözlerini kör ediyor, farkında değiliz.
Kendi ölülerimize karşı ötekilerin ölülerini lanetliyoruz. Biri diğerinden “leş” diye bahsediyor. Birinin ve diğerinin kim olduğu önemsiz.

Giderek kör oluyoruz. Kalbimizde biryer katılaşıyor. Sis perdeleri iniyor vicdanlarımıza.
Tedavi görmesi gereken tutukluların tedavi haklarını engellemeyi gol atmak gibi görüyoruz.

Güler ZERE geçtiğimiz yıl uzun uğraşlardan sonra son isteğine uygun olarak evinde ölmeyi başarabildi.
Cumhurbaşkanı artık tedavi edilemeyecek durumda olan ZERE’yi affederek son isteğinin yerine getirilmesini sağladı.

Hatırlayın o günkü tartışmaları. Neye yaradı o tartışmalar?
ZERE’nin “terörist” olması, “suçlu” olması başka bir şeydir, tedavi hakkını kullanması ve ömrünün son günlerini evinde geçirmesi başka!

Hasta Paşa Olunca / Güven Erkaya Örneği

Hayat adil değil der materyalistler.
Kimileri birkaç sıfır önde başlar maça.

Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya kuvvet komutanlığı sırasında Karaciğer rahatsızlığı yaşıyor ve tedavi görüyor.

Ancak yeterli olmuyor ve Erkaya’nın yurt dışında tedavi edilmesi zorunluluğu doğuyor.
Mevzuata göre birinci derece devlet memurları dışında yurt dışında tedavi imkanları sağlanamadığı için Erkaya Başbakan Baş Danışmanlığına getiriliyor.

Başbakan Mesut Yılmaz ile Başbakan Yardımcıları Bülent Ecevit ve İsmet Sezgin'in imzasını taşıyan görevlendirme yazısı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından onaylanıyor.

Tüm bunlar Güven Erkaya yurt dışında tedavi edilebilsin diye yapılıyor. İyide yapılıyor, Erkaya’yla ahirete taalluk eden husumetime rağmen neden yapıldı demiyorum.

ABDULLAH DEMİRBAŞ’da İNSAN, EN AZ GÜVEN ERKAYA KADAR!

Oysa bir başka insan aynı hakkı kullanmak istediğinde burnundan getiriyoruz.
Teröristten, katilden, binbir türlü küfürden geçilmiyor. “Entel - dantel işler” diyor en terbiyelimiz.

Abdullah DEMİRBAŞ, Diyarbakır Sur Belediye Başkanı. Kalp- Damar Sorunları, Akciğer Sorunları yaşıyor ve Kanser tedavisi görüyor.

KCK davasında tutuklanan DEMİRBAŞ sağlığının tutuklu yargılanmasına müsait olmaması nedeniyle serbest bırakıldı ve yurt dışına çıkış yasağı konuldu. İstanbul Üniversitesinden alınan raporlar DEMİRBAŞ’ın yurt dışında tedavi edilmesi gerektiğini söylüyor.

Tıp ilerledi aynı tedavi Türkiye’de de yapılabilir geyiği yapmayın lütfen, yapılsa üniversite yurt dışında tedavi edilsin raporu vermezdi herhalde!

Yaşam hakkı vazgeçilemez ve ertelenemez bir insan hakkıdır. Sürdürülen yargılama ve yurtdışına çıkış yasağı nedeniyle DEMİRBAŞ’ın sağlığının telafisi mümkün olmayan ve geriye dönülemez bir noktaya gelmesi kabul edilemez bir insan/yaşam hakkı ihlali olacaktır.

DEMİRBAŞ şüpheli olarak yargılandığı KCK davasında suçlu bulunsa dahi yaşam hakkı ertelenemez bir hakdır.

Ve hiçbir gerekçe, hiçbir güvenlik algısı bir yaşamı göz göre göre ölüme gönderemez.
Suçlu bulunsa dahi durum böyle iken, ya suçlu değilse!

Ve KCK davasından beraat ederse…
Başkaları beni çok ilgilendirmez ama o zaman kafasını kuma sokan dindarların yatacak yeri yoktur!

NOT: MAZLUMDER Tarafından başlatılan ve Abdullah DEMİRBAŞ’ın yurt dışında tedavi edilmesi edilmesine imkan tanınmasını isteyen kampanyasına linke tıklayarak ulaşabilirsiniz. http://demirbasyurtdisindatedaviedilsin.blogspot.com/

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Ezber bozan Ramazanlardan, Ramazan ezberlerine




“Nerede o eski ramazanlar” diyecek değilim.

Her Ramazan’ın kendine has güzelliği olduğuna inananlardandım. Taki bu ramazana kadar.

28 Şubatta bile Ramazan günlerinin bir huşusu, bir ahengi vardı.

Hiçbir şey beyaz kadar çok kirlenmemişti henüz.

Her Ramazan bir ezber bozma adımı olurdu eskiden.

Horoz kurban edenlerden, namaz vakitleriyle oynayanlara; teravih vardı yoktu saçmalıklarından “oruç tutmadı dayak yedi” haberlerine kadar her şey aynıydı oysa!

Eskiden Yaşar Nuri’ler, Zekeriya Beyaz’lar olurdu laik medyamızın Ramazan ekranlarında.

Birkaç uygunsuz laf eder geçerdik, takmazdık, işimize bakardık.

Şimdi öyle değil oysa, kerameti kendinden menkul yeni rol modellerimiz var.

“Ebuzer sosyalistti” diyecek kadar ileri gideni de, bir ileri iki geri oynayanı da var.

Yarın öbür gün ne olur olmaz diye sermayeyi tüketmek istemeyeni de mevcut.

Bu ramazan daha bir ezber geçiyor gerçekten.

Eski ve üzeri tozlanmış fasılalar açılıyor birer birer.

Ama eski ramazanlardan farklı olarak bizi kendimize getirecek akil adamlarımız yok artık karşımızda!

Ya da var da, ortalığa çıkamıyorlar belki…

Bir gece Hilal Kaplan’ın Muhalif programında Ebubir Sifil’i görebildik ondan sonrası yok.

Eskiden sahur programlarını, iftar programlarını iple çekerdik, bir şey kaçırmamak için aile ferdleri uyarırdı birbirlerini.

Şimdi ise çoğu evde izlenmiyor bu programlar. Ve izlenmemesinin nedeni biz olmamalıyız, başka bir şey daha olmalı!

Sanki bütün TV kanallarının kadrolu ramazan memurları var.

Dön dolaş yine kürkçü dükkanı…

Ramazan Kurban Ediliyor!

Kitap fuarları bile eskisi gibi değil.

Dün bir dostumla yeni kitap var mı diye konuştuk, yok!

Koskoca yayınevleri eski kitaplarını koyuyor raflara. Birkaç popüler ismin, birkaç popüler konuda yazdıkları kitaplar dışında bir ölüm sessizliği hakim.

Eskiden “Yeni şeyler söylemek lazım cancağazım” diyenler yine terk etmişler siperleri…

Üstelik sadece bu kadar da değil kötüye gidiş.

Kocatepe Kitap fuarında hiç utanmadan “Zemzem” satıyor bir esnaf!

“Bir buçuk liraya soğuk zemzem”

Allah ıslah etsin seni be adam!

Hemen Kocatepe kitap fuarının altındaki alışveriş merkezinde Türk Hava Kurumu stand açmış ve fitre ve zekat topluyor.

“Toplanan zekat ve fitrelerden Sosyal Dayanışma Vakfına %40, Diyanet Vakfına %3, THK’na %53... pay aktarılmaktadır.”

THK’nun topladığı zekat ve fitreleri nereye harcadığı, nasıl harcadığı az çok hepimizin malumu.

“Yeni yıl kutlamaları sizin fitre ve zekatlarınızla karşılanmıştır.” “Planör uçak eğitim kurslarının giderleri fitre ve zekatlarınızla karşılanmıştır.”

Üstelik THK’nun fitre ve zekat toplaması dinen caiz olmadığı gibi, kanun önünde de sorunludur!

Hepsi bu değil!

İlk duyduğumda sempatiyle yaklaştığım israf iftarlarına dikkat çekmek için düzenlenen yer sofrası iftarları da çizgisinden sapmış durumda.

Ramazan kişinin nefsine karşı giriştiği bir eylem iken, artık ötekine karşı kullandığı bir silah haline dönüşüyor.

Lüks otellerde iftar açanlarının yüzde kaçı oruçludur bilmem.

Ama oran çok düşük seviyelerde olmalı. Bir adet, bir ritüel, bir toplanma nedeni haline dönüştürülmüş ve çoğunlukla laik dinci güdülere hizmet eden bir organizasyonun nesini protesto edeceksiniz?

Dindar bir camia, kitle bir israf iftarı düzenliyorsa o iftar sofrasının önünde dizilelim hepimiz ve sesimizi yükseltelim.

Hem uyaralım ayağı kaymakta olanları, parası ahiretini kirletenleri ve dur diyelim.

Hem Müslümanları uzak tutalım ve vicdanlarına seslenelim.

Ama öyle olmuyor işte.

Kimi adamlar çıkıyor ve diyor ki: “Bu sosyalistlerle Müslümanların bir araya geldiği ilk eylem”

Hem içerik doğru değil, hem söyleyiş biçimi.

Müslümanlarla sosyalistlerin bir araya gelmesi iyi birşeyse bu daha önce çeşitli kereler yapıldı. Ortada bir ilk falan yok.

Öte yandan nedir bu sosyalist öykünmesi!



Protesto İftarlarına Gelenler Kim?

Tuna Kiremitçi, Ece Temelkuran, Sırrı Süreyya Önder…

Son iftara CHP İstanbul kadın kolları da katılmış, vay canına!

Ağzı iftar, oruç görmemiş insanlar oruç tutanlara racon kesiyor!

Tuna Kiremitçi twitter hesabında “dincilerin” rahatsızlığından mutlu olduğunu söylüyor. Zekasınca birkaç üstü kapalı hakarette ediyor.

Ece Temelkuran, “Londradaki fakirlere bakmaya gideceği için” iftara katılamadığını söylüyor, ama başka bir iftara katılmak istediğini yazıyor.

Sırrı Süreyya Önder’in iftardaki konuşması ise siyasi pozisyonuna zemin hazırlamaktan öte değil. “Paylaşmak yoksa barış içinde yaşayamayız”

Allah Aşkına bu mudur ramazan algımız?

Kimsenin oruç tutup tutmaması beni ilgilendirmiyor.

Ama lütfen ağzı oruç görmemiş hiç kimse birilerinin yanına sığınıp Müslümanlara racon kesmesin!

Ömrü hayatında oruç tutmayıp protesto iftarı gösterisinde! Ramazan ayının faziletlerinden dem vurmasın.

Paylaşmanın ne demek olduğunu bari müsaadenizle sizden iyi bilelim!

Hadi hepsi bir yana da O CHP Kadın kollarıyla yan yana durmaktan hiç sıkılmadınız mı?

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Bir Günlük Gazete



Bölünmüş durumdayım.
20 Günlük bir oğlum var ve onun bitmeyen gaz sancıları…
Annem geldi bir süreliğine yanımıza, yardım etmek için.
Yılda bir görebiliyorum annemi.
O da birkaç gün ancak.
On gün izin aldım işyerinden.
Ama bunu anneme söyleyemiyorum.
Çünkü her sabah işe gider gibi evden çıkıp, akşam işten döner gibi geliyorum eve.
Çoğu zaman işten döner gibi de olmuyor eve gelişlerim.
Geç vakit kapıdan girerken acaba kaç numaralı bakış ile karşılanacağımı düşünüp, eziliyorum.
İzinli olduğumu öğrenirse, yirmi günlük çocuğumu bırakıp nereye gittiğimi sorarsa cevap veremem diye korkuyorum.
Yılda bir kere, o da birkaç günlüğüne görüşebildiğimizi düşününce…
Neden yanımda değilsin derse, neden eşinle çocuğunla değilsin derse…

Benimle kahvaltı yapmak istediğini söylemiş annem.
Bu sabah kahvaltı yaptık birlikte.
Onu otobüs terminaline bırakabilecek kadar vaktim olup olmadığını sordu, bu sabah evden çıkmadan önce…
İhmal ettiğim başkaları da var biliyorum.
Yüzümün bir yanı da o yüzden kızarıyor.
“Filistin Günleri” geçerse her şey düzelir, biraz tamirat yaparım diye düşünüyorum.
Sonra hep böyle olduğunu hatırlıyorum.
Geçen yılda düşünüyordum bunları.
Geçen yıldan biriken tamiratlar da duruyor şimdi önümde.
Ondan önceki yıl, bir önceki…
Daha önceki öncekilerde…

8 Temmuz 2011 Cuma

Sivas Katliamı ve İlkel Gazetecilik




Bundan on sekiz yıl önce Sivas’ta 38 insan öldürüldü.

