30 Mart 2009 Pazartesi

SANDIK VE TEDAVİ...





















Mart 2009 seçimleri pek çok açıdan ilginçlikleri barındırıyor.
Bundan önceki seçimlerde de yurttaşların aday bazlı değerlendirme yaptığı ve ideolojik yaklaşımdan uzak “tanıdıklık” ve “güven” esasına dayalı oy kullandığı biliniyordu.

Bu kez de farklı olmadı.
Urfa, Ordu, Balıkesir, Adana seçimleri buna bariz örnekler.
Doğu ve güneydoğu Anadolu da ise iktidar partisinin makyaj açılımlarının işe yaramadığı ve bölge halkının açılımdan önce samimiyet beklediğinin altını çizmek gerekiyor.

TRT ŞEŞ onlarca yıllık tabuları yıkmış olsa da DTP’yi düşman olarak gören, adını ağzına almadığı gibi, DTP yetkilileri ile yan yana gelmemeye, görüşmemeye gayret eden bir anlayışın samimi bulunmadığı ve bölge halkının kendi seçtiği ve kendinden bulduğu başkanlarını her ne olursa olsun koruduğu gözlemleniyor.

AKP’nin bölgedeki oy oranının çok daha yüksek olduğu biliniyor.
O halde sorunun AKP’nin içinde bulunduğu kabın şeklini alması ile ilgili olduğunu kabul etmeliyiz.

CHP‘nin Ankara’da aldığı oy ise geçmiş oylarının aynısı ne bir artış ne de bir eksilme sözkonusu.
Kemikleşmiş potansiyel dışında CHP’nin ilerleyemediği ve solda birlik dediğimiz şeyin çapının bu olduğu ortada.

Seçimi AKP açısından zora sokan ise, bindirilmiş kıtalar gibi hareket eden MHP oylarıydı.
Elbette her siyasi hareket fırsatları değerlendirmek isteyecektir, MHP de bunu yapmıştır.
İşin ilginç yanı bir süredir akrabalıklarına şahit olduğumuz sağ-sol birlikteliği burada da kendini gösteriyor.

İstanbul’da ise Kılıçdaroğlu rüzgârının etkili olduğunu kabul etmekle birlikte bu oyların CHP oyu değil, kişisel oylar olduğunu da görmek gerekiyor.
AKP’nin göreceli oy kaybı ise zannedildiği gibi yakın veya uzak zamanda erken seçimi getirme şansından uzak.
Çünkü sandığın mesajı doğru okunduğunda bir rahatsızlıktan değil, bir tedirginlikten bahsedildiği ortada.

Seçimin galibi ise şüphesiz SP.
Yeni SP yönetimi bu seçimlerde bütün siyasal partilere ama öncelikle de AKP’ye önemli bir uyarıda bulunuyor.
Bugüne değin muhalefetsiz çalışmanın zararlarını gören AKP bu seçimle birlikte kendine doğru kaynaklardan beslenen bir muhalefet bulmuş gibi…

Her şeyden önce karizmanın, tek adamlığın, alternatifsizliğin siyasette her şey olmadığını söylüyor halk ve tüm bunların karşısına kendi alternatifini yavaş yavaş sunuyor…
Bütün partiler seçimi değerlendirirken aldıkları il ve ilçe belediye sayısından ziyade sandığın verilerini doğru okumalılar.
Önümüzde ki genel seçimin galibini bu okuma belirleyecek çünkü…

Ezber üzerine bir yaşam sürerek, ataleti bir hareketlilik türü olarak algılayarak yoluna devam edecek bir iktidarın da muhalefetin de ömrü çok uzun olamaz.
Hem iktidara hemde ana ve yavru muhalefete taptaze bir kan gerekiyor.

Sorun şu ki; hasta, hasta olduğunun farkında değil ve tedaviyi kabul etmiyor!


Cyrano De Bergerac
31.03.2009

26 Mart 2009 Perşembe

Sezar’ın Hakkı Sezer’e


Seçimlere az bir süre kaldı…
Bu iyi bir haber!

