29 Eylül 2008 Pazartesi

Sevgili Kuzen...

sevgili kuzen,

icraatlarınızı yakınen takip etmekteyim.

laisist cumhuriyetin sizin gibi koruyucuları olduğunu görmek içimi nasıl rahatlatıyor anlatamam.

bir hafta on gündür rahat rahat uyuyorum.

malum gözüm arkada değil. laisist cumhuriyetin sizin gibi gözü kara bekçileri varya ondan.

şimdi bekçi deyince aklınıza başka tamlamalar gelmesin sakın, ben insan olan bekçilerden bahsediyorum.

hem benim gibi laisist birinden içinde dört ayaklı canlılar geçen tamlamalar beklemezsiniz zaten değil mi?

neyse allah muhafaza laisistliğime halel gelmesin gerisi önemli değil. pardon allah dedimya, o tanrı olacaktı. tanrı korusun tanrı.

kuzum siz geçen kayıtlarda hani başörtüsü takmıcaama, sakal bırakmıcamaaa. .

diye ant içirmişinizya bu uygulamayı yaygınlaştırsak nasıl olur.

mesela ilk öğretimde andımız yerine -hem kafiyeside daha uzun- bu tekerlemeyi söylesek kim nederki?

kampüs içinde tek kol hizası yürüyüş kolunda bas bas bağırtabiliriz de çocukları. uygun adımı bozanları,

ya da bağırıyor gibi yapanları tespit içinde kamera sistemi gerekicek ayrıca. ama sorun değil.

izleme de uzman bir ekibimiz var.

malum cumhuriyet tehlikede, vatanını seven kolluk güçlerimiz var allahtan. (tövbe tövbe tanrıdan tanrıdan)

birde hani başını açıp sakal bırakmasada takiyye yakıp üniversiteye giren yobazlarda olabilir.

karpuz değil ki bu açıp içine bakasın.

adamlar kafaya koymuş bu ülkeyi yıkacak .

oturup seyredecekmiyiz? okul yönetimlerine, sınıflara inmeliyiz.

vatan tehlikede bizim çocuklar var yeni mezun kafaları basmaz ama itaatkarlardır,

canını verir bu ülke için onların bir ekibi var alalım hepsini üniversiteye ilerde profesör yapar tepetepe kullanırız.

her sınıfada üç beş ispiyoncu koyduk mu tamamdır.

günde kaç defa insallah, maşallah demişler hesap ettik mi işlem tamam.

gerisi bizim işimiz

0 inşallah = laisist, vatanperver, ülkesi için ölür,

0-5 inşallah =laisist ama eğitilmesi şart, zihninde gelenek tortuları var,

5-10 inşallah = anadolu çocuğu anababası namaz kılıyor, kandillerde mesaj atar, cumaya gider, dikkat edilmeli, erkekse üzerine kızlarımızdan birini gönderelim,

10-20 inşallah =yoldan çıkmak üzere ama hala insan bir şans daha verelim, erkekse kız iki olsun.

20 inşallah ve üzeri = tehlikeli, tamamen insanlık dışı, yobaz, düzelmez, derslerine sorun çıkaralım: "NASIL BİLİRDİNİZ? GÖMÜN!"

birde kuzen, bu bekçi sayısını artırmak şart.

tamlama olan bekçilerden değil, anladın sen onu.

özde de, sözde de bekçi olanlardan.

laisizmi bekçiler koruyacak ve yaşatacak.

laisizm bekçilerin omuzlarında yükselecek.

laisistleri sıkça çiftleştirmeliyiz,

hiç boş kalmamalılar ki soyumuz tükenmesin.

Tanrı laisistleri korusun.

amen

26 Eylül 2008 Cuma

Ya Ne Yapmak Lazımmış

Ya ne yapmak lazımmış?
Sağlam bir dayı bulup çatmak sırnaşık gibi,
Yerden etekleyerek velinimet sanmak mı?
Kudretle davranmayıp hileyle tırmanmak mı?
İstemem eksik olsun! Herkes gibi, koşarak,
Yabanın zenginine methiyeler mi yazmak?
Yoksa nazırın yüzü gülecek diye bir an
Karşısında takla mı atmak lazım her zaman?
İstemem eksik olsun! Ricaya mı gitmeli?
Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
Yoksa nasır mı tutsun sürünmekten dizlerim?
Yahut eğilmekten mi ağrısın ötem berim?
İstemem eksik olsun! Tazıyı tut, tavşana
Kaç mı demeli? Belki kaz gelir diye bana
Tavuk mu göndermeli? Yoksa bir fino gibi
Susta durmak mıdır ki, acep en münasibi?
İstemem eksik olsun! Bir kibar salonunda
Kucak kucak dolaşıp boy atmak ve sonunda,
Marifet şi’re koyup kameri, yıldızları,
Aşka getirmek midir, evde kalmış kızları?
İstemem eksik olsun! Yahut şan olsun diye,
Meşhur bir kitapçıya giderek, veresiye
Şiir mecmuası mı bastırmalı? İstemem
Eksik olsun! Acaba bulup bir alay sersem
Meyhane köşesinde dahi olmak mı hüner?
İstemem eksik olsun! Bir tek şiirle yer yer
Dolaşıp da herkesten alkış mı dilenmeli?
İstemem eksik olsun! Yoksa bir sürü keli
Sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?
Yoksa ödüm mü kopsun bir Allahın aptalı
Gazeteye bir tenkit yazacak diye her gün?
Yahut sayıklamak mı lazım: “adım görünsün
Aman!” diye şu meşhur mercure ceridesinde?
İstemem eksik olsun! Ve ta son nefesinde
Bile çekinmek, korkmak, benzi sararmak, bitmek,
Şiir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,
Karşısında zoraki sırıtmak her abusun.
Eksik olsun istemem, istemem eksik olsun!
Fakat şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonrada gayet tevazula kendine:
Çocuğum! Demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hatta bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil, kendi bahçenin malı!
Varsın, küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.
Ara hakkını hatta kendi nefsinden bile.
Velhasıl bir tufeyli sarmaşık zilletiyle
Tırmanma! Varsın boyun olmasın söğüt kadar,
Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?
Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına
Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına.



