30 Temmuz 2009 Perşembe

Kapitalizm, Müslüman'ın Hiçbir Şeyidir!




Müstakil İş Adamları Ve Sanayiciler Derneği (MÜSİAD) eski Genel Başkanı Erol Yarar’ın Star gazetesinde bir söyleşisi yayınlandı geçtiğimiz günlerde.
crnd

Kapitalizmin Müslüman zihinlerde akredite olmasına yönelik bir halkla ilişkiler çalışması diyeceğim ama…

Erol YARAR’a haksızlık etmek istemem, zira bu akreditasyonun Sayın YARAR bünyesinde samimiyetle yer ettiğine inananlardanım.

Erol YARAR’ın söylediklerine tek tek girecek değilim, buna ne vaktim var ne de tahammülüm…
Beni ilgilendiren Star gazetesi yazarı Mustafa AKYOL’un bu röportajdan yola çıkarak kaleme aldığı “Kapitalizm Müslüman’ın Yitik Malıdır” () başlıklı iki yazısı…
Mustafa AKYOL aylar önce İslam ve kapitalizmi barıştırma esasına yönelik birkaç makale yazmış, Yeni Şafak gazetesi yazarı Özlem ALBAYRAK’ta reddiye niteliğinde sağlam karşılıklar vermişti.
İkili arasında birkaç yazı süren seviyeli bir polemiği zevkle izlemiştim…
Söz konusu mülakattan yola çıkarak yayımlanan yazılarda Sayın YARAR’ın söylediklerini dikkate almama nedenim, Erol YARAR’ın kazanımları üzerine konuşması ve bu kazanımları hem kendi bünyesinde, hem de kendisine itiraz edebilecekler bünyesinde akredite etme çabasıydı…
Oysa Mustafa AKYOL’un akredite edecek bir sermayeye dahil olduğunu bilmiyorum,
olsa olsa kapitalizmi kendi hayatında akredite ediyor olabilir.
Ancak; bu akreditenin okurları nezdinde de bir karşılığı olduğunu ve İslamcı burjuvazinin Mustafa AKYOL’u zevkle izlediğini de belirtmeliyim.
28 Şubat sürecine kadar ve aslında 1994 yerel seçimlerinde refah partisinin ezici bir üstünlük kazanmasıyla birlikte İslami camianın kapitale bakış açısında derin bir kırılma olduğunu hep birlikte gözlemledik.
Bu kırılma “her iktidarın kendi zenginini yaratma” felsefesiyle birlikte, bugün daha da evrilerek içselleştirilmiş bir kapitalizmle karşımızda duruyor.
Kısaca “Zekat’ımı veririm her haltı yerim” diyebileceğimiz bu felsefenin İslami camiada hiçte azımsanmayacak derecede kabul gördüğünü de kabul etmeliyim.
Bu kabulleniş aslında yenilmişliğin tezahürüdür.
İdeolojisini, düşüncesini, felsefesini kaybedenlerin veya var olduğunu zannettiği bu değerlerin küçük basit ezberlerden ibaret olduğunu anlayan ve direnmek yerine teslim olmayı seçenlerin, dünyada sadece bir hacim işgal ettiğini düşünen ve hayatının anlamının uzayda işgal ettiği alanla sınırlı olduğunu düşünenlerin yapabileceği başka bir şey de yoktur!
Gazali’nin Hikmetler Kitabı’nda “Yeryüzünün Yaratılmasındaki Hikmetler” başlığı altında şöyle bir paragraf yer alır:
“Allah’ın dağlarda altın ve gümüşü belli bir ölçüye göre var etmesine bir bak! Kudretinin genişliğine ve nimetinin kapsayıcılığına rağmen, bu ikisini, sudan farklı olarak bol miktarda yaratmamış ve ortaya çıkarılmasını da kolaylaştırmamıştır.
Bunun sebebi de, şu ayette ifade edildiği gibi, Allah’ın yarattıklarına en uygun olanını ezeli ilmiyle bilmesidir:”Hiçbir şey yok ki, onun hazinesi bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir miktar ile indiririz.”(Hicr:21)”
Mustafa Akyol’un yazısı “Zekatımı veririm…” diyen İslamcı burjuvazinin gönlünü ne kadar ferahlatmıştır bilmem.
Ama kendisini İslamcı burjuvazi olarak tanımlayan kesim “suyun mülkiyeti” sorununu çözmeden kapitalizmle aidiyet sorununu çözemez!
Allah’ın tıpkı hava gibi insanlara yaşam için bahşettiği suyun paketlenerek bir kapitalist meta haline dönüştürülmesinde bir sıkıntı var mı, yok mu?
Suyun mülkiyeti kimin?
Devlet dediğimiz aygıt insanlara bedelsiz bahşedilen, insanlığın ortak değeri olan suyu bir
şirkete ihale edebilir mi?
Su kaynaklarının kıtlığı, paketleme maliyeti, dağıtım sorunu gibi nedenlerle su bir kapital olarak değerlendirilebilir mi?
Kapitalist algılarla bakınca devletin küçülmesinden, devletin bakkal işletmemesinden bahsedeceksiniz biliyorum.
Her işin özel sektöre ihalesinden, her devletin kendi zenginini üretmesinden!
Daha suyun üzerinde bile mutabakata varamamışken petrole, altın ve gümüş rezervlerine girmeye hiç gerek yok.
Altın ve gümüşün, petrolün ve yer altı zenginliklerinin insanlığın ortak değeri olduğundan hiç bahsetmeyeceğim.
Allah dileseydi yer altı ve yerüstü zenginliklerini hem çok, hem de kolay erişilebilir kılardı. Öyle söylüyor Gazali…
Gazali’den yüzyıllar sonra yönetmen Sırrı Süreyya Önder’de şöyle söylüyor: “Eğer İslam alimi olsaydım ve İslam’ın şartlarına bir altıncı madde eklemem gerekseydi, antiemperyalizm eklerdim.”
“Sırrı Süreyya Önder iyi ki İslam alimi değil” diyorsunuz değil mi?
Kapitalizm, emperyalizmin babasıdır!
Gazali’ye de, Sırrı Süreyya Önder’e de selam olsun…