Çünkü Cuma gecesi seçim yasaklarının başlamasıyla birlikte televizyonlarımızdaki ekran kirliliği sona erecek.
Bir geceliğine de olsa ekranda siyasetçi görmemek gözlerimizin ve ruhumuzun tedavisinde etkili olacak, üstelik sinirlerimiz de gevşeyecek.
Bir gece sonra ise yeniden “ben nasıl kazandım”cılarla, “ben nasıl kaybettim”ciler dolduracak ekranlarımızı…

Sokakta, işyerinde, kahvaltıda, parkta…
Herkes ötekinin dedikodusunu yapacak, tiksinerek başımızı çevireceğiz…

Gazeteci, televizyoncu sıfatıyla gözlerimizi kirletenler, siyasi bakış açılarına göre konuklar çıkaracak ekranlara…
Düşmanımın düşmanı olanlarda arz-ı endam edecek kiralık sütunlarda.

“Kazanacağız başkanım” diyebilecek yılların sözde deneyimli televizyoncuları, ekran kazası adı altında…
Bir ötekisi kumpas kuracak bir siyasi partinin adayıyla, öteki siyasi partinin adayına…

Patronunun gazetecisi sahibinin vergi borcu için havlayacak cumhuriyet ve Atatürk çığlıklarının ardında, ötekisi kendi patronunun çıkarları için hırlayacak ötekinin patronuna.

Ve bu harala gürele arasında yüksek seçim kurulu tarihe geçecek skandallara imza atacak.

Cumhuriyetin partisi! "Bizde başı örtülü yok" diye sevindirik olacak.

İktidar partisi ve diğer sağcı partiler “cici rejim” marşları söyleyecek, hukuksuzluk karşısında.

Başı örtülülerin sandık kurulu üyesi olması engellenmeyecek sadece, aynı zamanda sandık kurulunda ki görevine gelmediği ve sandık kurulunun görevini yapmasını engellediği için ceza alacak başı örtülü...

Ve bunun sorumluları, bir yasak ihdas ederken hiçbir hukuki düzenlemeye dayanmayacaklar.

Önce bir karar alacaklar: Dostlar alışverişte görsün.
Sonra bu kararı delil tutup sandık kurulları “kamusal alan”, üyelerde “kamusal mal” diyecekler:

YaSaK kardeşim.
Neden?

298 Sayılı yasayı birkaç kez okudum, hani bir tane hukuki temel bulurum diye.
Bunca keyfiyet, bunca hukuksuzluk, bunca haksızlık…

Kim uydurdu “kamusal alan” yalanını…
10. Sezer mi?

“Hizmet alan, hizmet veren” yalanını kim uydurdu peki?


Hiç kimse dininde samimi değil!
Sandık alanı “kamusal alan” ise belediye otobüsleri neden “kamusal alan” değil.

Kamu idareleri “kamusal alan” ise, devletin din-ayet işlerinin camileri neden değil.

Madem “hizmet alan - hizmet veren” yalanına inanıyorsunuz, üniversiteleri “hizmet alan” kızlara neden yasakladınız?

Kendi dininize de, kendi tanrınıza da ihanet ediyorsunuz…
Dininizde samimi iseniz, belediye otobüslerini de, camileri de kamusal alan ilan etmelisiniz!