Edmond Rostand
“Cyrano de Bergerac”
Türkçesi: Sabri Esat Siyavuşgil
Remzi Kitapevi

İslamcılık ve Kapitalizm...

İslamcılık ve Kapitalizm
Alev Erkilet'le İslamcılık kavramı, İslamcılığın Kapitalizmle mücadelesini konuştuk.
Pazartesi, 15 Eylül 2008 08:07

Röportaj: Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni
Söyleşiler dizimizin bu haftaki konuğu Dr. Alev Erkilet. İslamcılık kavramına ve tarihi serüvenine dair sorduğumuz soruları cevaplayan Alev Erkilet, İslamcılığın tarihini İslam'la başlatarak modern dönemlerde yaşanan tecrübenin tarihi arkaplanını ortaya koyarken günümüz İslam dünyasının kapitalist meydan okuma karşısındaki konumunu değerlendirdi ve mücadele yollarına vurgu yaptı.
İslamcılık kavramıyla ne kastediliyor ve bu kavramın zaafları, imkanları nelerdir?
"İslamcılık nasıl tanımlanabilir?" sorusuna verilebilecek akademik cevaplar var kuşkusuz. Bunların önemli bir kısmı benim "Ortadoğu'da Modernleşme ve İslami Hareketler" adlı çalışmamda yazmış ve paylaşmış olduğum görüşlerimdir. Ama izin verirseniz burada meseleye biraz daha genel ve gündelik olandan girmek istiyorum. Daha yalın bir noktadan belki. Geçenlerde elime Ayrıntı Yayınlarının 2005'te yayınlamış olduğu Ateş ve Söz adlı bir kitap geçti. Bu metin bir EZLN dokümanteri olarak tanımlanabilir. EZLN Meksika Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu'nun kısaltması. Gloria Munoz Ramirez'in belgesel tadındaki bu çalışmasında EZLN'nin çeşitli düzeylerinde görev almış kişilerin söyleşileri yanında elbette hareketin başkahramanı subcommandante Marcos ile yapılmış söyleşiler ile onun kaleme aldığı metinler de yer alıyor. Uzun lafın kısası, bunlar arasında çok dikkatimi çeken ve beni sizin sorularınız dolayımıyla İslamcılık ve İslami hareketlerle ilişkilendirmeye sevk eden bir cümle oldu: "İstekte bulunulacak zaman vardır, talepte bulunulacak zaman vardır ve icraata geçilecek zaman vardır". Bu cümle aslında tüm toplumsal hareketler açısından oldukça betimleyici bir tanımlamanın ipuçlarını veriyor bize.
Biz sosyoloji literatüründe toplumsal hareketleri içinde yer aldıkları toplumda bir değişme meydana getirmek veya olmuş bir değişimi ortadan kaldırmak amacıyla bir arada eylemlilik içinde bulunan insan toplulukları olarak tanımlıyoruz. Yani Marcos'un dediği gibi, mevcut sistemden istek ve taleplerde bulunan ve bunları kotarmak üzere eylemlilik içinde olan insanlar toplumsal hareketleri meydana getirirler. Toplumsal hareketler ideolojilerin eylemli bileşenleri olarak görülürler genelde. İslami hareketler de İslamcılığın eylemli bileşenleridir ve İslami ideallerin hayata aktarılabilmesi için gerekli gördükleri alanlarda toplumsal değişim talep ederler.
İSLAMCULIK, MÜSLÜMANLARIN "ELLERİYLE, DİLLERİYLE DÜZELTME" EĞİLİMLERİNİN SONUCUDUR
Bu açıdan bakıldığında, sorunuzun içerdiği soyutluk düzleminde algılanmalarının pek doğru olmadığını düşünüyorum. Yani İslamcılık soyut bir analiz meselesinden ziyade yakıcı toplumsal gelişmeler karşısında Müslümanların durumu "elleriyle, dilleriyle düzeltme" eğilimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış düşünsel ve eylemsel birikimin bütünüdür. Bunun siyasal, kültürel, toplumsal, sanatsal boyutları vardır ve bunlar aynı gerçekliğin farklı yönleri olmaları hasebiyle tek bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları olarak eklemlenirler birbirlerine.
Dolayısıyla İslamcılık sadece bir kavram değil aynı zamanda bir olgu, gerçekliğe verilmiş bir isimdir. Bir adlandırmadır. Olgunun kendisini, köklerini, kaynaklarını görmeden meseleye salt bir adlandırma meselesi olarak yaklaşamayız. Bu anlamda "kavramın imkânları ve zaafları" sorusunun kendisine ilişkin itirazım var. Çünkü kavramın zaafları gibi bir tartışmayı yürütenlerin, kavramdan çok olgunun kendisiyle bir alıp veremedikleri olduğunu düşünüyorum. Bu şuna benzer, devrim kavramı sosyoloji literatürünün temel kavramlarından biridir ve tıpkı düzen gibi toplumsal olgunun boyutlarından birine işaret eder. Her ikisi de toplumda mevcuttur. Kimse çıkıp da devrim kavramının fırsat ve zaaflarından söz etmez, ederse de gülerler adama. Siz devrimleri değil de düzeni seviyorsunuz diye deve kuşu misali kafanızı toprağa gömemezsiniz. Olsa olsa şunu yaparsınız; toplumları devrimin eşiğine getiren adaletsizlikleri, sınıfsal bölünmeleri vs. önlemeye çalışırsınız. Bunun için de salim bir kafayla olguları analiz etmeniz gerekir; görmezden gelmeniz değil. Bunun tipik bir örneği Marx ile von Stein arasındaki ayrımdır. Her ikisi de aynı keskin gözlemlilikle Avrupa'da yaklaşmakta olan bir toplumsal devrimin kokusunu almışlardı. Benzer analizler/saptamalar yapmışlardı ama biri devrimci diğeri ise reformist diyebileceğimiz çözüm önerileri geliştirmişlerdi. İslamcılık meselesinde de aynı durum söz konusu işte. İslamcılığı yahut İslami hareketleri kavramlarla dövüşerek anlayamazsınız. Onların karşılamaya çabaladığı meydan okumaya ilişkin alternatif çözümleriniz varsa beyan edersiniz. Yapabileceğiniz budur. Özetle İslamcılık bir ideolojik lafazanlık meselesi olmayıp, bugüne, burada olana ve hemen şimdi doğrudan müdahalenin ve olup biteni düzeltme çabasının ürünüdür. Neye göre düzeltme? Elbette İslami değerler sistemine göre.