Her biri insan oldukları için değerliydiler.

Kimileri “Aydın” fetişizmine tutuşarak bu 38 ölümden kendine “Aydın” yaftası yonta dursun, benim için ne ölüm şekillerinin ne de mesleklerinin hiçbir önemi yoktu.

İnsandılar ve bu şekilde öldürülmeyi hak etmemişlerdi.

Belki hiçbiriyle ortak noktam yoktu, belki karşılaşmış olsaydık kavga ederdik birbirimizle ama insandılar ve yaşamaya en az benim kadar hakları vardı.

İlk kez geçen yıl düşmüştü aklıma. Bir Müslüman olarak iki Temmuzda Sivas’a gidip Pir Sultan Abdal Derneğiyle birlikte bu katliamı kınamalıydık. O vakit olmadı.

Bu yıl farklı kaynaklardan iletişim kurmak istedik Alevi dernekleriyle. Sivas’ta bu acıyı hep birlikte dillendirelim, bu yası birlikte tutalım istedik. Yine olmadı.

Dönüş bile yapmadılar. Ama bu kez kendi nefislerinin altında ezildiler. Kendi taassuplarına teslim oldular.

Öyle bir basın açıklaması yapalım ki metnin altında Pir Sultan Abdal Derneği ve Mazlumder yazsın istedik. Yeter ki metnin içerisinde “gericiler”, “yobazlar”, “dinci katiller” gibi ortaçağdan kalma kelimeler yer almasın dedik.

Tek derdimiz farklılıklarımızın ayrışmaya, kamplaşmaya neden olmadığını göstermek, birbirimizin acısını paylaştığımızı, birbirimizin acısından zevk almadığımızı göstermekti.

Özgür Gündem: Gazete olmak ya da olmamak

Özgür Gündem gazetesi 2 Temmuz tarihinde Özel harpçi H.Ç.’nin itiraflarına yer vererek Sivas katliamının özel harp dairesi tarafından düzenlendiğini manşetten haber yaptı.

Bugüne değin sol kesimin Müslümanlara yönelik bir saldırı argümanı olan Sivas olayları ilk kez bir sol gazete tarafından tekzip ediliyor ve “işin içinde başka işler var” deniyordu.

Özel harpçinin itiraflarının doğruluğu ya da yanlışlığı değil mesele. Böyle bir ihtimalin var olduğu düşüncesi bile bu kesim için büyük bir ilerleme.

Gazete 3 Temmuz tarihli baskısında da iddialarını sürdürdü ve manşet haberlerinden sonra Mazlumder Genel Başkanı Faruk Ünsal’ın Sivas davasının yeniden görülmesine ilişkin açıklamalarına yer verdi. Buraya kadar sorun yok.

Haberin iç sayfalardaki devamında ise gazete iletişim fakültelerinde ders olarak okutulabilecek bir gazetecilik faciasına imza attı.

“Katillerin AKP’li avukatları” başlıklı bölümde halen AKP’de siyaset yapan milletvekilleri, belediye başkanları teker teker sayılarak bu kişilerin yaptıkları “hizmet” nedeniyle nasıl kollandıkları ve hangi görevlere yükseltildikleri sıralanıyordu.

İnsanın utanması olmayınca ne yapsa hak!

Ancak ilginçtir gazete AKP’lileri listelerken bile ortaçağ solculuğundan kurtulamamış. Av. Faik Işık’ın titrine Başbakan Erdoğan’ın ve Süleyman Mercümek’in avukatı yazmış histerik bir bilinçaltı geçmişiyle.

Süleyman Mercümek kim? Bilen bilir!

AKP’li değil, vekil değil, belediye başkanı değil, parti yöneticisi değil…

O halde bu ismin burada ne işi var?



Histerik bilinçaltı bu işte.

Ortaçağ solculuğu tam olarak bu!

Gazeteyi çıkaranlar belli ki savunma hakkının kutsal olduğundan habersizler.

Kaldı ki Sivas davasında yargılanan ve ceza alanlar o gün orada bulunmaktan başka suçu olmayan insanlar. Sivas katliamının failleri halen bulunmuş ve adalete teslim edilmiş değil. Sırf birilerini teskin etmek için kamera kayıtlarında yer alan kişiler yargılanmış ve hukuk cinayetleri işlenerek mahpus edilmişlerdir.

Ancak ne yazık ki bu dava kan davası şeklinde görülmüş ve onlardan olan suçlu-suçsuz fark etmez cezalandırılsın denilmiştir. Sözüm ona solcularda bu hukuk komedisinin başrol oyuncularıdır.

Sivas bir yaradır. Ne için ve kim tarafından tasarlanmış olursa olsun reddedilmeli ve failleri bulunarak cezalandırılmalıdır. Bu yarayı dağlamak için hukuk cinayetlerini meşru görmek ise gayri insanidir.

Ve son olarak haberi yapan gazeteci kılıklı arkadaş Mazlumder avukatlarının da Sivas Davasında müdahil olduğunu bilmeli.

Benim tavsiyem müdahil Mazlumder avukatlarını da listeye eklemesidir!

Eğer biraz yeteneği varsa müdahil avukatların isimlerine ulaşabilir.

13 Haziran 2011 Pazartesi

AKP, BDP, HAS PARTİ VE AYNUR BAYRAM




Seçimlerden birkaç gün önce AKP’nin %44, CHP’nin %27, MHP’nin %11 oy alacağını, BDP destekli bağımsızların ise 36 vekil çıkarabileceğini tahmin ediyordum.

AKP’nin yüzde 45’in üzerinde oy alması doğrusu benim için çok büyük bir sürpriz oldu. Şaşırdım ve şaşkınlığım henüz geçmiş değil.

Aslında seçim öncesi meydanlarda söylenenlere bakınca CHP ve AKP arasında makasın açık olacağı anlaşılıyordu. Öyleki liderlerin seçim konuşmaları vizyonlarını ele veriyordu ve bu önemli bir kriterdi.

CHP lideri seçim stratejisini tamamen 12 Haziran’a çevirmişti. Aslında CHP değil neredeyse bütün siyasi parti başkanları 12 Haziran’da ne yapacaklarını anlattılar kürsülerde.

AKP ise çok doğru bir düşünceyle hedefine 2023 yılını koydu ve vizyon farkını gösterdi. Halk üzerinde bu ileri görüşün etkili olduğunu ve uzun vadeli “çılgın” projelerin, sadece 12 Haziran için hazırlık yapmayan bir siyasi oluşumun artı değer olarak sandıklara yansıdığını düşünüyorum.

Bana kalırsa seçim sonuçlarına ilişkin iki liderin konuşmalarına bakmak bile yüzde 25’lik farkı açıklamaya yetiyor.

Kılıçdaroğlu, “Moralinizi bozmayın” diyerek aslında yenildiklerini itiraf ediyor ama daha sonra kaç milyon oydaş kazandıklarından dem vuruyor. Milletvekili sayısını artıran tek parti metaforu ise züğürt tesellesi sınırlarının bile ötesinde.

Konuşmasında seçimlerin hayırlı olmasını dahi dileyemeyecek kadar hitabet yoksunu bir lider var karşımızda. Ve bu lider bu ülkenin ana muhalefetini temsil ediyor. Hem trajedi, hem komedi!

Öte yandan Erdoğan’ın “Bugün Gazze ve Kudüs kazanmıştır” diye başladığı konuşma ve bütün dünyayı kucaklayan yaklaşımı iki lider arasındaki farkı net şekilde ortaya koyuyor. Üstelik meydanlarda edilen onca gereksiz söze karşın başbakanın helallik dilemesi ve yaşananların geride kaldığına ilişkin beyanı da artı hanesine yazılmalı.

Başbakanın seçim meydanlarında neredeyse unutulan açılım projesine seçimden sonra hız vereceğini açıklaması ve yeni anayasa çalışmalarında mecliste olsun olmasın bütün siyasi partilerin kapısını çalacağını söylemesi ise zafer sarhoşluğuna kapılmayacağına dair umutlarımızı artırdı.

Zira son dönemde en alttan en üste AKP teşkilatlarında görülen “kibir” dalgasının bulaşması engellenirse AKP’liler bir başka seçimi de kazanabilir belki!

AKP’nin yüzde 50 oy almasına şaşırmamın temel nedeni aslında “sadakat” temelli aday belirleme süreci ile ilgili. Başbakan siyasi hayatı boyunca birlikte çalıştığı arkadaşlarını son seçimde meclise taşıdı.

Özellikle Kürt bölgesinde seçilen adaylar rakip siyasi partiler için bile şaşırtıcıydı. Öyle anlaşılıyor ki AKP bölgede, bölgenin tercihlerine uygun aday gösterebilse idi oy oranı çok daha yüksek olacaktı. Bunu bir kenara not etmekte fayda var.

BDP

BDP ise milletvekili sayısını bir önceki seçime göre yüzde yüz artırdı. Ancak bu durumda aldatıcı olabilir. Zira bu sonuç BDP’nin oylarını yüzde yüz artırdığı şeklinde yorumlanamaz.

BDP’ye seçim zaferi kazandıran bu sonuç aslında bölgenin bağımsız aday seçmedeki tecrübesini gösteriyor. İllere bakıldığında yüzde 20-30’luk bir oy artışına rağmen milletvekili sayısının ikiye katlanması seçim barajı uygulamasının da iflasının göstergesi.

Vaktiyle dindarlar ve Kürtler meclise giremesin diye uydurulmuş yüzde 10 barajı artık bu gövdeye uymuyor. Korku cumhuriyetinin tarih öncesinden kalma kaygıları da tarihin çöplüğüne atılmalı artık!

HAS PARTİ

Eğri oturup doğru konuşalım HAS Parti genel merkezinin bile bu seçimlerde hedefi yüzde 1’in üzerinde değildi. Bakmayın siz kameralar önünde söylenen sözlere. Bu seçim HAS Parti üzerinde değerlendirme yapmak için uygun şartları barındırmıyor aslında.

Zira seçimlere girebilmek için alelusül oluşturulmuş bir teşkilat yapısı, teşkilat mensuplarının bile bu sefer AKP’ye oy vereceğini söyleyebildiği bir parti düzeninden ancak bu çıkardı.

Üstelik AKP’nin muhafazakar kesimde siyaset yapmayı bu kadar bloke ettiği bir dönemde seçim sonuçlarından yola çıkarak “dükkanı kapatın” demek sağlıklı değil. Bana göre HAS Parti’nin kriter seçimi 2015’dir.

Partinin geleceğini 2015 belirleyeceğinden Genel Başkan Numan Kurtulmuş ne yapıp edip bu süre içerisinde teşkilatlarına çeki düzen vermeli, siyaset bilgesi gibi partide dolaşan kamburların yükünden de kurtulmalıdır.

Numan Kurtulmuş’un yapılan anketlerde bütün kesimlerce en beğenilen liderler arasında gösterildiğini hatırlarsak, Erdoğan sonrasında karizmatik kişiliğiyle yolu açık görünüyor.