Ya inandığınız dinde samimi olun…
Ya da…

Cyrano de Bergerac
26.03.2009

Sandık Kurulu Üyeleri Dikkat


26.03.2009

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) 19.03.2009 tarih 2009/8 sayılı genelgeyle sandık kurullarını “kamusal alan” ilan ederek ve sandık kurulu üyelerinin “hizmet veren” konumunda olduğunu belirterek kurul üyelerinin başı örtülü olarak görev yapamayacaklarına hükmetmiştir.
YSK bu kararını herhangi bir yasal düzenlemeye dayandıramadığı için 2007 yılında verdiği münferit bir karara bağlamıştır. Başörtüsü yasağını düzenleyen herhangi bir yasal metin bulunmadığından YSK önce karar alıp, sonra bu karara istinaden genelge yayınlamaktadır. Kurul’un bu kararı seçimin sıhhatli bir şekilde yapılmasından ziyade, ideolojik bir bakış açısının bütün Türkiye’ye dayatılması şeklinde yorumlanmaktadır.
Yüksek Seçim Kurulu’nun genelgesi hukuka uygun olmadığı gibi 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri Ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’a da aykırıdır. Bu kanunun 11, 14, 21, 22, 23, 24 ve 25. maddelerinde yer alan “Sandık Kurullarının Kurulması, Sandık Kurulu Başkanı Seçilmesi, Sandık Kurulu Üyeliklerinin Belirlenmesi, Sandık Kurullarının Görev Süresi ve Adaylar ve Müşahitlerin Belirlenmesi” maddeleri incelendiğinde de görülecektir ki ne müşahit veya üyelerin ne de sandık kurulu başkanları ile üyelerinin seçilmesinde kılık kıyafet şartı aranmaktadır. Üstelik aynı kanunun 26. maddesinde Sandık Kurullarında Görev Alamayacaklar belirtilmiştir. Orada aranan en temel kriter de siyasi partilere üye olamayacak durumda bulunanların sandık kurullarında görev alamayacağı hususudur. Başı örtülü olmanın siyasi partiye üye olmaya engel bir hali olmadığına göre başörtülü kişilerin sandık başlarında görev almalarında da hiçbir engel bulunmamaktadır.
Bununla birlikte seçim takvimine göre sandık kurulları listeleri 26.02.2009 tarihinde kesinleşmiştir. Hukuksuz olsa bile YSK listeler kesinleşmeden önce bu genelgeyi yayınlamış olsa idi, siyasi partiler yeni bir düzenleme yapma hakkına sahip olacaklardı. Oysa YSK seçime on gün kala genelge yayınlayarak seçimler üzerinde soru işaretleri oluşturmuştur. YSK listeler kesinleştikten sonra sandık kurulu listelerinin oluşturulmasına ilişkin genelge yayınlayamaz, yayınladığı genelge ile 298 sayılı kanunun 26. maddesinde belirtilen sandık kurulunda görev alamayacak olanlara ilaveler yapamaz.
Ayrıca yine 298 sayılı yasanın 82/1. maddesinde sandık kurulu başkanının yetkileri sayılmıştır. Buna göre; “Sandık alanında, seçmenin oyunu tam bir serbestlikle ve gizli şekilde kullanmasına veya sandık kurulunun görevini yapmasına engel olmaya kalkışanlara yahut da oy verme işinin yolunda gitmesini aksatanlarla, sandık başı işlemlerinin düzenini bozmaya yeltenenleri başkan uyarır. Bu uyarmayı dinlemeyenleri sandık alanından dışarı çıkartabilir. Bu kimse sandık kurulu üyesi ise, ancak kurul kararı ile çıkartılabilir.” Yani Sandık Kurulu Başkanı veya üyelerden herhangi biri kanuna aykırı olan bu genelgeyi uygulamakta ısrar etseler dahi başı örtülü olan sandık kurulu üyesi dışarı çıkmayacağını belirtmelidir. Başı örtülü sandık kurulu üyesinin dışarı çıkartılabilmesi için kanunda açıkça yazılı olduğu üzere kurul kararı gerekmektedir. Kurul kararından kasıt kurulda bulunan başı örtülü üye haricindeki tüm üyelerin başı örtülü sandık kurulu üyesinin sandık alanından çıkarılması konusunda hemfikir olmasıdır. Böyle bir oybirliği olmaması durumunda zaten bu üyeyi dışarı çıkartmak da mümkün olmayacaktır.
Bu nedenlerle; 29 Mart sabahı sandık kurullarına giden başı örtülü üyeler şu hususlara dikkat etmelidir.
a. YSK’nun genelgesi hiçbir hukuki ve yasal düzenlemeye dayanmamaktadır. Anayasanın amir hükümleri gereğince temel hak ve hürriyetler demokratik bir düzende ancak ve ancak kanunla sınırlandırılabilir. Kanun yapma ve dolayısıyla temel hakların usulüne uygun olarak sınırlandırılması ise yasamaya yani TBMM’ye ait olup yasama dışında herhangi bir kişi, kurum veya kuruluşa bırakılmamıştır. Kanun dışı bu sınırlama anayasanın amir hükmünü ihlal oluşturmaktadır.
b. Sandık başkanı veya kurul üyelerinden birinin başı örtülü üyelerin görev yapmalarını engelleyebilmesi için kurulun oybirliği ile karar alması gerekmektedir. Kurul üyelerinden biri dahi red oyu kullanırsa sandık kurulu başı örtülü üyenin sandık kurulunda görevlendirilmesini engelleyemez.
c. Anayasanın 137. maddesi suç teşkil eden hiçbir emrin yerine getirilemeyeceğine ve emri yerine getirenin sorumluluktan kurtulamayacağına hükmetmektedir. Sandık kurullarında bu hükme dikkat çekilmeli ve sandık kurulu başkanı ve üyelerinin bu madde hükmüne göre suç işledikleri ve yargı önünde hesap verecekleri hatırlatılmalıdır. Bu nedenle:
ç. Sandık Kurulu başkanı ve üyeleri, hukuksuzluğu uygulama hususunda ısrarcı olur da başı örtülü üyenin sandık kurulu üyeliğini engellerse ekte bulunan tutanak tutulmalı ve şahitlerle birlikte imza altına alınmalıdır. Ayrıca hem sandık kurulu başkanına hem de diğer sandık kurulu üyelerine yaptıklarının suç olduğu hatırlatılarak haklarında suç duyurusunda bulunulacağı hatırlatılmalıdır.
d. Tutulan bu tutanak ile seçim gününü takiben sandık kurulu başkanı ve üyeleri hakkında savcılıklara suç duyurusunda bulunulmalıdır. Ayrıca bu tutanaklar iç hukuk yolları tüketildikten sonra AİHM’de seçimlerin iptaline kadar gidecek bir sürecin parçası da olabilecektir.
e. Mazlumder Ankara Şubesi 29 Mart günü 07:00- 19:00 saatleri arasında sandık kurullarında haksızlığa uğrayan sandık kurulu üyelerine hukuki destek sağlayacak ve tespit çalışması yaparak, bu haksızlığa sebep olanlar hakkında suç duyurularında bulunacaktır.
—Hukuki yardım için başvuru telefonumuz: 0 312 435 77 95
—Soru ve yardım için elektronik posta adresimiz: ankaramazlumder@gmail.com
YSK; ideolojik bir yaklaşımla hazırlandığı intibaı oluşturan bu genelgeden geri adım atarak seçimlerin yurt sathında sorunsuz olarak yapılmasını ve seçimler üzerinde şaibe oluşturulmamasını tesis edebilir. Aksi halde oluşabilecek her tatsızlıktan Yüksek Seçim Kurulu bizzat sorumlu olacaktır.
Üstün BOL
Ankara Şube Başkanı