Cyrano de Bergerac

27 Temmuz 2009 Pazartesi

YARGI CUMHURİYETİNE KARŞI, HUKUK DEVLETİ!






Türkiye hızla bir “yargıcı” cumhuriyetine dönüşmektedir.

Normal ülkelerde olduğu gibi hukuk devletinin öncelendiği bir yönetim şeklini savunmak yerine, uzunca bir süredir yargıcıların yasama ve yürütmeye de müdahil olduğu ve ideolojik düşüncelerini bu alanlara yansıttıkları bilinmektedir.



“Yargı Bağımsızlığı” klişe’sinin arkasına saklanarak çoğu zaman millet iradesini saf dışı etmeye çalışan ve bunda da bugüne kadar başarılı olan söz konusu yapılanma yargı bağımsızlığının önündeki en büyük engeldir.

Bulunduğu konumu, hukuki niteliğine değil, ideolojik niceliğine borçlu olan ve saltanatını devam ettirebilmek için ideolojik niceliğin hakkını vermeye çalışan, bunu yapabilmek içinde hukuk devleti kuramını yerle bir edebilen yargıcıları istemiyoruz.



Devam etmekte olan bir yargılama sürecine müdahil olan, müdahil olduğu davada yargılanan sanıklarla birlikte çekilmiş fotoğrafları gazetelerde yayınlanan ve sadece bu nedenle istifa etmesi gerekirken, soruşturmayı sürdüren savcıları görevden almaya çalışan yargıcıları ve bu yargıcılar ile aynı çizgiyi koruyan diğer yargıcıları onurlu bir davranış sergilemeye ve istifa etmeye çağırıyoruz.



Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeleri “yargı bağımsızlığı”na gerçekten inanıyorlarsa, “yargı bağımsızlığı” siyasi iktidarları köşeye sıkıştırmak için kullanılan siyasi ve ideolojik bir argüman değilse HSYK, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılar üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktan vazgeçmelidir.

Hiçbir yargıcının, sürdürülen bir soruşturmada sanıkların avukatlığını üstlenmesine de gerek yoktur.

Kaldı ki İttihat ve Terakki örgütü görünümlü bir siyasi parti zaten Ergenekon örgütünün avukatlığını gönüllü olarak yapmaktadır.