Hoşumuza gitse de, gitmese de siyaset Türkiye’de kişiler üzerinden yürüyor. Ekip çalışması dediğimiz siyasi kimlik ülke halkı için bir anlam ifade etmiyor. O yüzden karizmatik kişiliğin altını ısrarla çiziyorum…
Kamburların altını da!

VE AYNUR BAYRAM

Sadece teşekkür edebilirim. Herhangi bir partiye oy verseydim içimde bir “acaba” kalacaktı. Kalben mutmain’im.
Kazanmanın yada kaybetmenin istatistiklerle ölçülemediğini bildiğinizden eminim. Bundan sonra her şey daha kolay olacak.
Teşekkürler Aynur Bayram…

2 Mayıs 2011 Pazartesi

SAADET PARTİSİ GENEL BAŞKANINA AÇIK MEKTUP



Sayın Genel Başkanım,

Bu satırları yazarken 1990’dan buyana yirmi bir yıllık bir hayat hikâyesi film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden.

Trabzon’un sokaklarından, Kredi Yurtlar Kurumunun pis odalarına; sonra çok başağrılı öğrenci evlerinden, miting alanlarına; sabah namazına kadar süren okey’den, fırından yeni çıkmış sıcak ekmekle tereyağ bayramlarına; ha çıktı, ha çıkacak diye uykularımızı bölen ve bizi hayatta tutan tek şey olan “Üniversitenin Sesi”ne ve şimdi buraya yazamayacağım hatıralara kadar nice tatlı ve acı tat var damaklarımda…

Paltosunun altından çıktığımız siyasi gelenek -doğru ya da yanlış- ailemizden ve sevdiklerimizden önce geldi hep! O siyasi gelenek ki bize dünyanın geçiciliğini öğretmişti ilk…

Kim ne yaparsa yapsın, kim hangi manevralarla mevzi değiştirirse değiştirsin cepheyi terk etmemeye yeminli gençlerdik. Allah’u alem bugüne kadar o ekipten çok az fire verildi…

İnsanların ve hatta İslamcıların birbirleriyle “Selamün Aleyküm” diye konuşamadığı bir zamanda meclis kürsüsünden bir ses Allah’ın selamıyla selamlamıştı tüm dinleyenleri. “Ne oluyor lan!” diyerek kendimize geldiğimiz zamanlardı…
Koca bir nesil ezilmişlikten, horlanmışlıktan, aşağılanmışlıktan sıyrılıyor, başını dik tutmayı öğreniyordu henüz…

İstemeyi öğrenmiştik, bizde yapabilirdik, kimseden bir eksiğimiz yoktu, özgüven kazanıyorduk; onlarca yıl sonra yeniden… Sadece bu bile çok kıymetliydi…
Sonra zor zamanlardan geçtik. Merve Kavakçı sol faşistler tarafından meclisten kovuldu… Kavakçı’nın kovulmasıyla rol çalan, değişim iddiasıyla yola çıkan bir akım milletin iradesiyle iktidara geldi.

İstedik ki Merve Kavakçı’nın hakları iade edilsin. Biraz zaman dediler. Başörtüsüne yönelik yasaklar kalkmalı dediğimizde henüz erkendi onlar için. Bu iktidara fırsat verilmeliydi, hala derin denilen devlet çok güçlüydü, çok değil daha üç-beş yıl önce az daha kapatılacaktı partileri…

Yargının yapısının değişmesi, anayasada yapılan değişiklikler bile “korku”larını giderememişti…

Onlara inansak henüz tehlike geçmediği için başörtülü milletvekili adayı gösterilmemişti. Onlara kalsa birileri tuzağa düşürmeye çalışıyordu partilerini…
Kurucu üyesini dahi aday yapmayıp -kusura bakmasın ama- süs bitkisi gibi kazanma ihtimali olasılık hesaplarına bile girmeyen bir yerden göstermelik bir aday seçimi yaptı mevcut yapı…

Bu seçim sadece partisel kaygılardan kaynaklanmıyordu şüphesiz. Bir kadının vekil olması bir erkeğin elenmesi anlamına geliyordu çünkü! Hiçbir erkek iktidarını kaybetmek istemez! Velev ki rakibi nitelikli olsun, ne gam!
Hele seçilen başörtülü söz dinlemez, itaat etmez olursa birde; erkek vekillere nur yağar elbette…

“Aynur Bayram Bağımsız Milletvekili Adayı”

Tam listeler açıklanırken bir sürpriz yaptı Aynur Bayram… Hiç kimsenin beklemediği bir anda, herkes tam ümidini yitirmişken, bağımsız bir aday fırsatı bile kaçırıldı zannedilirken…

Daha önce Milletin Meclisinden başörtülü olduğu için geri çevrilen bir gazeteciydi Aynur Bayram…
Aynur Bayram’ın belki de en büyük şansı hiçbir siyasal akımla bugüne kadar temas etmemiş olması. Öyle ki milletvekili seçilmesi halinde rezerv koyacağı hiçbir akım yok. Dolayısıyla başörtüsü takıntısı olmayan tüm partilerin adayı olabilir Aynur Bayram…

Sayın Genel Başkanım,

Bu satırları bugüne kadar Milli Görüş çizgisi dışında hiçbir partiye oy vermemiş bir kardeşiniz olmanın rahatlığıyla yazıyorum. Son üç-beş yıl haylazlık ettim etmesine ama tek suçlu herhalde ben değilim… Bu zamanlarda bile en fazla oy kullanmadım…

Aynur Bayram Ankara ikinci bölgeden bağımsız milletvekili adayı… Sizin partinizin de adayları var aynı bölgeden. Ama eğri oturup doğru konuşalım yüzde on baraj var iken hiçbir seçim bölgesinden milletvekili çıkarabilmeniz mümkün değil. Geriye bir tek şey kalıyor o da HAS parti mi daha çok oy alacak, SP mi?

Her siyasi partinin çıkarları, öncelikleri vardır elbette… Buna sözümüz yok. Ama mesele başörtüsü meselesi olunca, üstelik bu meselede çok emeği olan bir siyasal hareket olduğunuz göz önüne alınınca bunu sizden istemek hakkımızdır. Malum yiğit düştüğü yerden doğrulur…

Sayın Genel Başkan,
Ankara ikinci bölgede Bağımsız aday Aynur Bayram’ı destekleyerek çok büyük bir jest yapabilirsiniz! Bu jest rol kaparak iktidara gelen eski arkadaşlarınıza da güzel bir ders ve ilahi bir uyarı olabilir.

HAS Partinin kaç oy aldığının, kimin daha güçlü olduğunun hiçbir önemi yok…
Üstelik bu adımı atarak partili, partisiz bütün insanların kalbinde taht kurabilirsiniz… Size rezervleri olanlar bile, saygıyla söz eder hareketinizden… Tarihe silinmez bir kayıt düşebilirsiniz.

Çok emektarı var geleneğinizin. Herkesin kendi gücü nispetinde katkısı…
Bugüne kadar hiçbir beklentim olmadı Milli Görüş çizgisinden. Ama bu sefer statükoya hep birlikte gol atabilmek için, partinizden bağımsız aday Aynur Bayram’a destek istiyorum.

Tırmandığım elektrik direkleri adına, boyadığım duvarlar, taşıdığım pankartlar, attığım sloganlar adını istiyorum bunu…

Size, çağlar üzeri bir yolun yolcularına da bu yakışmaz mı?

25 Nisan 2011 Pazartesi

Bu Acı Hepimizin (2)

Bir önceki yazıda 1900 yılından 1918 yılına kadar Ordu ili özelinde azınlıkların durumunu, çoğunlukla yerel kaynaklar üzerinden oluşturulmuş İbrahim DİZMAN’ın “20. Yüzyılda Ordu” kitabından aktarmıştık. 1918 Yılından itibaren şartların nasıl değiştiğini yine aynı kaynak üzerinden incelemeye devam ediyoruz…

1918: “Tüm Pontuslular Kongresi Marsilyada toplandı. Ordulu Rumlarda bu toplantıya temsilci gönderdiler. Pontus’u kurabilmek için Sovyetler birliğinden yardım istendi. Leon Troçki’ye bir telgraf çekildi.” “Dönemin en lüks pansiyonu Ermeni bayan Hekimyan’ın hanıydı. Daha çok iş için Ordu’ya gelen işadamları ve devlet görevlileri burada kalırlardı.” “Dönemin en önemli lokantalarından biri Ermeni Ohanyan’ın kebapçısıydı.”

1919: “Rusya’dan 1350 Rum Ordu’ya gelerek yerleşmek istedi. Osmanlı Yurttaşı olanlara izin verildi.”
“Rumlar 8 Mayısta Giresun’da büyük bir gösteri düzenledi. Pontus Rum Devletinin kurulmasını talep ettiler. Gösteriye Ordu’dan da Rumlar katıldı.”
“Ermeniler Ordu İdadisinin binasını boşalttırarak el koydular.” “ Rum okullarında Pazar günü çekilen Yunan ve Pontus bayrağı diğer günlerde de indirilmemeye başladı, Pontus jandarma örgütü kurulma çalışmaları başladı.” “Merkezi Batum olmak üzere Rum Pontus Devleti kuruldu. Bu devlet sınırları içine Ordu’yu da alıyordu.” “Giresunlu milis Topal Osman Ağa gözdağı vermek için Ordu’ya girmek istedi. Ziya Bey şehrimizi karıştırma, bizim onlarla sorunumuz yok diyerek buna izin vermedi.”

1920: “Ordulular TBMM’ye telgraf çekerek Topal Osman’ın kente girmesini istemediklerini bildirdiler.”

1921: “Bölgedeki kıyı kentlerinde olduğu gibi, Ordu’daki Rumların da Yunan çıkarmasına karşı önlem olarak tehcir edilmeleri kararı çıktı. Bu karara göre, 1317(1899)doğumlu hristiyanlar, amele taburlarında görevlendirilmek üzere askere alınacak, kalanlarda Şarkıkarahisar’a kafileler halinde gönderilecekti. Tehciri yönetmekle görevli Faik Bey, İçişleri Bakanlığının genelgesinde geçen “Bilcümle Rumlar” vurgusunu çocuklar ve bebekleri de kapsar şekilde yorumlayan Nurettin Paşa’ya karşı çıktı ve bu kararı uygulamayacağını belirtti.”
“Samsun Bölge İstiklal Mahkemesi kuruldu. Ordulu Pontus Yanlısı bir grup yargılandı: Avram Tokatlıoğlu ve Paminonda idam edildi; Tanasaki on yıl hapse mahkûm oldu. Lambo da mahkemeye giderken yolda öldü.”

1922: Topal Osman’ın baskısı üzerine Ziya Bey Çorum’a sürgün edildi. Ziya Bey Ordu’daki azınlıklara hoşgörülü yaklaşıyordu.”

1925: “Mart başında Ordu’dan Rumlar Yunanistan’a, Yunanistan’dan Türkler Ordu’ya gelmeye başladı.15 Kasımda son Rum grubu Ordu’dan ayrıldı.”

1927: “İlk nüfus sayımı yapıldı. Buna göre Ordu’da Rumca konuşan 2 kişi, anadili Ermenice olan 249 kişi yaşıyordu.”

1935: “Bu yıl Ordu Merkez ilçede 37 Rum, 265 Ermeni kökenli yurttaş yaşadığı tespit edildi.”

Gerçekten Ne Oldu?

Kitapta 1935 Yılından sonra ise azınlıklara ilişkin haberler sona eriyor. Yunanistan’a göç eden Rumların 1960 sonrasında Ordu’yu ziyaretleri ve çocukluklarının geçtiği yerleri gezmeleri istisna, ne nüfusları ne de varlıklarına ilişkin hiçbir bilgi yok.

Adına ister tehcir diyelim, ister soykırım 1915’te hiçte hayırla anılamayacak şeyler yaşandı. Öncelikle bu yazıda tarafların siyasi duruşlarından bağımsız insani bir tavır belirleme çabası içerisinde olacağımızı belirtelim. Dolayısıyla herhangi bir tarafın haklılığı veya haksızlığı bizi ilgilendirmiyor.