TUTANAK

…………………………Sandık kurulu üyesiyim. 298 Sayılı yasada sandık kurulu üyesi olamayacağıma dair herhangi bir hüküm bulunmamasına ve sandık kurulu üyeliğim Yüksek Seçim Kurulu tarafından kabul edilmiş olmasına rağmen, 29 Mart 2009 günü saat………’de sandık kurulu başkanı ve diğer üyeler tarafından zorla sandık kurulundan uzaklaştırıldım ve sandık kurulunda görev yapmam görevlilerce engellendi.
İş bu tutanak sandık mahallinde ve şahitler önünde hazırlanarak imza edilmiştir.


Sandık Kurulu Başkanı Kurul Üyesi Kurul Üyesi Kurul Üyesi
İsim
Adres
İletişim bilg.


Kurul Üyesi Şahit Şahit Şahit
İsim
Adres
İletişim bilg.

22 Mart 2009 Pazar

Müslüman Sağ (2)




Demiştik ki;
Müslüman ve sol kavramlarının birbirinin karşıtı olduğu savından yola çıkılarak ortaya kondu “Müslüman-sol” girişimi…
Oysa hiç kimsenin aklına Müslüman ve sağ kelimelerinin kardeş olamayacağı gelmiyordu!
Bu yanlış kardeşlik algısı sadece cumhuriyet tarihinde değil yüzlerce yıllık bir birikimle bugünlere tevarüs etti.

“Müslüman-Sol” ikilemesinden önce belkide “Müslüman-Sağ” ikilemesi irdelenmeli ve Müslüman ve sağ kavramlarının birbirinin aynısı olmadığı konuşulmalıydı.


Bugüne kadar sağ ve sol kavramlarına bu satırlarda karşı çıktık.
Çünkü tanımlanmış bir alan olarak kabul ettiğimiz sağ ve sol daha önceden dokunmuş kabulleri barındırıyordu.

Hatta daha da ileri gittik ve bir “kimlik” sahibi olanların kendilerine “sağcı”, “solcu” diyemeyeceğini söyledik.
Kimliksiz olanların sığınabileceği bir limandır dedik sağ ve sol için.

Zira var oluşunu bir kimlikle onurlandırabilenlerin sağcı-solcu gibi uyduruk kavramlara ihtiyaç duyamayacağını belirttik.
Bir Sosyalistin, bir İslamcının, bir Ülkücünün, bir Marksistin kendisini sağcı-solcu olarak tanımlaması inanılmaz bir kafa karışıklığıdır dedik.