İSLAMCILIK MÜSLÜMAN TOPLUMLARIN İSLAM'DAN HER UZAKLAŞTIKLARINDA BAŞKA BİÇİMLERDE DE OLSA ORTAYA ÇIKMIŞTIR
İslamcılığın tarihi ve epistemolojik kökleri nelerdir?
İslamcılığın tarihsel ve epistemolojik kökleri İslam'ınkilerle özdeştir, başka bir şey değil. Ben kişisel olarak İslamcılığın sadece 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı'nın çöküşü ve hilafetin ilgası ile başlayan sürece verilen tepkilerle başlatılmasına ve modern bir olgu olarak tanımlanmasına itiraz ediyorum. Çünkü İslamcılık yahut İslami hareketler İslam'ın doğuşundan bugüne Müslüman toplumların iç ve dış nedenlerle İslam'dan uzaklaştıkları her sefer, başka biçimler altında da olsa ortaya çıkmışlardır. İslam tarihinin ilk evrelerinde de görülen başkaldırılar, yönetimi İslamlaştırma çabaları, işgaller sonucu uzaklaşılan dini restore etme çabaları her evrede görülmüştür. Bu konuda en güzel örneklerden biri Moğol istilası döneminde yaşananlar ve onlara karşı verilen mücadelelerdir.
Hamilton Gibb İslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar metninde bunu şu çok güzel cümle ile ifade eder: " Bu [Şeriatın üstünlüğü prensibi ile onun destekleyicisi halifenin fonksiyonunu güvence altına alacak yeni bir siyasi teorinin temellerini arama] ihtiyaç, özellikle putperest Moğolların işgali ile eski gelenekten kopan ve ardından Şeriatın Moğol yasası Yasak'a üstünlüğünün restorasyonu için uzun bir mücadelenin yapılmak zorunda kalındığı Doğudaki Farsi ve Türk-Farsi topraklarda daha çok hissedilmiştir". Bu cümle önemli. Çünkü 17. yüzyıl sonrasında başlayan batılı işgaller karşısında verilmek zorunda kalınan mücadele ile çok fazla ortak yanı olan bir sürece işaret ediyor. Bu düşünceye, Moğol istilası ile Batı istilası arasındaki farkları öne süren itirazlar oluyor ve ben de aradaki farkları tümüyle göz ardı edemeyeceğimizi biliyorum ama niteliksel olarak durumun ayniyetini de gözden ırak tutamayız diye düşünüyorum. Nitekim Aliya da, İslam dünyasının gerileme nedenlerini Moğol istilasına giderek sıralamaya başlar; 17. yüzyıl sonrasından almaz onları. Onun için bence, İslami hareketler tarafından taşınan İslamcı düşünceler, hem İslam'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan hilafet tartışmaları sırasında, hem Ortaçağ İslam dünyasında, hem de 17. yüzyıldan sonra başlayan sömürgeleşme ve batılılaşma dönemlerinde mevcuttu. Bu konuda yani İslami olana dönüş için çabalayan İslami hareketler ile onların düşünsel arka planları konusunda daha fazla tefekkür imkânı sağlayan metinlerden biri Nevin A. Mustafa'nın İslam Düşüncesinde Muhalefet metnidir. Benim favori kitaplarımdan biri. Oraya bir göz atanlar "modern" denilen İslamcı tezlerin hemen tamamının -İslam tarihinin çeşitli aşamalarında- yerli yöneticilere ve dış istilacılara karşı dile getirilmiş olduğunu göreceklerdir. O halde özetle İslamcılık ve İslami hareketler hem İslam tarihinin kendisi kadar eskidirler hem de bugün taşıdıkları bazı spesifik özellikler bakımından yenidirler. Zaten tarihi aynıyla tekrarlayamazsınız. Bu Sorokin'in "yaratıcı tekrarlanırlık" dediği şeydir.
MODERNİSTLER GÜÇLÜ OLANLA ÖZDEŞLEŞİRLERKEN; İSLAMCILAR KENDİ DAİRELERİ İÇİNDE KALARAK YENİLGİLERİ AŞMAYA ÇALIŞTILAR
İslamcıların moderniteyle ilişkileri nasıl olmuştur?
Modernite bir eğretilemeyle yeni dönemin Moğol istilasına benzetilebilir. Onun kadar güçlüdür, batı-dışı dünyaya yüzünü istilalar ve sömürgecilik deneyimleriyle göstermiştir. Asya, Afrika, Ortadoğu bütünüyle ele geçirilmiş; Osmanlı geriletilmiş ve Anadolu'ya sığmak durumunda bırakılmıştır. Tarık Ali İslam dörtlemesinin üçüncü kitabı olan Taş Kadın'da bu süreci bir İttihat Terakki toplantısında şu sözlerle dile getirtir: "1683'te Viyana'yı alamayışımız talihimizin dönüm noktasıydı. Bunun sonucu tam iki yüz yıl önce 1699'da imzaladığımız Karlofça Antlaşması oldu ve Macaristan'ı Habsburg'lara verip Belgrat'tan çekildik…1792'de Fransızlar krallarını idam etmeye hazırlanırken yenilgiler birbirini izledi ve sonra 1799, 1812 ve 1829'da en son da 20 yıl önce yeni yenilgilere uğradık. Sırbistan, Romanya ve Karadağ'ı kaybettik. Avusturyalılar Bosna ve Hersek'i bile elimizden aldılar. Fransızlar ve İngilizler gemilerini İstanbul'a kadar gönderip, dediklerini kabul etmediğimiz takdirde bizi cezalandırmakla tehdit ettiler. Bu imparatorluğumuzun sonudur". İslamcıların moderniteyle ilişkileri bu gerçekler üzerine kuruludur. Tıpkı modernistlerinki gibi. Şu farkla ki, modernistler güçlü olanla özdeşleşme eğilimi içine girerlerken; İslamcılar kendi düşünce, inanç ve eylem dairemiz içinde kalarak bu yenilgilerin nasıl durdurulabileceğine kafa yormuşlardır. Güçlü olan kendi hukuku, sanatı, bilimi, edebiyatı, tekniği ile geliyor ve dönüştürüyordu. İslamcılık bu anlamda hem batının hem de yenik doğunun "yanlışlarını" göstererek dünyaya zaaflarından arınmış bir Müslüman toplum örneği sunmak çabasının adıdır. Modernite ile ilişkisi bu anlamda ele alınmalıdır. Bu anlamda modernite İslamcılığın belirleyeni değil, İslam'ın karşı karşıya olduğu meydan okumalardan biridir sadece. Fazla abartılıp olumsuz bir put haline getirilmemesi daha doğru olur kanaatindeyim. Nitekim zaman içinde batının kendi içinden de moderniteye sayısız eleştiri yapılmış; bugün gelinen noktada ciddi aşınmalara uğratılmıştır.