1900’den 1935’e kadar yukarıda alıntılananlar dikkate alındığında;
1900’lü yılların başlarında Ermeni ve Rumların kentin yönetiminde önemli bir yere sahip oldukları, kentin ekonomik ve sosyal çerçevesini şekillendirdikleri, ticaretin ve sanatın büyük çoğunlukla bu grupların elinde olduğu görülecektir. Savaş ve işgal şartlarının gelişmesi ile birlikte azınlıklara karşı yerli halkta tepkilerin arttığı bu tepkilerin daha çok azınlıkların Yunanistan ve Ruslarla işbirliğine giderek kendi bağımsız devletlerini kurma isteğinden sonra zirve yaptığı anlaşılmaktadır.

Asayişsizlik nedeniyle Türk, Rum ve Ermeni çetelerinin bölgede yaygın bir hareket kabiliyetinin olduğu ve bu çetelerin çoğu zaman yağmalama amaçlı saldırılarının bir süre sonra etnik/dini çatışmalara dönüştüğü de notlardan çıkarılabilir. Yine bölgede Ermeni/Rum çeteleri tarafından katledilen sivillere ilişkin bolca hatıra mevcuttur. Buna mukabil Türk çeteleri tarafından da Ermeni ve Rum sivil halka karşı aynı şiddette saldırıların olduğu bilinmektedir.

Çeteler kuruluşları itibariyle ilkel yapılardır ve bu çatışmalarda her kesimden can kaybı olması çeteciliğin doğasıyla geçiştirilebilir. Bu çetelere ilişkin cezalandırmaların siyasi veya askeri otorite tarafından öngörülmesi ve uygulanması da garipsenmez.

Oysa İT rejimi tarafından verilen tehcir kararında herhangi bir ayrım yapılmamış olması ve gayri müslim Ermenilerin tümünün çocuk, kadın, hasta, yaşlı ayırt edilmeksizin tehcir edilmesi büyük bir felakettir. Ermeni ve Rum çetelere ilişkin cezai uygulamalar yapılırken Türk çetelerinin ödüllendirilmesi ve ilerleyen zamanlarda bu çete reislerinin bir kısmının milletvekili yapılması felaketin başka bir boyutudur.

Tehcir sırasında kimi Ermenilerin hava şartlarına bağlı nedenlerle, kimilerinin zorlu yolculuk şartlarına dayanamadıkları için öldükleri doğru olmalıdır. Zira dönemin şartları düşünüldüğünde yanlarına alabildikleri çok kısıtlı malzemelerle çoğu zaman yaya olarak sürdürülen yolculukta sağlıklı bireylerin dahi yolculuğu tamamlaması güçtür.

Bununla birlikte yolculuk boyunca güvenlik zafiyeti nedeniyle kimi çetelerin yine yağmalama amaçlı Ermenilere saldırdığı ve bu saldırılarda can kayıplarının olduğu da vakadır. Dönemin Boğazlıyan kaymakamı bu güvenlik zafiyeti (veya göz yumma) nedeniyle idam edilmiştir.

Diğer taraftan tehcirin belki de en can yakıcı kısmı Ermenilerin mallarını gasp etmek amacıyla yapılan saldırılardır. Doğu ve Güneydoğu Anadoluda Ermenilerin malları bu şekilde el değiştirmiş ve yerli ahali bu “hırsızlık” yoluyla nevzuhur zenginleşmiştir.

Devletin veya rejimin kimi kaygılarının olması ve bu kaygılarla meşru ya da gayrı meşru işlemler yapması bir şekilde anlaşılabilir. Bu anlama, hak vermek veya müdafaa etmek anlamına gelmez. Devletin işlediği suçlara karşı en büyük mahkeme vicdanlardır ve tarihtir. Tarihin veya vicdanın mahkemesinde yargılanan devletlere ilişkin her birey kendi durduğu yere göre bir hüküm verebilir.

Ancak yüzyıllarca komşu olarak yaşamış sivil halkın birbirlerinin canına, malına, ırzına yönelik saldırılarda bulunması affedilir gibi değildir. Asıl büyük felaket işte budur. Ermeniler bir şekilde öldürülerek veya ölüme gönderilerek büyük felaketle tanışırken; geride kalan yerli unsurlar Ermenilere ait malları talan etme ve zimmetine geçirme yoluyla hırsızlaştırılarak kendi büyük felaketini yaşamaktadır.

Devletin Refleksleriyle Düşünmek…

İster devletin (İttihat ve Terakkinin) kendini koruma refleksi olarak adlandıralım, ister vatan hainliği ve düşmanla işbirliği diyelim; ister soykırım olsun adı veya farklı bir siyasi perspektiften halkların kendi kaderlerini belirleme çabası olarak görelim sonuç değişmiyor. Ölenlerin sayısının on bin olmasıyla yüz bin olması da istatistiksel bir değer olmaktan başka bir şey ifade etmez. Acıları rakamların büyüklüğüne göre sınıflandıran bir kültürden gelmiyoruz biz. Haksızlığı rakamların büyüklüğüne göre değil, eylemin yanlışlığına göre değerlendiren bir geçmişin çocuklarıyız.

Ermeni meselesi tartışılırken Türklerin yaşadığı sıkıntıları göz ardı etmeyeceğimiz gibi, bu sıkıntılar nedeniyle masum Ermenilere reva görülen haksızlıkları da onaylayamayız. Zira birini diğerinin paratoneri gibi kullanmaya kalkarsak hiçbir acıyı paylaşamayız, hiçbir sorunu çözemeyiz.

Özellikle Müslüman zihinlerin Ermeni meselesinde takındığı “devletçi” tavır anlaşılır gibi değil. Devletin resmi tezlerinden öte söyleyecek sözü olmayan Müslümanların devletle “hemhal”leşmede gösterdiği başarı takdire şayan!
Bize yakışan adaletin safında yer tutmaktır. Devletin veya Ermenilerin tezlerinin doğru olup olmaması bizi ilgilendirmez. Birilerinin haklılığına malzeme taşımayacağımız gibi, birilerini hükmen mağlup ilan etmek de bize yakışmaz.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Bu Acı Hepimizin (1)

"Tehcir Kanunu"

Elimde Ordu Belediyesi tarafından yayımlanan İbrahim DİZMAN imzalı “20. YÜZYILDA ORDU (1900-1999) adlı kitap var. İbrahim Dizman aslen Ordu’lu olmamasına rağmen Ordu’da uzun yıllar yaşamış ve kenti iyi bilen bir isim.

Kitap 1900 yılından 1999 yılına kadar kayıt altına alınabilmiş önemli olayları tıpkı bir yıllık (yüzyıllık) gibi derlemiş. Nerde, ne zaman ne oldu, ahali ne dedi, kentin nüfusu ne kadardı, fındık rekoltesi neydi, limana hangi gemiler yanaştı ve ne alıp ne sattılara kadar geniş bir kayıtlı bilgi…

Doğrusu kitap içerisindeki bazı bilgilerin sansürden geçtiği kanaatindeyim. Özellikle de azınlıklar hakkındaki kimi bilgilerin devlet politikalarına aykırı olmamak şartıyla yazıldığını düşünüyorum. Ama bu haliyle bile çok önemli bir kaynak kitap bu...

Ve keşke başka yerel yönetimlerde kent kimliğine ilişkin bu tür çalışmalar yayımlayabilme cesaretine sahip olabilseler.

Malum 24 Nisan yine yaklaşıyor ve “Ermeni Soykırımı” tartışmaları yeniden başladı. Yine bir kamplaşma üzerinden, yine bir taraf olgusuyla tartışılacak; bol bol havanda su dövüldükten sonra bir sonraki 24 Nisana kadar kılıçlar kınına sokulacak. Taraflar birbirlerini anlamamak ve birbirlerinin acısını paylaşmamak için kendi acılarını öne sürecekler.

Herkes kendi acısını pazarladığı sürece de bir arpa boyu yol alınamayacak. Gerek ermeni diasporası, gerek Türkiye devleti kendi resmi tezlerini mutlak doğru olarak ezberlettiğinden zihni açık bir kesim dışında 1915’de yaşananlar politik kaygılara kurban edilecek, acılar azalmayacak aksine bilenecek ve artacak.

1915’te ne oldu demeden önce elimizdeki kitaptan Ordu özelinde azınlıkların durumuna ve 1900’lü yılların başında genel vaziyete bir göz atalım.

1900: “Bugünkü Cumhuriyet İlköğretim Okulunun bulunduğu yerde Ermeni Mezarlığı vardı. Burayı, Ermenilere Osman Paşa’nın varisleri vermişlerdi.”
“Gürcü muhacirlerle yerli halk arasında çekişme ve gerilim zaman zaman silahlı çatışmalara varıyordu. Kentte büyük bir huzursuzluk egemendi.”
“Protestanlarla Ortodokslar arasında çekişme ve anlaşmazlıklar vardı. Bu zaman zaman bina taşlamaya, kavgaya kadar varıyor ve kentte gerilime yol açıyordu. Valilik tarafları Trabzona çağırarak barıştırmaya çalışmıştı.”

1901: 1868’de Kostas Psomiadis tarafından yaptırılan Taşbaşı’ndaki kilisenin yanındaki Kotyora Rum Okulu’nun öğrenci sayısında hızlı bir artış oldu.”

1902: “Yıl içinde Ordu nüfusu şu şekildeydi: İslam - 93.139, Rum – 13.736, Ermeni – 9.702, Protestan – 509”
“Belediye hekimliğine Atenas Efendi atandı”

1903: “Belediye Meclis Üyeleri:Hacı Azad Efendi, Dimid Ağa, Yani Ağa, Kiryako Ağa, Artin Efendi idi. İdare Meclisinde Felekzade Süleyman Ağa, Osman Bey, Kakolidi Yorgi Efendi ve Anteresyan Ağa idi.”
“Bu yıl Ordu’da kaza nüfusu şöyle saptandı: İslam – 110.185, Rum – 13.758, Ermeni – 9.615
“Bir grup Ermeni asıllı yurttaşın Ordu’dan Rusya’ya kaçtığı anlaşıldı, Çambaşı’nda 16 Rum obası olduğu devlet kayıtlarına geçti.”

1904: “Bir grup Ermeni, işsizlik nedeniyle Ordu’yu terk ederek İzmit’e yerleşti.”

1905: “Bu dönemde 9 üyeli Ordu Belediye Meclisinin 8’i gayrimüslimdi.” “Tanasaki Efendi, Belediye hekimliğine atandı.” “Ordu Ticaret ve Sanayi Odası Başkanlığına Kirkor Kirkoryan Efendi getirildi.”

1906: “Ordulu Ermenilerden bir grup ABD’ye göç etti.”

1907: “Mordiros Şirinyan Ordu kazası eczacılığına atandı” “ Bölgede eşkiyacılık ve çetecilik çok yaygınlaşmıştı. Gürcü, Rum, Ermeni, Laz ve Türk çeteleri hem etnik hem çıkar çeteleri olarak ortaya çıkmıştı ve birçok köyde, zaman zaman da kent merkezinde büyük olaylar oluyordu.”

1908: “Ordu’da eşkiyalık,aşayişsizlik kol geziyordu. Gencoğlu Murat, Aşiroğlu Mustafa, Kadıoğlu Salih, Ostaoğlu Süleyman, Ordulu Kirkor tanınmış eşkiyalardı.”
“Samsun’da Müdafaa-i Meşrute ve Mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti kuruldu; Ordu’dan kimi Rumların da bu cemiyetle bağlantılı olduğu söylentisi yayıldı. Bu, yöredeki önemli ilk etnik ayrım tedirginliklerinden biri oldu.”

1909: “Geçim sıkıntısı çeken bir grup Ordulu kenti terk ederek Düzce’ye göç etti.”