Çünkü sağ-sol denklemi sokaktaki insan için bir değer ifade eder.
Okumuş, yazmış, bir şeylere kafa yormuş, kendisini bir kimlikle tanımlamış birinin bu kelimelere bağlanması ve bir kimlik işareti olarak kullanması henüz ham olduğuna işarettir.

Ancak ne yaparsak yapalım, adına ne dersek diyelim sağ-sol hayatımızda bir vakadır.
Bu vakayı tamamen reddedemeyeceğimize göre yeniden tanımlamak ve şekillendirmek zaruret olabilir.

Nedir sağ, nedir sol?
Bana göre: özgürlüklerle siyasi otorite veya devlet arasında tercih yapması gerektiğinde özgürlükleri tercih eden solcu, devleti veya siyasi otoriteyi tercih eden sağcıdır.
Bu genel tanımdan sonra bir İslamcı kolaylıkla solcu olabilir!
Buna karşın bir Marksist de kolaylıkla sağcı olduğunu keşfedebilir!



Dindarlar sağcı mıdır, dinsizler solcu mudur?

Sokakta kolaylıkla muhafazakâr olarak tanımladığımız kitle, dindarlar sağcı mıdır?
Buna karşılık kamera önlerinde, gazete sütunlarında özgürlük havariliği yapan dinle, din-ayetle ilişkisi karşıtlık esasına dayananlar solcu mudur?

Türkiye’de 50 yıldır sağcılığın kaleleri olan siyasi partiler, sağcıların partileri dindarlık üzerine bir talep taşımamıştır.
Milliyetçi siyasi akımlar içinde Türklerin ata dininin Şamanizm olduğuna inanan küçümsenemeyecek bir grup vardır.
Anavatan, Doğruyol ve benzeri siyasi akımlar bu ülkenin dindarları adına ne tür politikalar geliştirmişlerdir.
O halde dindarlıkla ilişkisi olmayan ancak tercihlerini sürekli devletin çıkarları veya derin merkezlerin korkularından yana kullanan bu kitle için sağcı demek durumundayız.

Bununla birlikte adına solcu dediğimiz partiler sol ideoloji için bugüne kadar ne üretmiştir.
Marksist partiler kitlesel bir akım olamadılar doğru, ama sosyalist bir söylemle yola çıkıp sosyal demokrasinin tatlı sularında keyif yapanlar ne üretti?
Cumhuriyeti kurmakla ve solculuğuyla övünen bu akım devlet mekanizmalarında mal paylaşımı yapmaktan, kadrolaşmaktan, çıkar kardeşliği üretmekten başka ne koydu ortaya.
O halde bu farklı gibi görünen akımları tek potada birleştirebiliriz, “sağcı”.

Ve bu potanın açık ara lideri Deniz Baykal'dır.
CHP’nin, yani sağın vazgeçilmez lideri!
Son seçimlerde gözlemlediğimiz sağ-sol işbirliği de bu söz için elimizi yeterince güçlendirir.

Ne demek istiyorum?
Sağcılar Müslüman değildir mi?
Elbette bu benim boyumu aşar.
Sağcıların Müslüman olmadığını iddia edemem, ancak Müslümanların sağcı olamayacağını söyleyebilirim.
Çünkü dindarların iman ettikleri kitap böyle söylüyor!

Peki, ben kimim, kendimi nasıl tanımlıyorum?
Özgürlüklerle devlet arasında bir tercih yapma denklemine bağlı olarak kendimi solcu olarak tanımlayabilirim.
Ancak; bunca tecavüz edilmiş bir kavram olmasından ve üstelik tecavüzcüsünden razı olan bunca solcu varken bunu kendime bile itiraf etmemeliyim!