İslamcılığın temel iddiaları nelerdir, mevcut dünya düzenini hangi noktalarda eleştirir?
İslamcılığın temel iddiası İslam'ın sadece Müslümanlar için değil dünyanın bütünü için en iyi yaşama, çalışma, üretme, savaşma, yönetme, estetize etme, yargılama esaslarına sahip din/dünya görüşü/ideoloji olduğu iddiasıdır. Bence temelde yatan iddia budur. Dolayısıyla bu dinin hayata dair öngörülerinin gerçekleşme olanaklarını araştırmak İslamcıların asıl meşgalesi olmuştur. Bu anlamda tek bir dünya düzeninden söz edemeyiz. Az önce değindiğimiz gibi bu Moğolların dünya düzeni de olabilir 2008'in Bush ve Putin'li dünya düzeni de. Biz elbette bugünü konuşacağız. Ama galiba yırtıcılık, işgalcilik, kan dökücülük bakımından yenilerin de Moğollardan geri kalır yanı yok. O nedenle İslamcılık zulme karşı adaletin; sömürüye karşı emeğin hakkının verilmesinin, güçlülerin hukukunun yerine zayıfların hukukunun geçirilmesinin sağlanması gibi bir misyonu üstlenmiştir. İşgallere karşı bir direniş odağı olarak ortaya çıkışı 1923'lere Benna'nın İhvan'ına uzanır. Adı konulmuş bir sömürgeciye karşı savaşma eğilimi de bu tarihten sonra giderek güçlenmiştir.
21. YY. DA TEK BÜTÜNSEL KAPİTALİZM ELEŞTİRİSİ İSLAMCILARA AİTTİR
Sorunuzun genelliği nedeniyle detaylara girmek istemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki, mevcut dünya düzeninin bütünsel bir eleştirisi yapılmıştır. Hukuku, siyaseti, ekonomisi, aile anlayışı, kadın ve erkek görüşü, ahlakı, savaş mantığı ve hukuku, uluslar arası ilişkiler anlayışı hepsi farklı bağlamlarda ele alınmış ve tartışılmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da, 21. yüzyılda farklı bir hareket noktasından kalkarak yapılan tek bütünsel kapitalizm eleştirisinin İslamcılarınki kalmış olmasıdır. Sol bu anlamda eleştirel yetilerini kaybetmiş durumda. Susan Buck-Morss'un Küresel bir Karşı Kültür metni, bu eleştirelliğin bilincine varmış ve İslam'ın küresel kapitalizme alternatif olma gücünü gayet iyi anlamış bir batılı düşünürün, İslam'ı solun içine katma, onun içinde okuma çabası olarak anlamlıdır. Buck-Morss, kendi kitabının merkezi önermesini "siyasi bir söylem olarak İslamcılığın Batıda geliştirilmiş formuyla modernitenin eleştirisi olarak Eleştirel Teoriyle birlikte göz önünde bulundurulabileceği" şeklinde betimlemektedir. Taha'ya, Gannuşi'ye, Şeriati ve Kutup'a gönderme yapan Morss, küresel bir karşı kültürün oluşturulması sürecinde İslam'a önemli bir rol biçer. Bu önemli düşünürlerin bugün Müslümanlardan aynı ilgiyi görmüyor oluşlarını düşünmek gerekir asıl. Çünkü dedik ya eleştirel düşünceler ancak icraata geçirilebildikleri takdirde anlamlı ve yararlı olurlar.
İSLAMCILIK İSLAM'IN GETİRDİĞİ İLKELERDEN BAŞKA İLKELER VAZETMEZ VE BUNLARIN HAYATA AKTARILMASININ YOLLARINI GÖSTERMEYE ÇALIŞIR
İslamcılığın kapitalizm ve komünizmden temel farkları nelerdir? Onlardan farklı olacak bir epistemolojik ve siyasi sistem meydana getirebilmiş midir?
İslam, kapitalizm ve komünizmden farklı ontolojik, epistemolojik ve etik ilkelere sahip olduğu için onun dışa yansımaları da ister istemez farklı olacaktır; bu siyasette de ekonomide de böyledir. Bu bakımdan tekrar etmek istiyorum; İslamcılık İslam'ın kendisinin getirdiği ilkelerden başka ilkeler vazetmez. Sadece bunların hayata aktarılmasının yollarını göstermeye çalışır. Bu nedenle İslamcılığın politik ve ekonomik ilkelerine ulaşmak için öncelikle onun temel kaynaklarından yararlanmak gerekir. Yani Kuran ve Sünnet'ten. İkinci olarak da bu konuda kafa yormuş; İslami ilkelerin bugüne uygulanma imkan ve koşulları hakkında çalışmalar yapmış olan Müslüman düşünürleri okumak gerekir. Örneğin Morss'un da atıfta bulunduğu Seyid Kutub bu konuda en önemli isimlerden biridir. Onun İslam'da Sosyal Adalet metni en az Yoldaki İşaretler kadar önemlidir kanaatimce. Ben bir iktisatçı değilim ama sosyolojik bakış açısından ve İslamcı literatürü incelemiş biri olarak şunları söyleyebilirim ki; İslam iktisadının sınırlarını çizen ana prensipler ve belli başlı yasaklar noktasından bakıldığında, İslam ekonomisi kapitalizm ve sosyalizmden farklıdır. Bize temel sayıltıları ve işleyiş tarzları bakımından farklılaşan üç sistemin ana hatlarını veren ilkeler vardır. Bu konudaki detaylı incelemeyi iktisatçıların yapması