Yargıcıların bu siyasi hareketle bağlantılıymış hissi veren yaklaşım ve tutumları tarafsızlıklarına ve bağımsızlıklarına gölge düşürebilecektir.

Yargıcılar bu siyasi partinin yandaşı değillerse ve hukukun üstünlüğüne inanıyorlarsa sanıklar kendi yakınları bile olsa soruşturmaya hukukçu gözüyle yaklaşmak zorundadırlar.

Yargıcıların soruşturmaya ve soruşturmayı sürdüren savcılara yaklaşımı bu yönde değilse kendilerinin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ortadan kalktığından istifa etmeleri elzemdir.

İstifa eden yargıcıların yerine en az onlar kadar tarafsız ve en az onlar kadar bağımsız yargıcıların atanacağından kimsenin şüphesi yoktur. 27.07.2009



Üstün BOL

Mazlumder Ankara Şube Başkanı

26 Temmuz 2009 Pazar

YÖKTEN İYİ HABER




Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) 1999 yılında aldığı kararla, İmam Hatip Liselilerin önünü kesebilmek için bütün meslek liselilerin öğrenim haklarını çalmış ve engellemişti.

Yirmi sekiz şubat sürecinin öğretim üyesi kılıklı YÖK üyesi taşeronları tarafından alınan bu karar bugüne değin yüz binlerce meslek liselinin hayatını değiştirmiş, zorlaştırmış ve karartmıştır.

İdeolojik sapıklıktan başka sermayesi bulunmayan bu YÖK üyelerinin büyük çoğunluğu şu anda Silivri dolaylarında ikamet etmektedir.
Bugün ise YÖK aldığı kararla 10 yıl süren barbarca dönemi sonlandırmış ve önümüzdeki yıldan itibaren özelde İmam Hatip Liseleri'ni bitiren öğrencilere ve genelde tüm meslek liselilere ÖSS'de katsayı uygulaması yapılmayacağını açıklamıştır.
Gecikmeli dahi olsa YÖK’ün bu kararı, Türkiye’nin normalleşmesi ve ideolojik sapkınlığın üniversitelerden tasfiyesi adına umut vericidir.
Ancak; YÖK kararları Danıştay denetimine tabidir ve YÖK’ün aldığı bu kararı idari yargıya götürebilecek, ilke yoksunu, yarasa kılıklı “habis ur”lar halen bulunmaktadır.
Her şeye rağmen YÖK’ün bu kararının bir başlangıç olmasını dileyerek kararda imzası bulunan bütün YÖK üyelerine teşekkür ediyoruz. Ve fakat anayasal bir hak olan öğretim özgürlüğünün önündeki diğer bütün engellerin de geciktirilmeden kaldırılmasını istiyoruz.
Kılık kıyafet tercihleri nedeniyle üniversite sınavlarına giremeyen, sınava bir şekilde girse bile üniversitelerde başörtüleriyle öğrenim göremeyen kız öğrencilere yönelik hiçbir yasal dayanağı bulunmayan keyfi uygulamaların sonlandırılmasını istiyoruz.
Laikliğin devletin bütün dinlere eşit mesafede olması şeklinde algılandığı bütün normal ülkelerde olduğu gibi, Kur’an öğrenimine 12 yaş sınırı getiren ve diğer benzer yirmi sekiz şubat darbe sürecinin bütün ürünlerinin rafa kaldırılmasını istiyoruz.
Siyasi iktidara düşen, bu tür habis ur’ların geçmişte kamuya yönelik yaptıkları bütün düzenlemeleri gözden geçirerek insan hakları temelinde düzeltici kararlara gitmesidir.
Bu işlemin karşılığını sandık başında yurttaşlar oy olarak verecektir.

Üstün BOL

23 Temmuz 2009 Perşembe

pabucumun laikçileri...

Üç ayların içindeyiz.
Geçen pazarı pazartesiye bağlayan gece de Mi’raç kandili olarak kutlandı, neredeyse bütün İslam coğrafyasında.
Üç aylar dediğimiz zaman süreci, Müslüman kitleler için büyük önem arz ediyor aslında.
En ehli keyf, en beynamaz olanlarımız bile bu sürede daha dikkatli davranıyor ibadetlerinde, bu ayı oruçla ve gece namazıyla süsleyenlerin yanı sıra…
Üç aylarda suç işleme oranlarının azaldığı da emniyet kayıtlarından biliniyor.