Cyrano De Bergerac
22.03.2009

21 Mart 2009 Cumartesi

başı kapalılara, sandık başı'da kapalı




Yüksek Seçim Kurulu T.C. kimlik numarası skandalından sonra ikinci bir skandala imza atarak; sandık kurullarının kamusal alan olduğu ve sandık kurullarında görev alanların “hizmet veren” konumunda bulunduklarına hükmetmiştir.
298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanuna dayalı olarak YSK tarafından 19.03.2009 tarihli 2009/8 sayılı genelge yayınlanmıştır. Bu genelgede YSK nın 29.05.2008 tarihli kararına atıf yapılarak "siyasi partiler tarafından sandık kurullarına üye olarak bildirilen görevlilerin; sandık alanının kamusal alan olması ve sandık kurullarında görev alanların da hizmet veren konumunda bulunmaları nedeniyle, sınırları yasalarla ve yargı kararlarıyla çizilmiş bulunan kılık ve kıyafet ölçülerine, hizmet verme süresince uymaları zorunluluktur. " denilmektedir.
YSK 2007 yılında yapılan referandumda başörtülü olarak sandık kurulu üyeliği yapan bir kurul üyesine yapılan itirazı incelemiş ve itirazı kabul etmiştir.
YSK hem verdiği kararda hem yayınladığı genelgede hukuki değil tamamen keyfi hareket etmektedir. Çünkü seçimlere ilişkin en temel yasa olan 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunda veya seçimlere ilişkin diğer hiçbir kanunda hatta ülkede meri bulunan hiçbir mevzuatta başörtüsü yasak edilmemiştir. Aynı yasanın 21, 22, 23, 24 ve 25. maddelerinde yer alan “Sandık Kurullarının Kurulması, Sandık Kurulu Başkanı Seçilmesi, Sandık Kurulu Üyeliklerinin Belirlenmesi, Sandık Kurullarının Görev Süresi ve Adaylar ve Müşahitlerin Belirlenmesi” maddeleri incelendiğinde de görülecektir ki ne müşahit veya üyelerin ne de sandık kurulu başkanları ile üyelerinin seçilmesinde kılık kıyafet şartı aranmaktadır. Üstelik aynı kanunun 26. maddesinde Sandık Kurullarında Görev Alamayacaklar belirtilmiştir. Orada aranan en temel kriter de siyasi partilere üye olamayacak durumda bulunanların sandık kurullarında görev alamayacağı hususudur. Başı örtülü olmanın siyasi partiye üye olmaya engel bir hali olmadığına göre sandık başlarında görev almalarında da hiçbir engel bulunmamaktadır. Kılık kıyafet özgürlüğü temel hak ve hürriyetlerdendir. Temel hak ve hürriyetlerin de ancak kanunla sınırlanabileceği anayasa hükmüdür. Buna rağmen YSK suç işleyerek çıkarmış olduğu genelge ile insanların en temel haklarından olan kılık kıyafet özgürlüğünü sınırlamaktadır
29 Mart ta yapılacak olan yerel seçimlere 10 gün kala 19 Mart ta yayınlanan bu genelge ile amaçlanan başörtülü kadının elinden seçme ve seçilme hakkını almak olduğu kadar kullanmış oldukları oyların takipçiliğini yapmalarını da engellemektir.
Daha bir hafta önce YSK tarafından TC Kimlik Numarası olmadan oy kullanılamayacağının bildirilmesinden sonra TBMM de bulunan tüm siyasi partiler hep bir ağızdan bunun yanlış olduğunu söylemiş ve tepki göstermiştir. Ancak, aynı siyasi partilerin insanların en temel haklarından birinin gaspı olan bu genelgeye tepki göstermemesi anlaşılır gibi değildir.
Hiç kimse kaynağını hukuktan almadığı bir yetkiyi kullanamaz. Hiçbir yasal ve hukuki dayanağı olmayan "hizmet alan-hizmet veren” ayrımı yaparak, din ve vicdan özgürlüğü, seçme ve seçilme özgürlüğü ve çalışma hakkı gibi temel hakların ihlal edilmesi kabul edilemez. YSK tarafından militarist bir girişim içinde bulunularak yapılan ve hiçbir hukuki alt yapısı bulunmadan yayınlanan genelgenin yürütmesinin durdurulması ve iptali için Danıştay’a müracaat edeceğiz.
Mazlumder Ankara şubesi 29 Mart günü sandık kurullarında başörtülülere yönelik işlenebilecek hak ihlallerine karşı hukuki yardım yapabilmek için açık olacaktır. Kurul üyeleri telefonla hukuki yardım alabilecekleri gibi, başı örtülü olarak görev yapmalarının engellenmesi durumunda olay anında tutanakla durumu tespit edip, sandık kurulu başkanı, üyeleri ve YSK başkanı hakkında dava açabileceklerdir.
mazlumder ankara şubesi

20 Mart 2009 Cuma

DARBECİ NTV!