lazım. Ama mesele küresel kapitalizm karşısında zayıf kalan siyasi güçlerimizin idealler ile gerçekler arasına koyduğu derin ayrım gibi geliyor bana. Yoksa teoride İslam'ın temelde faizli sisteme dayanan kapitalizmle ve salt devletçi iktisada inanan sosyalizmle olan farklılığı herkesçe malumdur. Asıl sorun farklılıkları kurumsal göstergeler içinde realize etmedeki sıkıntılarda yatmakta ve bu da zamanla İslam'ın kapitalizmden farklı olmadığı gibi mazeretlerle meşrulaştırılmaktadır. Bu konuda son bir şey daha söylemek istiyorum. Türkiye'de bu alandaki çalışmaların öncüsü sevgili hocamız Sabahattin Zaim'in çalışmalarının sürdürülmesi lazımdır. Onun Türkiye'nin Yirminci Yüzyılı başlığı altında derlenen yazılarının özellikle birinci cildi bu konudaki öncü düşünceleri ve deneyimleri paylaşması bakımından çok önemli. Şu bakımdan önemli; Sabahattin hoca sadece teori üretmekle değil bizzat o teorileri uygulama ile de meşgul olmuş bir akademisyendi. İslam ekonomisinin bir teoriden ibaret olamayacağını biliyor ve teori ile uygulamanın iç içeliğine inanıyordu. Hocamı, sizin vesilenizle bir kere daha rahmet, hürmet ve muhabbetle anmak isterim. Toparlayacak olursak, İslami anlayışla işletilen bir ekonominin olabileceğini herkes biliyor da, bunu uygulamaya gelince küresel kapitalizmin temel çıkarlarıyla çatışmayı göze almanız gerekiyor. Meselenin gelip düğümlendiği nokta budur.
İslam dünyası soğuk savaş sürecinde kendisini komünizm karşısında konumlandırdı ve bunun epistemolojik gerekçelerini ortaya koyabildi. Bugün kapitalizmle girilen ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
İşte az önce işaret etmek istediğim nokta buydu. Ama meseleyi şöyle koymak lazım ortaya. Bir kere İslam dünyasının soğuk savaş döneminde kendini komünizme karşı konumlandırması, İslam dünyasının kendi tercihi, kendi iradesi, kendi önceliği değildi. Batının yani Amerika'nın iradesi, tercihi ve önceliği idi. Bunun kendisi başlı başına bir sorundur. Bunu meşrulaştıracak "epistemolojik" gerekçeler üretmek mesele değil; istediğiniz her şeyi her şeyle meşrulaştırabilirsiniz. Yeter ki bir miktar eğip bükün. Gerçi İslamcılar arasından bu konumlanmaya karşı çıkışlar da vardı ama genel eğilimi belirlemediler bunlar; biraz kenarda kaldılar. Bu konudaki en önemli örneklerden biri Ercüment Özkan'dır. İslamcılığın sağ siyasete ciddi anlamda yedirilmek istendiği bir dönemde o, "batı ile askeri ittifaklar yapmanın haram olduğu" teziyle ortaya çıkmış ve bu nedenle de dönemin sağcı yazarları tarafından yeşil komünist olmakla suçlanmıştı. Zaten bu tarihler sosyalizmin devlet kapitalizmine evrildiği; Stalinistleştiği dönemlerdi bu nedenle de sosyalizm eleştirisinde zorlanılmamıştı. Bugün özellikle kuzey Amerika'nın birinci tehdidi sosyalizm olmaktan çıkmış, İslam olmuştur. Kapitalizm de tek kutuplu dünyanın dinidir. Ve o gün olduğu gibi bugün de birileri İslam ile batı kapitalizminin çıkarlarının özdeş olduğunu savunuyorlar. Ama hala aksini savunanlar da var. Bu normaldir. Anlaşılabilir. Siyasal muhafazakârlıklar, güçlü olan karşısında teslimiyetçi tavır geliştirmeler her dönemde olmuştur, olacaktır. Dediğim gibi asıl sorun İslam'ın kapitalizmle farkını bilmeme sorunu değildir. Mesele bu denli "güçlü" bir merkezle mücadeleye girişme cesaretini gösterebilmektedir. Burada mücadele derken kendini kapitalist çarkın dışına çıkarma çabasından söz ediyorum. Örneğin İslam dünyasının kendi iç birliğini oluşturma çabasından; irade sahibi bir özne gibi davranmasından söz ediyorum; bu bile büyük cesaret ve çaba istiyor. Irak ve Afganistan'a bakmanız yeterli ne dediğimi anlamanız için. Ama Aliya'nın 1918'lerde İslam dünyası için en karanlık dediği zamanlar geride kalmıştır. Bugün 2008'deyiz. Nerdeyse bir asırlık bir "kendi olma" mücadelesi verdi İslam toplumları. Bu aslında son dönem İslamcılığının da tarihine tekabül ediyor bir anlamda. Gelinen noktada, açık bir özneleşme çabası, birleşme eğilimi, çıkarları ortaklaştırma arzusu var. Zaten bunun için bu kadar işgal ve savaş da var. Modernleştirerek özgürleştirmeden işgalle özgürleştirmeye geçişin nedeni de bu yeni ve bir türlü bastırılamayan eğilimler. Kartlar yeniden karılıp dünya yeniden kuruluyor. Rusya yeniden emperyal günlerine dönmeye çalışıyor. İslam dünyası üçüncü kutup olabilir ve olmak da istiyor. Bu nedenle de, üzerinde İslamcılık yazan yel değirmenleriyle savaşıp, kendinden korkmak yerine değerlerini başkalarıyla paylaşmaya hazır olmak lazım geliyor. Siyaset teorisini inceltip geliştirmek ve hakların bugünün dünyasında nasıl ele alınması gerektiğini daha detaylı tartışmak gerekiyor. Bu bana İslam=demokrasi demekten daha anlamlı ve modern demokratik sistemler açısından da daha yararlı olabilecek bir açılım gibi geliyor. Kısacası daha epey çalışmak gerekiyor ama ezber yapmak yerine ezberleri bozmak yönündeki çalışmalar olmalı bunlar. Az önce değindiğimiz Sabahattin hocanın çalışmaları gibi.