Bu üç aylarda da Cuma namazları geri kalan dokuz aya oranla daha dolu geçiyor, camiler doluyor ve taşıyor Cuma namazlarında.
Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem, neredeyse üç beş aydır Cuma namazı saati 13.00’ten sonrasına denk geliyor.
Türkiye’nin en batısında ise 13.15’te ancak giriyor Cuma saati.

Cuma namazı kılanlar bilirler, ilk sünnetiydi, hutbesiydi farzıydı en az 45 dakika sürer Cuma namazı.
Oda farzından sonra terk etmek şartıyla.
Son sünnetine kadar kılayım derseniz, tesbihatıyla birlikte bir saat onbeş dakika.
Serbest meslek sahibi iseniz çok sorun değil, zira Allah Cuma saati işi – gücü, alışverişi bırakın ve namaza koşun diyor.
Peki ya devlet memuru iseniz…
Diyanet İşleri Başkanlığı eskiden ileri saat uygulamasında genelge yayınlar ve ezanın geciktirilerek okunmasını, namazında 12.30 da kılınmasını isterdi.
Böylece devlet memurları Cuma namazını kaçırmamış olurlardı.
Ancak bu uygulama ileri saat uygulaması ile sınırlı.
Ve namaz vaktinin saat 13.00’ü bulduğu durumlarda bir anlam ifade etmiyor.
Memurların Cuma namazı kılabilmesi kamu idarelerinde ki yöneticilerin keyfine teslim edilmiş oluyor o halde.
Çoğu idareci personeline müsamahalı davranıyor elbette ama bu müsamahanın heran değişebileceği de geçmişten biliniyor!

Kaldı ki laik olduğunu iddia eden bir devlette, devletin yurttaşlarının dini özgürlüklerini temin etmesi ve kolaylaştırıcı düzenlemeler yapması elzem.
Ancak bu söylediğim dinlere eşit mesafede duran ve ayrımcılık yapmayan laik ülkeler için geçerli.
Türkiye gibi nihilist laikçi geleneğiyle meşhur ülkelerde geçerli değil!

Devlet laikçi gelenekten kurtulsa ve bütün inançlara aynı mesafede dursa ne olacak?
Sorun çözülecek mi?
Elbette hayır.
Bu kez laikçiliği fundamental bir sapkınlık halinde benimsemiş türk solu çıkacak karşımıza.
Bar solculuğu ve gazino devrimciliğinden mülhem bu kökten laikçi akım bütün kuvvetleriyle yüklenecek siyasi iktidara.
Çelişkiye bakın ki, din elden gidiyor nidalarıyla Selanik ordusu da yürümüştü İstanbul hükümetinin üzerine…
İT (ittihat ve terakki) geleneği çağlar üstü bir derin yapılanmayla yine karşımızda!

İşin garibi bu baradam’lar ve gazino magandaları iman ettikleri laikçilikte bile samimi değiller.
Putlarını yeme konusunda genetik yatkınlığa da sahip olan bu canlı türleri işlerine geldiğinde dini alanın nimetlerinden de fütursuzca yararlanabilirler.

Ramazan ayında oruç tutanlarla birlikte mesaiden erken ayrılırlar mesela.
Mesaiyi erken terk etmenin laikçiliklerine halel getireceğine küçücük beyinleri ihtimal vermez.
Kurban ve ramazan bayramlarında 9 günlük tatil keyfini en çok onlar çıkarır.
Ve dini alanın bayramlarından istifade etmede de herhangi bir sakınca görmezler.
Zira tatlı su laikçiliği hücrelerine öylesine işlemiştir ki…

Bugüne değin, oruç tutmadığı için mesaiden geç ayrılan veya dini bayramların tatillerini reddeden bir laikçiyle karşılaşmadım hiç.
Muhtemelen benden önceki nesilde görmedi ve muhtemel ki benden sonraki nesilde görmeyecek böylesine namuslu bir laikçi!