1910: “Ordu’da ilk matbaa Ağyazar Efendi tarafından kuruldu, yıl içinde Karnik Kalaycıyan da petek Matbaasını kurdu.” “Karadeniz Bölgesinde Rumlara yönelik olarak Pontus adlı dergi yayımlanmaya başlandı. Bu dergi Rum devletinin kurulması gerektiğini savunuyordu.”

1911: “Şarkikarahisar Rum Metropoliti tarafından satın alınan binada İnas Mektebi kurulmasına izin verildi.”

1912: “Trabzon’daki Yunan Konsolosluğunun isteği üzerine bütün bölgede olduğu gibi Ordu’da da Yunan kralının ad gününde ayin yapıldı.” “Rum kayıtlarına gör eOrdu’nun nüfusu bu yıl 118.920 idi.”

1913: “Mordiros Şirinyan Efendi belediye başkanı oldu.Şirinyan seçimle gelmedi, Trabzon Valiliğince atandı.” “Ordu ilçesi sınırları içinde demir madeni araştırma izni Serkiz Efendi ve Andre Kirpako ile Miçonaki Efendilere verildi.” “Bu dönemde Ordu Ermeni toplumunun önderi Papaz Kirkor’du.”
“4.500 altına onarılan Taşbaşı Rum Kilisesi’nin bahçesine, Rum toplumu tarafından Psomiudeios adı verilen bir okul yaptırıldı. Bu okulda 15 ile 20 yaş arası öğrenciler eğitim görüyordu.” “Karnik Efendi, Ordu’nun ilk gazetesini yayımlamaya başladı.”

1914: “Düşman gemileri Efirli Köyü açıklarında bir kayığı batırıp gemicileri tutsak aldı.” “Yıl içinde, Ordu’nun genel nüfusunun 142.271 olduğu saptandı.” “Bu dönemde kentteki Ermenilerin dinsel lideri Bilbilcioğlu Arakel’di.” “Yenilenen seçimlerde Trabzon vekili olarak seçilen üç kişiden biri Yorgo Yuvanidis idi.”

1915: “Yörenin ünlü eşkiyalarından Ordulu Kirkor ve çetesi Boztepe’de bir evde çatışma sonucu ölü ele geçirildi.” “Ordu Belediyesinde yol mühendisi olarak görev yapan Avusturya uyruklu Nikolay Çıngıryan öldü.”
“Rus savaş gemileri Ordu’yu bombaladı. Ardından karaya asker çıkardı. Kimi Ordulu Rumların kılavuzluğunda dükkanlar Ruslar tarafından yağmalandı. Kömürpazarı’ndaki silah deposunu da yağmalamak isteyen Rus askerlerine Behçet ve Teyneli köyünden Selim makineli tüfekle direndiler. İki manga kadar Rus askeri vuruldu. Çapraz ateş altında kalan Ruslar geri çekilmek zorunda kaldılar.”
“Kaza sınırları içinde 160 Ermeni ailesi, tehcire tabi olmamak için İslamiyeti kabul etti. Bu Ermeniler göç listesine alınmadı.” “Tehcir yasası gereğince, Haziran ayından itibaren Ermeni kökenli Osmanlı yurttaşları göçe zorunlu tutuldu. Ordu kazasından toplam 12.000 Ermeni tehcir edildi.”
“Bolaman’da tehcire tabi iki Ermeni köyü boşaltılırken güvenlik güçleriyle Ermeniler arasında silahlı çatışmalar yaşandı.” “Vasil Usta adındaki bir Rum; Ordu- Tokat civarında, Pontus devleti kurmak amacıyla ayaklanma başlattı. Ancak kısa süre sonra Ordu yakınlarında güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada bozguna uğradı ve Trabzon’a kaçtı.

1916: “Büyük Trabzon göçü Mart ayında başladı ve iki ay sürdü. Binlerce Trabzonlu Ordu’ya sığındı.”

1917: “Jandarma birlikleri, eşkıyaların saklandığı ihbarıyla Rum Mahallesindeki okulu sardı, ihbar asılsız çıktı.” 25 Ağustosta 12 Rus gemisi kenti topa tuttu. ABD ve Rum kaynaklarına göre bu bombardımanın nedeni Ordu’daki Rumları kurtarmaktı.” “Ağustos ayında bir grup Rum Tokat’a sürgüne gönderildi.” (1)

Buraya kadar alıntılanan bölümlerde Rum ve Ermeni nüfusun Ordu’da sahip olduğu siyasi ve ekonomik güç bariz şekilde ortaya konuluyor. Sosyal ve kültürel açıdan etkinliklerde, siyasi ve ekonomik güçle paralel ilerliyor. 1918 sonrasında ise kurtuluş savaşının etkileri ve savaş sırasında azınlıkların izlediği politikalara ilişkin önemli notlar var.

Konunun uzun olması nedeniyle gerek sürecin değerlendirilmesi, gerekse 1915 olaylarına ilişkin durduğumuz yerin belirtilmesini bir sonraki yazıya bırakıyoruz. Ancak, bu sürede okurlardan 1915 olaylarına ilişkin devletçi yaklaşımdan uzak durmayı ve insani bir bakış açısı ve perspektif geliştirmesini bekleyebiliriz.






(1). İbrahim DİZMAN,20. YÜZYILDA ORDU(1900-1999), Ordu Belediyesi Yayınları, 2. Baskı, Mayıs 2010

12 Nisan 2011 Salı

Ramazan Dikmen: Ölümü Hatırlamak



Üniversitede derse giderken yol boyunca kitap okurdum. Hem kitap okuyup hem de sağa sola çarpmadan yürüyebilmeyi öğretmişti üniversite hayatım bana. Adeta ezberlemiştim yolu.

Üniversite yıllarımda bir ölüm ilanı ile tanıştım Ramazan Dikmen’le.
Ölümünün ardından “Kıyıya Vuranlar” basıldı.
Kitabı çıkmanın bir nevi ölmek olduğunu veya kitabını bastırmak için ölmek gerektiğini ilk o zaman düşünmüştüm...

Elimde “Kıyıya Vuranlar” yine aynı yoldan yürüyerek geldim okula. Ders çıkışı eve kadar kitabı yeniden okudum ve aynı gece ikinci kez bitirdim.

Bazen insanlar kendi ruh hallerine yakın buldukları yazarlardan etkilenir, etraflarındaki sesi duyar ama algılayamazlar ya öyle bir gündü.

Sonradan eski dergileri karıştırırken fark ettim ki Ramazan Dikmen okuyormuşum meğer. Hatta bazı cümlelerinin altını da çizmişim. Ama nedense ölmesi gerekmiş onu fark edebilmem/sevebilmem için…

Daha daha sonra elime “Mavera”lar geçince Ramazan Dikmen’in yazdıklarını yeniden okudum. Ve bu yazılar dilimin ucunda buruk bir ölüm tadı bıraktı.

Bazı insanlar ölecekmiş gibi yazar ya hani, ya da biz okurken o günkü ruh halimize göre bir anlam yükleriz ya kitaplara… Belki, benim ölüme yakınlığımla ilgiliydi; belki, benim umutsuzluğuma bağlıydı bilemiyorum. Ama öyleydi işte...

Okuduğum her satır derin bir hüzün barındırıyordu içinde. Buraya ait olmamak ve ait olmadığı bu toprakları mecburen işgal ediyor olma hali. “Bir bıraksalar da kurtulsam”, lisanı hal!

Sonra zaman zaman yeniden döndüm “Kıyıya Vuranlar”a… Mümkün olduğunca melankolik zamanlarda; bir gece yarısı, uyku tutmaz bir gece yarısı mesela…

Ramazan Dikmen’in ister Kıyıya Vuranlar’ı, ister diğer kitapları bana hep ölümü hatırlattı. Aidiyetsizlik belki ondan hatıra kaldı, bilemiyorum…

Hiç tanışmamıştım, hiç karşılaşmamıştım onunla...
Ne zaman adını duysam, ne zaman bir Ramazan Dikmen yazısına tesadüf etsem içim çok acıyor onu biliyorum sadece…

Bir yarım bırakılmışlık, bir yalnız bırakılmışlık…
Biraz ölüm tadı dilimin ucunda…
Sonra biraz mahcubiyet her seferinde genzimi derinden yakan…

(http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=6154) Adresinde yayınlanmıştır.

4 Nisan 2011 Pazartesi

“BAŞÖRTÜLÜ VEKİL YOKSA OY DA YOK”



Hakem Haklı Bayanlar

İstanbul Büyükşehir Belediye Spor’un Bozbaykuşlar diye bir taraftar gurubu var.
İlginç çocuklar.
Bazen çalan bir düdüğün ardından “Hakem haklı beyler” diye pankart açıyorlar, bazen “Sorun sizde değil, bizde” diye…
İroninin dibini buluyorlar çoğu zaman.
Tabi bu arada Türkiye futbol tarihinin en farklı, en zeki taraftar gurubu “Çarşı”nın da tozunu atıyorlar.
Pankartlarından birinde Teknik Direktör Abdullah Avcı’yı da “hacıyatmaz”dan esinlenerek “avcıyatmaz” diye resmetmişler.
Güzel iş doğrusu...
Neyse buraya sonra döneceğiz.
Buluşan Kadınlar Hacım, Bulaşan Kadınlar Değil!
Geçtiğimiz günlerde kendilerini gazete sayfalarından, televizyon ekranlarından tanıdığımız bir gurup kadın “başörtülü vekil yoksa oy da yok” başlığı altında bir bildiri yayınladılar.
Yetmedi kendileri gibi düşünenlerin desteklemesi ve toplumsal talep oluşturması için imza kampanyası başlattılar. (http://basortuluadayyoksaoydayok.wordpress.com/ Adresinden imzalarınızla başörtülü vekil istediğinizi sizde belirtebilirsiniz.)

Buraya kadar sorun yok!
Benzerlerine daha önce de rastladığımız, “Buluşan Kadınlar”ın benzerlerini daha önce de yaptığı kampanyalardan biri bu…
Kampanyayı ilginç kılan iki şey söz konusu;
Birincisi KADER’in (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği) yönetim değişikliği ile birlikte eski katı ve kaba söylemini terk ederek başörtülü milletvekilliğini açıkça desteklemesi; ikincisi ise buna mukabil muhafazakâr denilen mahallenin aynı tornadan çıkma bahanelerle başörtülü milletvekilliğine itiraz etmesi.
KADER’in geç de olsa doğruyu bulmuş olması alkışı hak ediyor söyleyecek sözümüz yok, eski defterleri açacak da değiliz. Ancak muhafazakâr kesimin geçmiş söylemleriyle çelişmek pahasına ortaya koyduğu -hadi nezaket gösterelim- U dönüşü üzerinde konuşulmayı gerektiriyor.

Mesele Sibel Eraslan Değil Ali Bulaç!

Birkaç nedenden dolayı mesele Sibel Eraslan değil. Öncelikle Sibel Hanım, başlarda içinde bulunduğu ve katkı sunduğu bu çalışmadan bir nedenle soğumuş ve ayrı düşmüş olabilir.
Ayrı düşerken kullandığı üslubu kabul etmemekle birlikte bunu olağan karşılayabiliriz.
Elif Çakır’ın itirazlarına ve dahi kampanya çerçevesinde “ön şartlı oy kullanma” çağrısına yapılan itirazlara da tahammül gösterilebilir.
Ama Ali Bulaç’ın Zaman gazetesinde yayımlanan yazısının hiçbir kitapta tevili yok!
Ali Bulaç özetle kimi kadınların başörtüsünü ticari bir simgeye dönüştürerek kişisel ranta ve statüye çevirdiğini, kampanyanın kötü niyetli birileri tarafından yönlendirildiğini ve kampanyayı düzenleyen kadınların zavallı saf’lar olduğunu, bazı casusların kadınların arasına sızarak dinin içini boşalttığını yeni bir ekabir takımı inşa edilerek halka tepeden bakıldığını, geleneksel değerlerin aşağılanarak devşirme fikirlerle Müslümanların zihinsel kodlarının değiştirilmeye çalışıldığını ama en önemlisi AKP’ye zarar verildiğini iddia ediyor.
Bugünkü yazısında ise Bulaç (04.04.2011, Zaman) “…kastettiğim özel bir şahıs değil, bir şahs-ı manevi, gelişen bir profildi” derken aslında -kimleri kasdettiğini hepimiz biliyoruz- geri adım atsa da dediğim dedik demekten imtina etmiyor. Hadi daha açık söyleyelim laf kalabalığına getirip, AKP’nin kapatılmasına sözü dolayıp topu taca atıyor!
Dinin İçini Boşaltan ve Dini Kimlik ve Kisvelerle Menfaat ve Statü Tesis Eden Kim?