ALEV ERKİLET
Alev Erkilet, 1962 Ankara doğumludur. İlk, orta ve lise öğrenimini TED Özel Ankara Koleji'nde tamamladı. 1982'de Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. 1983'te aynı bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladı. Yüksek lisansını 1985'te, doktorasını ise "Ortadoğu'da Modernleşme ve İslami Hareketler" başlıklı teziyle 1996'da tamamladı. 1997-2000 yılları arasında Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapan Erkilet, doktora tezinin kitap olarak basılması üzerine Devrim Kanunları ve İrtica ile Mücadele Yasa ve Yönetmelikleri'ne aykırı yayında bulunmakla suçlanmış ve 27.09.2000 tarihli YÖK kararı ile kamu görevinden çıkarılmıştır. Erkilet'in Ortadoğu'da Modernleşme ve İslami Hareketler (4. Baskı, Hece Yayınları 2004), Ele Geçirilemeyen Toprak Kuzey Kafkasya: Şeyh Şamil'den Şamil Basayev'e Çeçenistan-Dağıstan Direniş Hareketleri (Fecr Yayınevi 2002), Eleştirilikten Uyuma: Türkiyeli Müslümanların Kamusal Alan Serüveni (Hece Yayınları 2004), Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları: Sorokin, Parsons, Dahrendorf, Merton (Hece Yayınları 2007) adıyla yayınlanmış dört kitabı ve aralarında Aliya İzzetbegoviç'in Tarihe Tanıklığım adlı otobiyografisinin de bulunduğu (Ahmet Demirhan ve Hanife Öz ile birlikte; Klasik Yayınları 2003) çeşitli çevirileri vardır. 2006 yılından bu yana İBB'nin Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi'nin sosyal araştırmalarını yürütmekte olan Erkilet, toplumsal değişme, siyaset ve kent sosyolojisi alanında çalışmalarını sürdürmekte ve çeşitli araştırma projelerine danışmanlık yapmaktadır.