Evet haklısınız, ahlak sahibi olmak ayrı bir şey, ayak takımından olmak başka!
Üstelik fikir namusu da herkesin taşıyabileceği bir yük değil…




Cyrano De Bergerac
20.07.2009

EZRA NAWİ

Ezra NAWİ adını çoğunuz hiç duymamış olmalı.
Bir kısmınız belki bir kulak aşinalığına sahip sadece.
Rachel Corrie adını ise, Müslüman hassasiyetine sahip olalım veya olmayalım
hepimiz biliyoruz oysa!
Neden?
Rachel öldü çünkü!
Her “ölü sevici” toplumda olduğu gibi, Rachel’de adını ölerek kazıdı toplumsal hafızalara.

Hrant Dink’i düşünün şimdi.
Ölüsünü, dirisinden daha makbul kabul etmedik mi?
Oysa yaşarken bir değerdi, Hrant DİNK.
Ermeni olmasından, yazar olmasından öte bir değer.
İnsandı Hrant DİNK ve sadece bunun için yaşamalıydı.

Muhsin Yazıcıoğlu mesela.
Otuz yıllık bir mücadelenin sonucunda sırf öldüğü için bir il belediye
başkanlığı kazanabildi partisi.
Hrant Dink, Yazıcıoğlundan; Yazıcıoğlu Hrant Dink’ten hoşlanmazdı muhtemelen.
Ama ne gariptir ki her ikisi de toplumun aynı ölü sevicilik oyununun figüranları oluverdiler.

Hrant Dink’e sosyal faşizm adına salya akıtan köşe yazarı takımı
ölümünün ardından nasılda sahte gözyaşları akıttı.
Yazıcıoğlu’nun vefatı da başta siyasi rakipleri olmak üzere bütün kökten düşmanları
açısından timsah gözyaşları resitaline dönmüştü.

Ve şimdi Ezra Nawi…
Ezra Nawi Irak doğumlu bir Yahudi!
Suçu: bir siyonist askeri buldozerinin Güney El Halil bölgesindeki Um El Hir’de bulunan Filistinli yerleşimcilerin evlerini yıkmasını engellemeyi denemek.
Ezra Nawi bu deneme nedeniyle siyonist güçlerce tutuklanıyor ve sözde mahkeme 2007’de gerçekleşen bir saldırıyla bağlantılı olduğu gerekçesiyle Nawi’yi suçlu buluyor.
Eğer uluslar arası müdahale ve kamuoyu baskısı olmazsa NAWİ temmuz ayı içerisinde hapse girecek.

Ezra Nawi Siyonist rejimin muhalefeti nedeniyle cezalandırdığı ilk ırkdaşı değil!
İsrailli bir Yahudi olan Tali Fahima’da(1) Filistinlileri anlamaya çalıştığı ve gerektiğinde Filistinliler için canlı kalkan olabileceğini açıkladığı için yargılanmadan üç yıl hapis cezasına çarptırılmıştı…
Tali Fahima’nın başına gelenler Ezra Nawi’nin yargılanma süreci hakkında ipucu verebilir bize...


İşgal edilmiş topraklarda Yahudi yönetimine isyan bayrağı açan, askerlik yapmayı reddeden, askerliği kabul etse bile savaşmayı kabul etmeyen ve fakat sürekli baskı altında tutulan azımsanamayacak bir kitle var.

İşgal yönetimi şimdilik baskı ve ceza yöntemiyle hem uluslar arası kamuoyunu yanıltabiliyor, hem de iç baskıyı sindirebiliyor.
Ancak bu baskıcı tutumun daha ne kadar işe yarayacağı tartışılır.

Ezra Nawi sorununda kafaları karıştıran bir başka konu ise, insan hakları savunucularının Ezra Nawi’yi savunurken kullandıkları dil ve mücadelenin sunuluş şekli.
Avrupa’da yürütülen Ezra Nawi’ye özgürlük kampanyalarında ve kampanyaların yazılı metinlerinde “eşcinsel” vurgusuna özel bir yer veriliyor.
Ezra Nawi’nin cinsiyet kavramına bakışı ile takındığı tavır arasında bir ilişki yok.
Nawi eşcinsel olduğu için Filistinlilere destek vermiş değil.
Bir Vicdani sorumluluğun neticesi bu.