Ali Bulaç eğer bir hafıza kaybı sorunu yaşamıyorsa siyasal İslami hareketlerde (bu hareketlere AKP’de dahildir) kadının rolünü ve üstlendiği sorumluluğu biliyordur.
Particilerin, kadının saçının tek bir telininin dahi görünmesinden imtina eden particilerin, kadınları yalnız başlarına kapı kapı dolaştırarak nasıl oy dilendirdiğini biliyoruz.
Kadının kapalı bir ortamda bir erkekle yan yana kalmasından duyulan rahatsızlık ve hassasiyet hala akıllarımızda.
Aday olabilmek için başörtülü eşlerin fotoğraf karelerine zoraki sokulduğu günlerde çok geride kalmadı!
Kaldı ki her işi yapan ama hep geride kalması ve kocasının gelecek hesapları için kendisini feda etmesi gereken de hep kadın oldu.
Erkekler İslami bir zorunluluk olmamasına rağmen günlük kişisel ihtiyaçlarını bile “İslam böyle söylüyor” diye kadınların üzerine yıktılar.
Bunu yaparken dinin içini boşalttıkları ve kişisel keyifleri için İslam’ı kullandıklarını hiç düşünmediler.
Yetmedi! Yerel yönetimlerle birlikte Müslümanlar parayla “beştaş” oynamaya başladılar.
Artık Müslümanların güçlü ve zengin olması gerekiyordu. Müslümanların holdingleri, ulusal ve uluslar arası şirketleri olmalıydı.
Bunu tesis edebilmek için gerekirse herhangi bir bankadan faizli kredi alınabilirdi!
Müslüman erkekler dinin içini boşalttıklarının hala farkında değildi (öyle miydi acaba).

Şirketlerine, holdinglerine farklı dünya görüşlerinden insanlar geliyordu, yapılması gereken ortaklıklar vardı ve artık başörtülü çalışanlar vitrinde şık durmuyordu.
Önce bir başörtülü yanında da mini etekli ile dengelediler şirket profillerini. Sonra başörtülüleri mutfağa ve temizlik odasına gönderdiler. Müslüman erkekler nedense dinin içini boşalttıklarının yine farkında değillerdi.

Tamam, başörtüsü sorunu vardı ve bu yeni yetme zenginler bazen eski günlerini hatırlayıp üzülüyorlardı. Böyle zamanlarda ne yapabileceklerini düşündüler.
Okullarından atılan, mesleklerini yapamaz hale gelen kadınlara iş veremezlerdi. Şirketlerinin kamuoyundaki algısını düşünmek zorundaydılar.
Ama kendilerini de rahat ettirmeliydiler. Yanımızda çalışamıyorlarsa, evimizde otursunlar dediler. Bazen ikinci, bazen üçüncü evlilik tekliflerini her yerden kovulmuş, aşağılanmış, elleri kolları bağlanmış kadınlara yaptılar.
Ve yine dini ifsad etmemiş, içini boşaltmamış her şeyi “Allah rızası için yapmışlardı”.

Bugün siyaset sahnesinde rol alanlar dahil, geçmişte rol üstlenmişler dahil, bugün gazete sütunlarında kalem oynatanlar televizyon ekranlarında ahkam kesenler dahil neredeyse istisnasız bütün erkek takımı sahip oldukları statüyü kadınların emeğine borçludur.

Elbette kadınlar arasında da nakısalar mevcuttur, elbette kadınlar arasında da arızalılar bulunmaktadır. Ama eğer bir kıyas yapılacaksa 28 Şubat’ta kimin dik durduğu, kimin teslim olduğu; kimin pazarlık ettiği, kimin hiçbir şeyini satmadığı karşılaştırılırsa insan yüzüne bakacak hali kalmaz hemcinslerimin!

Utanmadıktan sonra dilediğini yapmakta hürdür insan…

AKP meselesine gelince: “Başörtülü aday yoksa oy da yok” hepsi bu…

İyi de meselenin Bozbaykuşlar’la ilişkisi ne?
“Hakem haklı bayanlar!”
Hakemi siz seçtiniz, şimdi itiraz etmeye hakkınız yok!
“Hacıyatmaz hanımlar!”
“Sorun sizde değil, bizde” diye pankart açmanın vaktidir.

16 Mart 2011 Çarşamba

Bugün Günlerden Halepçe


Yıl 1988 İran-Irak savaşının en cafcaflı zamanları. Halepçe İran Irak sınırında bir yerleşim bölgesi... İran ordusu Irak topraklarında ilerlemeye başlıyor…

Saddam Hüseyin İran ordusunun ilerlemesini durdurmak için Kuzey Cephesi Komutanı Ali Tıkriti’yi görevlendiriyor. Bu isim hepinize tanıdık gelmiş olmalı…

İkinci körfez savaşından sonra yakalanarak idam edilen bildiğiniz Kimyasal Ali!

Saddam Hüseyin ve Kimyasal Ali’nin emri ile savaş uçakları Halepçe’yi bombalıyor.

Resmi rakamlara göre beş bin Kürt; çocuk, kadın, yaşlı demeden katlediliyor. Yedi bin Kürt yaralanıyor. Ölen ve yaralanan İran askeri sayısı hiçbir zaman sağlıklı olarak tespit edilemiyor. Saldırıdan haftalarca sonra Halepçe’ye girebilen bağımsız kaynaklar ölü ve yaralı sayısının açıklananların çok üzerinde olduğunu belirtiyor.

Şiwan Perwer Halepçe için insanın içini acıtan bir ağıt yakıyor.



Saldırı sonrasında bölgede yaşayan on binlerce Kürt her şeyini bırakarak Türkiye sınırına dayanıyor. Kar-kış, çamur derken doğa şartlarına yine yeniliyor, yine ölüyor bölge halkı…

Halepçeye giren ilk basın mensuplarından biri Ramazan Öztürk... Ramazan Öztürk’ün ogün çektiği, babasının kucağında ölen çocuk fotoğrafıyla zihinlere kazındı Halepçe katliam. Şöyle diyordu Ramazan Öztürk Halepçe de gördüklerine ilişkin:

"Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hâkimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine...

Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı.

Bazıları ise, su birikintilerinin başında ölüvermişlerdi. Bunlar da, kimyasal gazların yaktığı vücutlarını suyla ıslatarak kurtulmaya çalışanlardı. Toplu cesetlerin arka planında, otlarken yine zehirli gazın etkisiyle telef olmuş ve vücutları şişmiş hayvanların görüntüsü göze çarpıyordu. Kısacası, bomba isabeti almış birkaç binanın dışında her şey yerli yerindeydi, ama bütün canlılar ölmüştü."

Şimdi önümde Halepçe’de katledilen insanların fotoğraflarından oluşan İngilizce bir albüm var. Küçücük çocuklar, yaşlı kadınlar, su kenarlarında yığılmış genç kızlar annesinin babasının kucağında bebekler. Şişmiş hayvanlar, kimyasal gazın etkisiyle yüzleri tanınmaz hale gelmiş insanlar.

Bütün bunlar deriye, göze, boğaza, akciğere, sinir sistemine ve solunum sistemine büyük zararlar veren hardal gazı denilen kimyasalın marifeti…

Elimdeki fotoğraf albümü İran’lı fotoğrafçıların Halepçe’de çektikleri fotoğraflardan oluşturulmuş. Albüm Halepçe katliamına ilişkin bir sergide, İstanbul’da imzaya açılmış. Şimdi hep birlikte Fotoğraf albümü üzerine elyazısı ile yazılmış ve imzalanmış metinleri okuyalım. Farklı cephelerden tanıdık bildik insanlar bakın Halepçe için nasıl bir araya gelmişler, nasıl birlikte hüzünlenmişler…

Ve dileyelim başka halepçe olmasın… İnanamasak da dileyelim…

Yücel ÇAKMAKLI / Yönetmen
“Bu olayı tv ve basından takip ederken çok azap çektim. Albüme bakmaya tahammülüm yok… 12.8.1988

Mehmet METİNER / Gazeteci
Halepçe sokaklarında boylu boyunca yatan o insanların yerinde biz de olabilirdik. Halepçe hepimize, tüm insanlığa yönelik bir katliamın resmidir. Müslüman Kürt Hiroşiması olarak nitelendirebileceğimiz bu katliamı nefretle kınıyorum; bu katliam karşısında suskun kalmayı tercih eden veya gerekli tepkiyi göstermeyen Müslüman olsun - olmasın herkesi de kınıyorum. 13 Ağustos 988

Hasan AKSAY / Eski Adalet Bakanı
En yüce olarak yaratılan insan’ın Allah ve ahiret inancına ulaşamayınca nasıl “Hayvandan da aşağı” bir duruma düştüğünü gösteren, insanlık tarihinde birçok olay vardır. Ancak Esad’ın Hama, Humus katliamı, İsrail’in Sabra ve Şatilla vahşeti ve Saddam’ın Halebce cinayeti vahşette kırılan yeni rekorlardır. Çağımız insanını derin ızdıraba düşüren, vicdanları kan gölüne çeviren hadiselerdir. İnsan olarak ayakta kalabilmek için bunları lanetlemek ve bu yolda bir şeyler yapabilmek için çalışmak şarttır.

Münür AYDIN / SHP Beyoğlu ilçe Başkanı
“Çocuklar öldürülmesin, şekerde yiyebilsin” Büyük ustanın sözlerine ekleyeceğim tüm insanlar öldürülmesin.

Ercan KARAKAŞ / SHP Milletvekili
Amaç silahsız bir dünya olmalı… İnsanlar barış ve dayanışma içinde yaşamalı…



Cafer SOLGUN / Yazar



Savaşsız, sömürüsüz, barış içerisinde bir dünya için… Ezilen dünya halkları elele…



Aziz NESİN / Yazar



Salt kimyasal silahlara değil… salt Halepçe’deki facia’ya değil… Kimyasal, çekirdeksel, konvansiyonel her türlü silahlara ve silahlanmaya hayır! Salt Halepçe’de değil, dünyanın her yerinde savaşa hayır! Halepçe, bu “hayır” ın acılı gerekçelerinden biridir. 17.8.1988



Erol KAYA / Eski Pendik Belediye Başkanı



Zulmün her türlüsüne dur demek için bütün insanlığı ve insanları barışa ve huzur dolu günler için daha çok çalışmaya davet temenni ve dua ile. 19.8.1988



Hüseyin HATEMİ



Zalimler ergeç işin neye varacağını, ne hale gireceklerini bilecek, ve göreceklerdir. Saddam da Kur’an-ı Kerim’in bu hükmü dışında değildir. Halebçe unutulmasın zalimlere bu gibi zulümler için meydan verilmesin!