NTV’de 18.03.2009 tarihinde yayınlanan “Seçim Otobüsü” programında alenen darbe çağrısı yapılmıştır. Seçimin nabzını tutmak adına belediye otobüsü kılıfına sokulmuş program aracında provakatif yayınlar yapılmaktadır.
Çoğunluğu öğrencilerden oluşan, hayat ve yakın siyasi tarih bilgilerinin zayıf olduğu gözlenen kişilerin “Dini siyasete alet ettiler, bu parti kapatılsın”, “Ben darbe taraftarıyım, birçok şeyin resetlenmesi lazım, darbeyle birçok kişiye gözdağı verilmesi lazım”, “Bu ülkeyi koruyacak tek asker artık”, “Olabilecek tek doğru şey askerin gelmesi”, “En doğrusu askeriyenin gelmesi” şeklindeki sözleri internet kayıtlarında açıkça görülmektedir.
Daha vahim olan ise ilgili televizyon programının canlı yayın değil, bant yayını olmasıdır. Yani televizyonun yayın yönetmeni ve ilgili müdürleri darbe çağrılarını yayınlamama imkanına sahip oldukları halde bilinçli bir şekilde darbe çığırtkanlığı yapmıştır. “Canlı yayın kazası” denilerek geçiştirilemeyecek ve “özür dileriz” ile kapatılamayacak olan bu ayıp, televizyonculuk tarihinin kara sayfalarına eklenmiş ve sorumluları da “darbeci” sıfatını hakkıyla üstlenmişlerdir.
Darbe yapmak ne kadar suç ise darbe çağrısı yapmak, darbeyi savunmak, darbe ile ilgili imada bulunmak da suçtur. Türkiye bir hukuk devleti ise darbe çağrısı yapan ve darbe çağrısının yapılmasına zemin oluşturanlar hakkında yargı organları ve RTÜK gerekli işlemleri başlatmalıdır.
NTV’nin sahibi ve yöneticileri darbe çığırtkanlığını silik bir “özür”le geçiştiremez. Darbe yanlısı olmadıklarını söz konusu eylemin sahipleri / sorumluları hakkında gerekli müeyyideyi uygulayarak ispat edebilirler. Aksi halde NTV tarih ve sivil toplum önünde “darbe yanlısı”, antidemokratik bir düzen ve militer faşizm arzulayan bir kurum olarak anılacaktır.
Bu nedenle NTV yöneticileri hakkında suç duyurusunda bulunuyor, savcıları göreve davet ediyoruz.
Yapılan yayınlar aynı zamanda RTÜK kanununa aykırı olduğundan adı anılan televizyon kanalı hakkında cezai işlemlerin başlatılması amacıyla bugün RTÜK nezdinde de gerekli girişimlerde bulunuyoruz.