O halde her iki satırda bir Ezra Nawi’nin arızi durumuna vurgu yapılmasının ve bütün kampanya ve propagandanın bu eksende yürütülmesinin ne anlamı olabilir?
Hemen söyleyelim: Ezra Nawi üzerinden “eşcinsellik” kavramına legal bir alan oluşturmak!
Bu nereden bakarsanız bakın ahlaksızca bir yaklaşım.
Zira Filistinde yaşanan insan hakları ihlallerini eşcinselleri akredite etmek için kullanma çabası hiçbir ahlaki kriterle tevil edilemez.

Öte yandan bu tarz kapitalist/pazarlamacı yaklaşımlarla kampanyalar sürdürülüyor diye Ezra Nawi’nin cezaevine girmesine de razı olacak değiliz.

Ölü sevicilerle aranızda bu kadar da fark olsun artık…

Cyrano de Bergerac
10.07.2009




(1) Tali Fahima hakkında bakınız. http://www.mazlumderistanbul.org/default.asp?sayfa=makale_detay&makale=13

2 Temmuz 2009 Perşembe

Üçüncü şahsa mektup: “Alışmak felakettir”

Flaş! Flaş! Flaş! diye başlıyor İnternet haberciliğinin ritüeli…

En muhafazakâr olanımız “Son Dakika” fetişisti oluyor.

Haber başlıkları saklambaç veyahut körebe gibi…

Tıkla beni tıkla ki reklam pastam büyüsün diye bağırıyor haber siteleri.

Alışıyoruz.



Üç aylar girince umre fiyatları yüzde yirmi artıyor.

Petrolün varil fiyatına zam gelmedi, gelen mübarek üç aylar fiyatlara ne oluyor?

Üç aylar girince maliyetimi artıyor umre'nin?

Yoksa Suud şeyhimin ve şeyhimin yerli yaverlerinin avuçlarının içi mi kaşınıyor?

Alışıyoruz.



Daha dün, bizimkiler! değil, sizinkiler iktidardayken baş örtüsü için dolarken alanlar, şimdi kimseden çıt çıkmıyor.

Bizimkiler(!)in uğraşması gereken bir sürü sorun varken birde başörtüsü meselesini kaşımayalım diyor hacı amcalar.

Hem baş örtüsü eşlerin kariyerine de engel oluyor.

Şimdi yeni moda bu, “ağabiler bişey biliyoda söylüyo oğlum, sen ne zannediyorsun…”

Alışıyoruz.



Eskiden sadece ÖSYM ve üniversite kapılarında olurdu ikna odaları, artık muhafazakar belediyelerimizde personel alırken baş açtırıyor.

Yetmez başını açtırmak, belediye hastanelerinde kilonu tartıcaz diye elbiselerini çıkartıp uzun bir gömlek giydiriyor başörtülü kızlara, belediye hastanelerimizin sapık doktorları!

Ağabeylerimiz, “Aman gözler üzerimizde tartışmayın, rica edin arkalarını dönmelerini, bakmasınlar” diyor.

Alışıyoruz.



Daha küçücük çocuklar polise taş attı diye örgüt üyesi olmakla yargılanıyor,

Küçük bedenleri, küçük beyinleriyle mahkum etmeye çalışıyor birileri.

Güneydoğuda faili belli cesetler çıkıyor gün yüzüne,

Cumartesi anneleri hala çocuklarını arıyor!

Hiçbir şey yokmuş gibi devam ediyoruz yaşamaya

Alışıyoruz çünkü.



Kur'an kurslarına ilköğretimi bitirmeyenlerin gitmesi yasaklanıyor yıllar önce.

15 yaşına gelinceye kadar dinle teması kesilmeye çalışılıyor çocuklarımızın.

Pedagoji'nin, insan haklarının canı cehenneme!

Yaşasın faşist diktatorya…

Alışıyoruz.



.

Alışmak felakettir oysa.

Mü'minin felaketidir alışmak,

“Gözlerin gözlerime değince
felaketim olurdu,ağlardım”

Diyor Attila İlhan üçüncü şahsa şiirinde…


cyranodebergeraco@gmail.com

tagore