Gıda Güvenliği: Hemen, Şimdi!

İlk insandan bugüne hayatımızın devamlılığını sağlayan temel unsur: gıda!.
İlk insanın beslenme alışkanlıkları ile binlerce yıl sonra bizlerin beslenme alışkanlıkları arasında - ürün çeşitliliği ve üretime katılan materyal bir kenara bırakılırsa- çok fazla fark olduğu söylenemez.

Önce ihtiyacı olan gıdaları üreten sonra ürettiği gıdalardan tohum ve fidan ile hayatın devamlılığını sağlayan, enson olarakta milletlere ayrıldıkça ticari bir araç haline gelen gıda; bugün sayılan fonksiyonlarından farklı olarak aynı zamanda uluslararası siyasetin ve küresel kapitalizmin elinde önemli ve tehlikeli bir silah!

Tarih kitapları yeryüzündeki savaşları sınıflandırırken ganimet ve dinsel gerekçelerle yapılan savaşlar, enerji savaşları (petrol) ve su savaşları olarak tanımlıyor. Yaşadığımız yüzyıl tarih boyunca yaşanan tüm bu savaş türlerine şahitlik etti.
Bugün ise artık adını gıda savaşları olarak kolaylıkla koyabileceğimiz bir savaş gözler önünde yaşanıyor ve anlaşılıyor ki önümüzdeki yüzyıl bütün dünya için öncelikle gıda savaşlarına sahne olacak.

Küresel kapitalizm ve emperyalizm insanlığın ihtiyaç duyduğu temel gereksinimleri tekelinde tutarak, ulusları egemenliği altına alıyor.
Önce yeraltı kaynakları sonra yerüstü kaynakları sonra vazgeçilmez temel gereksinimimiz su ve gıda uluslararası kapitalizmin ve emperyalizmin elinde mükemmel bir silaha dönüşüyor.
Her şey gözlerimizin önünde olurken yaşananlardan bu kadar bihaber olmamız inanılır gibi değil.

Daha bir yıl önce bu ülke topraklarında kamu arazisini işgal ederek on yıldır üretim yapan uluslararası bir şirket, bütün yargı kararlarına rağmen üretimine ara vermeyerek hukuku ayaklar altına aldığı yetmezmiş gibi, bu ülke meclisinden kendisine özel bir yasa çıkarttırarak işgal ettiği kamu arazilerinin kendisine tahsisini sağlayabildi.
Sadece bu bile gıdanın nasıl bir uluslararası silah olduğunu açıklamak için yeterli.

Ülkemiz gıda güvenliği noktasında hiçte iyi bir yerde değil.
Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu sınırımızda büyük ve küçükbaş hayvan hareketleri kontrol altına alınamıyor.
Hayvan girişleri bir yana daha doğru düzgün kesim alanları ve hijyen şartlarına sahip mezhabalarla sıklıkla karşılaşılmıyor.
Hayvansal kökenli hastalıkların kaçak kesim yoluyla marketlerimize evimize girişi ne kadar tanıdık!.
Modern üretim alanlarında üretilen sebze ve meyvelerimiz yabancı ülke gümrüklerinden geri dönerken, yerli pazarda hiçbir şey yokmuş gibi satılabiliyor.
Fazla ve bilinçsiz kullanılan zirai ilaçlar, ürünler üzerinde standartlar dışında birikebiliyor.

Bir zamanlar gıda alanında kendi kendine yetebilmesi ile övünen ülkemiz tarım alanlarının azalması ve tarımla iştigal eden nüfusun azalması nedeniyle en temel gıda ürünlerini bile ithal etmek zorunda.
Onlarca yıl boyunca sanayileşme yalanıyla kandırılan ülke insanı kendi üretimini yapmak yerine başkalarının yanında işçi olmaya özendirildi.

Köylüler kentlileşme yalanıyla topraktan uzak tutuldular.
Oysa hayatta hiçbir şey tesadüf değildi.
Sanayi devrimi yalanıyla topraktan utandırılan, toprağı işlemek yerine kahvehanede oyun oynaması özendirilen halk kitleleri sanayi devriminin kendileri için çökmesiyle işsiz ve umutsuz kaldılar.

Ama uluslar arası çetelerin çözümü hazırdı!
Gündemimize birden bire GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ürünler girdi. Önce insan neslinin devamının bu organizmalarla sağlanacağı, yeryüzündeki açlığın ancak bu yolla önlenebileceği duyuruldu.
Köylerimizde yetişen ve bir önceki üründen tohumla çoğaltılan doğal ürünlerimiz yerine laboratuar ortamında üretilmiş düzgün görünüşlü, istenilen renkte uzun süre dayanabilen tadı ve görüntüsüne müdahale edilebilen ve aslında tam olarak ne olduğu bilinmeyen yeni ürünler girdi.
Tohum sektörünü elinde tutan uluslar arası güçler bu ürünlerin tohumlarından çoğaltılmasını engellediler.
Her yıl yeniden tohum satarak kendilerine ebedi bir pazar oluştururken, doğal ürünlerin yok olmasına da ön ayak oldular.
Bugün pazarlarda marketlerde eriştiğimiz neredeyse bütün sebze ve meyveler transgenik tohumlarla elde edilmiş ürünler. Bu ürünlerden elde edilen diğer yan ürünler, yağlar, gevrekler, paketlenmiş ürünler, konserveler insan sağlığına olumsuz etkileri bilinen transgenik ürünlerden elde ediliyor.

Günlük hayatımızın neredeyse vazgeçilmez ürünleri arasına giren gazlı içeçekler, bu ürünler içinde yer alan renklendiriciler ve tatlandırıcılar, süt ve süt ürünlerinden elde edilen yan ürünler, peynir ve katı yağlar bu ürünler içine katılan homojenleştiriciler, tatlandırıcılar, renklendiriciler, mayalar ve diğer katkı maddeleri…

Bunca ürün ve yan ürünün tüketildiği dünyamızda gıda güvenliği kavramı giderek daha fazla önem kazanıyor. Ve biz tohum üretiminden, son tüketiciye kadar besin zincirinin her halkasında size doğru ve güvenilir bilgi sunmak için buradayız.