Ali BULAÇ / Yazar



Nikaragua’da bir batılı gazetecinin burnu kanadığında dünyayı ayağa kaldıran, her Allah’ın günü insan hakları, barış, özgürlük ve demokrasi gibi lafları dillerinden düşürmeyen tüm dünyanın iki yüzlü hümanist havarilerine, masumken haksız yere katledilen Halepçe halkının bu utanç verici manzaraları ithaf olunur. Allah mustazaf halklaı önder kılacaktır. 24.8.1988



Recep Tayip ERDOĞAN



Çocuklar… Analar… Babalar…

Hiçbir müdafaa imkanı olmayan mazlumlar. Egemen güçlerin vahşi emellerine kurban edilen binlerce masum insan… müstekbirlerin karşısında mustazaflar…

Akıtılan kanlar… duyulan aahhlar… zalimlerin boğulacağı son olacaktır. “her kamlin zevali yakındır”. Şerrin de, zulmünde bir kemali vardır. Bu tablo o anı tespit etmektedir. Müjde . .. ızdırabımızda, gözyaşımızda düğümleniyor. Zafer bu tabloların arkasından “azizün züntikam” ile tecelli edecektir.30.8.1988



Emre KONGAR



Savaşın her türlüsü, her yerde, her zaman mide bulandırıcı.17.8.’98

4 Mart 2011 Cuma

HOŞÇAKAL GÖZÜM, HOŞÇAKAL



Birkaç gün oturamadım bilgisayarın başına. Parmaklarım klavyeye dokunmak istemedi.

1990’dan 2011’e kadar yaşadıklarım birer birer geçti gözlerimin önünden.

Orta şiddette sol’cu bir ailenin çocuğuydum.
Etrafımda herkes için Erbakan bir karikatür figüründen ibaretti. “Kadayıfın altı”yla başlardı bütün sözler, “Sizi gidi sizi”yle biterdi. İtiraf ediyorum ben de bu zamanlarda saygısızca andım Erbakan adını.

Sonra üniversite yıllarımda bir konferansla tanıştım Necmettin Erbakan’la. Aydın Dumanoğlu bütün siyasi partilerin genel başkanlarını getiriyordu konferanslara. Doğu Perinçek’ten, Mesut Yılmaz’a; Necmettin Erbakan’dan, Alparslan Türkeş’e bütün parti liderleri konuşuyordu.

Alparslan Türkeş geldiğinde salonda ayağa kalkmayan iki kişiydik. İsmail Hıdır ve ben. Bol Türk soslu bir konuşmaydı. O zamanlar Türklükle sıkıntısı olmayan ben için bile rahatsız edici bir Türk vurgusu vardı. Çıktığımda neden sinemaya gitmediğimizi düşünmüştüm.

Erbakan geldiğinde de ayağa kalkmadım. “Sen bilirsin” demişti İsmail. Herkes ayaktaydı, İsmail de ayaktaydı ve coşkuyla alkışlıyordu. Kendimi çok yalnız hissettiğim, en yalnız hissettiğim zamanlardan biriydi. Sonra dışarı çıktık İsmail’le, KTÜ’nün çiçekli kampüsünde uzun uzun yürüdük.

Ne düşündüğümü sordu… Fena değildi dedim, komik bir adam. Erbakan hoca bir fıkrayla bitirmişti konferansını. Bilenler bilir, anlatacak değilim. “Mesele basit gebereceksiniz” daha sonra defalarca anlattım bu fıkrayı…

Etkilenmiştim, ama bunu kendime itiraf etmem 1,5 yılımı alacaktı. İsmail’e ise ogün bugün zafer mutluluğu yaşatmak istememiştim…

Kredi Yurtlar Kurumunda kalıyordum. Yurtta mescit yoktu. Gökhan, ütü masası üstünde bağlamasıyla “şafak türküsü” nü söylerdi. Sonra bir gurup takkeli/sarıklı adam gelir koridor boşluğunda namaza dururdu. Susardık, namaz bitince yeniden başlardık Ahmet Kaya söylemeye. Kızardım ve neden mescitte kılmıyorlar derdim, mescit olmadığını bilmiyordum daha…

Ailemdekiler hala bir eğlence motifi olarak değerlendiriyordu Erbakan adını. Ve bendeki değişim giderek can sıkıcı olmaya başlamıştı. Ben değiştikçe, onlar hiddetlendiler. Ben sevdikçe onlar nefret ettiler.

Okuduklarım değişti önce, okudum, çokça okudum o dönem. Şimdi zaman kaybı olarak gördüğüm okumalarımda oldu. Okulum uzadı, ev arkadaşlarım koridorda namaz kıldığı için kızdığım insanlardı artık. “Huzur Evi” deniyordu. Bizden öncekiler, bizden sonrakiler için hep bir efsaneydi “Huzur Evi”.

Seçim zamanlarıydı, miting zamanlarıydı. Anket yapılacaktı, bayrak asılacaktı, rakip partilerin programları izlenecekti.

Çıkılmadık elektrik direği, afiş yapıştırılmamış duvar kalmamalıydı… Öyleydi o zamanlar. Daha anket şirketleri çıkmamıştı ortaya. Bilboardlar yoktu. Profesyonel afiş yapıştırıcılar türememişti etrafımızda.

Şikâyetimiz de yoktu! İyiydi her şey, güzeldi…
Sonra “Huzur Evi”nde Refah Partisinin kapatılmasını izledik gözyaşları ve küfürler eşliğinde- ki küfürlerim hala bakidir ve pişman değilim-.

Hepimiz Erbakan hocanın ağzından çıkacak bir kelimeye bakıyorduk. Küçük bir işaret sadece, bir ipucu! Hepsi bu…

“Yaşananlar tarihin akışı içerisinde küçük bir noktadan ibarettir” nokta. Ağlamaya devam ediyoruz ama bu sefer kızgınlıkla karışık bir ağlamak bu…

Sonra büyüdük hepimiz ve bunun nasıl olduğunu anlamadık. Kendimize geldiğimizde hepimiz evlenmiş, iş güç sahibi olmuştuk.

Hocanın yanındakilere artık yeter diyorduk. Artık kızıyorduk Hoca’ya. Keşke öyle yapmasa, keşke bunu söylemese, şu adamlarla ittifak lafı etmese…

Ama bütün bu zamanlarda bile Erbakan baş tacımızdı. Onu biz eleştirirdik ama başkasına bırakmazdık! Başkası konuşamazdı Erbakan hakkında…

Sabahın beş buçuğunda Fatih camiinin avlusundan geçerken, ıslak zemin üzerinde namaz kılıp dua edenleri izlerken…

Sonra Malta kapısından, Fevzi paşadan, Akdeniz caddesinden taşan insanlara bakarken tüm hatıralar canlandı gözlerimin önünde. Yıllar önce Hamidiye’de elini öpüp, sonra elini yeniden öpmek için sıraya girdiğimde “seni gidi seni” diyerek gülümseyen Erbakan kalacak hafızamda…

Sonra, uzun zamandır bir araya gelemeyen “Huzur Evi” efradını cenazen için bile olsa bir araya getirişin…

Zafer abi aramızda olmasa da, “Huzur Evi”ni terk etse de erkenden, biliyoruz ki, ahiret yurdunda karşılayacak oda seni.

Sevdiğim insanlar öldüğünde Ahmet Kaya dinlemek gibi arızalarım var benim.
Zafer abi öldüğünde de yüksek sesle defalarca dinlemiştim, Hoşçakal Gözüm’ü…

“Elimde değil, susamıyorum.”

Hoşçakal gözüm, hoşçakal!

23 Şubat 2011 Çarşamba

Ya Özür Dile ya da Canın Cehenneme!




28 Şubat’a az bir zaman kaldı. Kimimiz için unutulması gereken bir tarih 28 Şubat…

Kimimiz içinse asla unutulmaması/unutturulmaması gereken bir tarih.

Unutalım diyenler eski günahlarının üzerini örtmek isteyenler, geçmişlerinden utananlar ama özür dilemeyi becerebilecek kadar namusu olmayanlar. Unutalım diyenlerin bir kısmı da yaptıklarından utanmayacak kadar arsız olanlar.

Unutturmak istemeyenlerse 28 Şubat’ın acısını eşiyle, çocuklarıyla; okuluyla, sosyal yaşamıyla omuzlarında hala hissedenler.

28 Şubat 2011’den, 1997’nin 28 Şubat’ına bakınca uzunca bir film şeridi geçiyor gözlerimin önünden.

Ben ki, o sürecin bir kısmında öğrenci, bir kısmında çalışan, bir kısmında askerdim. Yaşadıklarım hissettiklerim, lain sürecin çok azına tekabül eder.

Birde benim gibi tuzu kuru olmayan, başörtülüler var ki asıl bedel ödeyen onlar oldular. Okul önlerinde, hastane bahçelerinde kamu dairelerinde aşağılanmaktan, kovulmaktan göz göre göre ölüme yollanmaktan daha ağır ne olabilir?

Hepsini yaşadılar. Hepsine isyan ettiler.

Sayıları her geçen gün azaldı, yavaş yavaş terk edildiler. Önce eşleri, anne babaları, sonra çocukları, yakın akrabaları dümen suyuna gitmeyi önerdiler.

Onlar teslim olmadı ama etraflarındaki herkes teslim oldular.

İşte böyle bir zamanda Merve KAVAKÇI ismiyle tanıştı Türkiye. Fazilet Partisi milletin oylarıyla Kavakçı’yı milletin meclisine getirdi.

Sonra olanlar malum…

Ecevit’in titrek sesiyle “Bu kadını haddini bilirin” talimatıyla millet meclisine doldurulmuş et yığınları, dolgu malzemeleri önce kürsüyü işgal ettiler sonra da 45 dakika hukuka ve insan haklarına tecavüz ettiler. O malzemelerden bir kısmı bugün hala meclisi işgal ve iğfal ediyor!

İşte o yemin töreninin gerçekleştiği günün ertesinde Milliyet rumuzlu gazetede Yağmur Atsız imzasıyla “Bloknot” adlı köşede “Faziletmeab” başlığıyla bir yazı yayımlandı.

Aydın Doğan’ın gazetelerinde, bin yıl süreceği iddia edilen bu süreçle ilgili yüzlerce iğrenç makale ve haber yayımlandı aslında ama bu yazı diğerlerinden farklıydı!

Zira yazının müellifi her nedense letafetiyle, zarafetiyle ünlüydü.

Bugün bile Yağmur Atsız’la ilgili olumsuz konuştuğumda gerek sağcılardan, gerek İslamcılardan övgü dolu sözler işitiyorum. Tabi Karaalioğlu’nun Star gazetesinde yazan Atsız’ı okuyanlar, Yağmur Atsız’ı sadece son 4 yıldır yazdıklarıyla hatırlayanlar insan hakları kavramına, azınlıklara, farklı kültürlere hoşgörüsü ve sempatisiyle hatırlayacaklar. Ama hafızası biraz güçlü olanlar onu “Faziletmeab” ile hatırlayacaklar ki bu kara leke Atsız’ın alnından ömür boyu silinmeyecek!

Ne demiş üstad ve üstaz bakalım on üç yıl önce…

“Bizde milletvekilliği ile herzevekilliği birbirine karıştıranların sürüsüne bereket... İsmiyle gayrı - müsemma "Fazilet"in son numarası Merve Hanım da bunlardan biri. Yalan - dolan - soygun - talan konularında muhtemelen DYP ve ANAP'ı bile geride bıraktığı anlaşılan bu riyakarlar şimdi daha ilk günden hır çıkarmak üzere bu kızcağızı topun ağzına sürdüler. Merve Mekke yakınındaki bir tepenin adıdır. Yanılmıyorsam haccetme seremonisinde bir rolü vardır. Onun için mü'minler arasında hayırlı ve uğurlu telakki edilir. Ama bu bizim Merve'nin kendine hayrı ve uğru yok ki başkasına olsun. Benim anlamadığım, hemşiresi, gazetecilerin sorularına yanıt vermemesi için kendisine İngilizce "Don't talk!" (Konuşma!) diye uyarıda bulunmuş. Oysa bunların kartbabaları ve elebaşıları, Bedevilerin çanak yalayıcısı ve hınk deyicisidir. Öyleyse niçin Arabca değil de İngilizce? Örneğin "Uskut, ya Merve!" (Sükut et, ey Merve!) dese daha yerinde olmaz mıydı? Zaten bizim millet son yıllarda Türkçe'yi unutup İngilizce'yi benimsemedi mi? Ama "pidgin English" imiş, yani Zenci ve Asyalı müstemleke yerlilerinin kırık dökük İngilizcesi... Varsın olsun! Yine de herkes anlamış tabii...Ben bile!!