Peki ya siz?

25 Eylül 2008 Perşembe

170 Kadri Özçaldıran ayağa kalk!

hey man!
duydum ki çaptan düşmüşsün iyice. irticacı avına çıkmışsın boğaziçinde. selef'inin pasifliğine inat, canına okuyormuşsun genç kızların.
gece yastığa başını koyduğunda kimbilir nasıl rahat uyuyorsundur. atatürk giriyordur rüyana ve oksuyordur top sakalından "aferin" diyordur sana "aferin".
"statüko seninle gurur duyuyor."
28 şubattan buyana gözümüz yollardaydı, ne zaman bir bekçi çıkacak boğaziçinden diye. liberaller, özgürlükçü solcular istila etmişti üniversiteyi.
şöyle rahat rahat darbe geyiği bile yapamıyordunuz kimbilir. yazık, ne kötü, ne can sıkıcı...
düşünsene adamım üniversiteye bir sürü şeriatçı girecek sen hazır kıta bekleyeceksin atıl kurt deseler hazırsın saldırmaya ...
ama tık yok. herkes sus pus, gerçek atatürkçüler suskun, birkısmı rektöre yalakalık yapmak için dekanlık bölüm başkanlığı adına sineye çekiyor herşeyi.
sen öyle misin ama...
sen devrim kanunlarına gönülden bağlısın, iman etmişsin tanrı yerine. hatta kimbilir tanrının kulları bile senin kadar sadık değil dinlerine.
şimdi etrafında ne çok şakşakçın vardır. yürrü, yaşa kim tutar seni.
belki sen inanmazsın ama tanrı var "170 özçaldıran" ve tanrının çok değişik bir tarzı...
emin ol çok değişik bir tarzı var tanrının...
eğer sen haklıysan ve allah, ahiret yoksa yırttın, kurtardın. ama varsa -ki emin ol var- seninle karşılaşacağız ve seni tanrı karşısında seyretmek çok zevk verecek bana...
bakalım 170 oy'un tanrı katında karşılığı ne?
"170 Kadri Özçaldıran ayağa kalk" dediğinde mübaşir yüzünü görmeyi çok isterim. o sırada etrafına bak, sana bakıp pis pis sırıtan varya işte o benim.

Özel Bir Çizgi


bu çizgi hilal kaplan'a ait.
yıllar önce 97-98 di sanırım kusdili adıyla bir net dergi çıkarmıştık.
altı sayı ömrü olmuştu. evi taşırken elime yüzlerce disket geçti eskilerden kalan.
onları bilgisayarıma aktarıp, yokolmasına engellemeye uğraşırken unuttuğum ne hazinelerle karşılaştım.
yazdığım yazılar, bana yazılanlar... sağdan soldan derlediklerim arşivlerim aklınıza ne gelirse...
gariptir üniversiteden kalma metinler bile geçti elime, adını bile hatırlamadığım nice not.
eski defterleri karıştırmak zevkliydi, anmak geçmişi, üzerindeki tozları silip hatıraları tazelemek...
ama bu çizgi ve bir kaç çizgisi daha hilal kaplan'ın hepsinden zevkliydi.
bir zamanlar yenişafakta görürdüm çizgilerini, sonra birkaç kitapta rastladım, sonra bir daha karşılaşmadık.
eğer bu çizgi dili çizmeyi bıraktı ise gerçekten üzülürüm .
umarım yanılıyorumdur ve umarım hilal kaplan çizmeye, devam ediyordur.
çiziyorsa birgün biryerde rastlaşacağız nasılsa. o çizip ben okuduktan sonra karşılaşmak mukadder.
yolun açık olsun hilal kaplan...

22 Eylül 2008 Pazartesi

adı aşk

aşk



cihanı hiçe satmaktır adı aşk
döküp varlığı gitmektir adı aşk


elinde ki sükkeri ayruğa sunup
ağuyu kendi yutmaktır adı aşk


bela yağmur gibi gökten yağarsa
başını ana tutmaktır adı aşk


bu alem sanki oddan bir denizdir
ana kendini atmaktır adı aşk


var eşrefoğlu rumi bil hakikat
vücudu fani etmektir adı aşk


eşrefoğlu rumi

güle güle...

güle güle

sabahın altısı
kahpe bir aydınlık sarıyor her yanımı
gülümseyen çiçekler kadar yalancı
ağrıyan başım gibi acı
gözlerimle ruhumun tezatlığı
çarpıyor yorgun bacaklarıma...

derme çatma bir oda
dağınık bir yatak
karışık bir masa
duvarda ruhunun asılmış resmi
üzerimde sesinin rengi
her sabahın altısında
elimde bir avuç kitap
üzerimde haki kamuflaj
ya da adi bir üniforma

aramak için ayak izini
sürüklenmişim yatalak bulvarlara...

içime sinmiş korku
sönmüş bir gaz lambasının
isli kokusu...
küf tadında eski bir sandığın
cezbeden buğusu...

mithatpaşa dan adımlarken kaldırımları
parke taşların kustuğu
ayaklarımdaki acı...
damarlarım her gün
biraz daha çekilirken
kir ile yıkanmış
bu temiz şehirden...
.
.

yapraklarını dökmüş ağaçlar
nasıl da benziyor
yaşlı analara...

vakit daha erken gitmek için.
saat daha sabahın kaçı...
söyleyecek sözlerim var,
cümlemi bitirmedim daha...

ama, sen git istersen...

uçurumlar birleştirir
bütün zirveleri nasılsa...

tagore