Şu satırların yazıldığı sırada Merve Hanım'ın yandan çark mı edeceği, yoksa küstahlıkda ısrarlı mı olacağı henüz belli değildi. Ama ne farkeder ki? Niyetinin hadise çıkarmak olduğu ayan - beyan ortadayken artık ağzıyla kuş tutsa kaç para eder? Cehenneme kadar yolu var!

Bir de, senki yasalar pek umurlarındaymış gibi, "Başörtüsüne ilişkin yasa yok!" yavesi... Bir kere kamu alanında çalışanların kılık kıyafetine ilişkin olarak 5 Eylül 1925 tarihli ve "MUSTAFA KEMAL" imzalı kararname var. Ayrıca herşey için yasa şart mı? Bir işin "ruhuna uygunluk" diye bir tavır yok mu? Anıtkabir'e ihramla gitsenize, sıkıyorsa!!! Ben camiye bornuzla, cenazeye mayoyla gelsem hoşunuza gider mi? Bu sorularım aynı zamanda hürriyetperverlik ve tolerans şampiyonluğunu kimseye kaptırmayanlara da yönelikdir!..

Efendim, bırakalımmış da yumuşasınmış... Sanki özel hayatlarına karışan var. Bunların adam olmaya niyetleri bulunmadığını ne zaman farkedeceksiniz? Boynunuz kör testerenin altına yattığı vakit mi? Çok değil on dört ay öncesini düşünsenize! "Çok kan dökülecek. Fıstık gibi olacak..."lafını ben mi söyledim? Sivas'da 37 kişiyi, ki sözümona canciğer kuzusarması arkadaşlarınızdı çoğu, ben mi diri diri yakdım?
"Ben tadsızlık çıkarmam. Usuller ve töreler neyse uyarım." diyen MHP'li Hanım Milletvekili daha mı az Müslüman? Faziletmiş!! Hadi ordan, meymenetsizler!!!” (1)



Tamamen sınıf farkı üzerine kurulu faşistçe ifadeler. Tam olarak Muammer Kaddafi’nin Arap milliyetçiliğine eş “Beyaz Türk” ırkçılığı…

Bu ifadeler üzerine söz söylemek istemiyorum. Zira söyleyeceğim her şey suç kapsamına girer! Doğrusu bu ucuz yazıyı muhatap almak da istemem…

Bir süredir en çok yönlendirdiğim yazı Atsız’ın bu eski tarihli yazısı… Çünkü ünlü yazarımız Arap devrimine methiyeler düzerek, Türk gençlerine Arap devrimcilerle keşke tanışıyor olsalar diye sesleniyor.

Oysa daha dün aynı yazar, aynı insanlara zavallı bedeviler diyordu. Çelişki mi diyelim, oryantal mi?

Şöyle bir düşünelim şimdi. 28 Şubat sürecinde Müslümanlar, namuslu solcular (namussuzları zaten darbe taraftarıydı), liberaller sokağa çıksa Demirel ve adamlarına karşı çıksalardı…

Sokaklarda çatışmalar yaşansa ve halk iradesini çiğnetmemek için geri adım atılmasaydı ne yazacaktı Yağmur Atsız… “Muhtemelen” bugün Arap devrimine yazdığı şeyler olmazdı yazdıkları…

“Muhtemelen” eylemcilerin katli caizdir diye orduya seslenecek, “Ooolum bak böyle yaparsanız size kağıttan kaplan derler” ona göre diye klavye tutacaktı. Tabi bunların hepsi kendi ifadesiyle “muhtemelen” yazacakları…

Her neyse…

Doksan dokuzdaki bu ucuz yazıdan sonra Yağmur Atsız’ı hep takip ettim. Nerede yazıyor, ne yazıyor hep gözlerim üzerindeydi.

Star’da yazmaya başladıktan sonra ise daha bir özenle sürdürdüm takibini.

Ne zaman demokrasiden, Hrant’tan, Orhan Pamuk’tan, Kürt Meselesi’nden, Alevilik’ten bahsetse irkildim ve onun adına utandım. Bekledim ki bunca zaman içinde, üç Mayıs 1999 da yazdığı bu yazı için özür dilesin.

Hem Merve Kavakçı’dan, hem Fazilet Partisinden hem de Fazilet Partisine oy verenlerden…

Bugüne değin günah çıkardığını, tövbe ettiğini duymadım, görmedim.

Muhtemelen yediği herzeden memnun ki telafisine ihtiyaç duymuyor.

Uskut ya Yağmur!

Herze’liğin de, küstahlığın da, meymenetsizliğin de bir sınırı var…

O halde kendi ifadesiyle bitirelim: “Cehenneme kadar yolu var!”



Not: Yağmur Atsız’ın yazısında bazı vurgular tarafımdan yapılmıştır. Yazının orijinal metnine http://www.milliyet.com.tr/1999/05/03/yazar/atsiz.html linkinden erişebilirsiniz.

(1) 03.05.2009 Milliyet Gazetesi / Bloknot / Faziletmeab

16 Şubat 2011 Çarşamba

KIBRIS / FİLİSTİN ÜZERİNDEN İKİYÜZLÜLÜĞÜN RESMİ



İlginç şeyler oluyor, gerçekten ilginç şeyler.
Daha bir ay önce Mısır’da halk ayaklanacak, Hüsnü Mübarek devrilecek dense hangimiz inanırdık. Veya ortalama Anadolu insanı 40-50 yıl önce kan dökerek katliamdan kurtardığını düşündüğü Kıbrıs Türkü’nün bugün has…ir diye pankart açacağını akledebilir miydi?
Oluyor işte… Bazen hayat apansızın çırılçıplak bırakıyor gerçek karşısında.
Kuzey Kıbrıs’ta o pankart açılıp ardından da Başbakan Erdoğan’ın “besleme” yanıtı geldiğinde düşmüştü aklıma…
Aslında Başbakan daha o pankart açılmadan aylar önce adadaki maaşların yüksekliğine dikkat çekmiş, “Yan gelip yatıyorlar”a benzer ifadeler kullanmıştı.
Ama Kıbrıs sorunu bizler için aslında bu kadar kısa vadeli değil.
Askerliğini bir şekilde Kıbrıs’ta yapmış olanlarımız yerli Kıbrıs Türkü’nün, Türkiye’yi işgalci gördüğünü zaten anlatıyordu. 1965’ten sonra Türkiye’den Kıbrıs’a gönderilip yerleştirilen Türklerle, Kıbrıs’ın yerli ahalisi arasında bir sınıf farkı ve mücadelesi olduğu da biliniyordu.
Hatta yerli Kıbrıslıların ve hatta bizzat Rauf Denktaş’ın aile efradının Güney Kıbrıs pasaportu taşıdığı yurt dışına çıkışlarda bu pasaportun kullanıldığı da düşmüştü gazete sayfalarına…
Ortalama bir Kıbrıslı yerli için gelecek tasarrufu Türkiye’den aldığı maaşla İngiltere’ye yerleşip gününü gün etmekten ibaret değil miydi sonuçta?
Benim derdim Yerli Kıbrıslıların sonradan Kıbrıslı olanları ne kadar sevdiği, ne kadar haklı veya haksız oldukları değil. Zorla güzellik olmaz!
Kıbrıs seni sevmiyorsa, sende onu sevmezsin olur biter.
Hem enflasyonumuzda bir puan düşer aşağı, bütçe açığımızda azalır…
Mesele uluslararası bir ikiyüzlülük!
Söz konusu Kıbrıs olduğunda Türkiye’yi işgalci kabul edip işgal ettiği topraklardan çıkmasını talep edenlerin, mesele İsrail işgali olduğunda tornistan yapması…
Eğer adına adalet ve ahlak diyebileceğimiz bir şey varsa ülkelere ve şartlara göre bu mekanizmalar farklı işletilemez.
İşletiliyorsa Kıbrıslının da, İngilizin de, Yunanlının da ahlakını ve adaletini tartışırız, tartışılacak neyi kaldıysa…
İsrail denilen çete 1945’ten sonra organize şekilde dünyanın her yerinden yahudi’yi /Ukrayna’dan, Rusya’dan, Yemen’den, Almanya’dan, Macaristan’dan, Fransa’dan, İran’dan…/ sürüler halinde Filistin topraklarına getirdi.
Daha Filistin topraklarına adım atmadan İsrail vatandaşı yapıldılar.
Yetmedi, ellerine silah tutuşturulup karşıda görülen ev ve arazilerin kendilerine vaad edildiği söylenerek içindekileri çıkartmaları, direnenleri öldürmeleri, bütün mal varlıklarına el koymaları söylendi. Onlarda öyle yaptılar. Silahsız Arap yerliler silahlı barbarların elinde ya katledildiler, ya da evlerinden, ocaklarından sürüldüler.
Bunlar binlerce yıl önce olmadı 1950’den bugüne hala devam eden bir süreç söz konusu…
Sonra bizim adalet dağıtıcısı batılı dostlarımız(!) Dediler ki…
“Tamam, eskiden kimi barbar yahudiler, barbarlık ettiler, yaktılar, yıktılar ama bu işgalden bu katliamdan buyana üçüncü nesil yaşıyor Filistin topraklarında. Yeni cenereyşının hiçbir günahı yok!
Onlar için üzerine doğdukları bu topraklar vatan oldu!
Onları bu topraklardan çıkarmak, “Sizin babanız katildi yavrum” demek yeni nesle haksızlık olur.
Olan olduğuna, ölen öldüğüne göre bugünkü şartları kabul edelim bitsin…”
Dünyanın Filistin’e çok da uzak olmayan başka bir ülkesinde, Kıbrıs’ta ise aynı batılı dostlarımız(!) şöyle dediler:
“Kıbrıs sorunu çözülmeden sizi AB’ne almayız. Kıbrıs’ta federatif bir devlet kurulabilmesi için Türkiye’nin ordusunu adadan çekmesi ön şartımızdır. Kıbrıs halkı kendi iradesiyle geleceğine karar verecektir.”
Ama her nedense adaya sonradan iskan edilen yunanlıların adayı terk etmesi hiç öngörülmedi.
Adadaki yunan ordusu işgalci olarak tanımlanmadı hiç!
Şimdi eğer, İsrail denilen şebeke 1945 öncesi demografik yapıya dönecekse ve işgal ettiği topraklardan defolup gidecekse evet bence de Türkiye adadan çekilmeli ve 1969 öncesi demografik yapıya dönülmelidir.
Ama yok İsrail’in yeni nesli masumsa ve babalarının cinayetlerinden sorumlu tutulamayacaksa, yeni nesil İsrailliler için kanla, vahşetle yoğrulmuş topraklar vatan oldu ise, Kıbrıs’tan da kimsenin çıkmasına gerek yok…
Zira Kıbrıs’da, Filistin’de olduğu gibi yerli halkı öldürerek, katlederek elde edilmiş bir toprakta yok. Yaşananlara olsa olsa, en fazla iki ordu arasında savaş denilebilir.
Türkiye’nin garantörlük hakkına hiç değinmiyorum bile.
Batının her zamanki ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı, ahlaksızlığı ortada…
Ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı vurgulamak dışında Kıbrıs’ın bende bir hatırası da yok!
Resmi tezlerin arkasında durmuyorum. Türkiye’nin tezlerinin haklılığı, yerli Kıbrıslıların eleştirisi, Rumların/Yunanlılarının antitezleri beni ilgilendirmiyor.

Beni sevmeyen Kıbrıs’ı bende sevmiyorum. Kıbrıs üzerinde değer verdiğim tek toprak parçası Peygamber Efendimizin Halasının mezarı. Ve o mezarı Güneylilere emanet etmeyeceğim gibi Kuzeylilere de emanet etmem.
Hatta mezarın Güney tarafında yer alması daha güvenli.
Muhtemelen kuzeyde kalsa çoktan yıkılmıştı!

tagore