Üstün BOL
Ankara Şube Başkanı






ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA

MÜŞTEKİ :İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışa Derneği Ankara Şubesi adına Başkan Yardımcısı Av.Celal KARA
ŞÜPHELİLER : 1 – Ferit F. ŞAHENK – Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı
2 - Erman YERDELEN – Doğuş Holding Medya Grubu Başkanı
3 – NTV Televizyonu Yetkilileri
4 – Seçim Otobüsü Programının Yapımcısı ve sunucuları.
5 – Programda konuşma yapan ancak isimleri tarafımızca bilinmeyen üç kişi.
SUÇLAR : 1- Anayasayı İhlal (TCK m.309)
2- Yasama organına karşı suç (TCK m.311)
3- Hükümete karşı suç (TCK m.312)
4 – Askerleri itaatsizliğe teşvik (TCK m.319)
OLAYLAR :
1- Ulusal ve uluslar arası yayın yapan NTV adlı televizyon kuruluşunun 18 Mart 2009 tarihinde saat 12.00-13.00 arasında yayınlanan “Seçim Otobüsü” aldı programında üç kişinin “darbe çağrısı” yayınlanmıştır.
2- NTV’nin yerel seçimin nabzını tutmak için yayına soktuğu “Seçim Otobüsü” adlı programın dün yayımlanan bölümünde darbe çağrısı yapılmış ve askerler açıkça kanunlara itaatsizliğe çağrılmış ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile TBMM ye elkonulması talebinde bulunulmuştur. Program canlı yayınlanmamasına rağmen NTV Televizyonu yetkilileri de bu talepleri tüm izleyenlerine duyurma yolunu seçmiştir.
3- Programa katılan üç kişiden biri olan erken şahıs aynen “Ben darbe taraftarıyım, Darbe ile tamamen gözdağı verilmesi lazım, bu ülkeyi koruyacak tek kişi askerdir....” şeklinde beyanlarda bulunmuştur. BU şahsın yapmış olduğu beyanatların tamamı suç teşkil etmektedir. Yargilanip cezalandirilmasi gerekmektedir. Yine programa katılan ancak isimleri bildirilmeyen diğer şahıslarda aynen “Darbe yapılması gerek.En doğrusu askerin gelmesi, geriye bile gitsek en mantıklısı bu...” şeklinde konuşmuşlardır. Her üç şahsın söylemiş olduğu sözler ile Askerleri itaatsizliğe sevkederek millet tarafından seçilen TBMM nin ve hükümetin etkisizleştirilmesi talep edilmekte ve Anayasanın ihlal edilmesi istenmektedir.
4- Türk Ceza Kanunun 309. maddesi “Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü.... düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar ” şeklindedir. Yine Türk Ceza Kanunun 311. maddesi, yasama organına karşı suç başlığında “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini...nin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs edenler …. cezalandırılırlar.” şeklindedir. Yine Türk Ceza kanunun 312. maddesi “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ….verilir.” Şüpheliler, Anayasa’da; Egemenliğin kullanılmasının hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı hususu ve hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı hükmüne karşı çıkarak askerlerin darbe yapmasını ve TBMM yi ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırıarak askerlerin yönetime gelmesini talep ettiklerinden suç işlemişlerdir.
5- Aynı şekilde yukarıda belirtilen ve suç teşkil eden söylemleri dile getiren şahısların bu şekilde beyanlarda bulunmasına sebep olan ve onların bu beyanlarını övücü biçimde yayın gerçekleştiren NTV Televizyonu sahipleri ile yayıncı ve yapımcıları da bu suçlara ortak olmuşlardır.
6- NTV Televizyonu sahipleri, yayıncı ve yapımcıları bu suçları kendileri de işlemiş olmaktadırlar. Çünkü yapılan yayın canlı da değildir. Kendileri tarafından önceden çekilen bu yayını 18.03.2009 tarihinde banttan yayınlayarak bilerek ve kasten suça ortak olmuşlardır. Suçu ve suçluları övücü yayın yapmışlardır. Övücü diyoruz çünkü olay bir canlı yayın kazası şeklinde olmamıştır. Yapılan yayın banttan verilmiştir. Yani NTV Televizyonu sahipleri ile yayın ve yapımcılarının suç teşkil eden bu söylemleri bilerek ve isteyerek kasten yayınlamışlardır. Bu nedenlerle NTV Televizyonu sahipleri ve yayın ve yapımcıları da yukarıda belirtilen suçlardan dolayı yargılanmak ve cezalandırılmak zorundadırlar.
7- Tüm bu izahlarımız sonucunda şüpheliler kısmında belirttiğimiz ve sayın savcılığınızca yapılacak araştırmalar neticesinde belirlenecek diğer şüpheliler hakkında işbu şikayeti yapma zarureti hasıl olmuştur.

DELİLLER : http://aktifhaber.com/news_detail.php?id=213220, http://www.haber7.com/haber/20090318/NTV-ekranindan-darbe-cagrisiVIDEO.php
ve sair tüm deliller.
SONUÇ VE İSTEK : Yukarıdan beri izah ettiğimiz sebeplerden dolayı; Şüpheliler hakkında askerleri itaatsizliğe teşvik ederek T.C.Hükümetini ve TBMM ni ortadan kaldırmaya yönelik çaba içinde bulunmaları ve savcılığınızca değerlendirilecek diğer cezai hususlar yönünden gerekli soruşturmanın yapılarak kamu davası açılması ve cezalandırılmalarını talep ederim. 20.03.2009

İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin
Dayanışma Derneği Ankara Şubesi
Başkan Yardımcısı
Av. Celal KARA






RADYO VE TELEVİZYON ÜST KURULU BAŞKANLIĞI’NA
ANKARA


MÜŞTEKİ : İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği
Ankara Şubesi Adına Üstün BOL

ŞİKAYET OLUNAN : NTV Televizyon Kanalı

ŞİKAYET SEBEPLERİ

1. 18.03.2009 tarihinde saat 12.00-13.00 arasında NTV adlı televizyon kanalında yayınlanan “Seçim Otobüsü” adlı programda TCK’nun 309, 311, 312 ve 319. maddelerine aykırılık teşkil edecek şekilde sözler söylenmiştir. Program sunucusunun görüşlerini almak için mikrofon uzattığı şahıslardan üç tanesi aynen “Ben darbe taraftarıyım”, “Darbe ile tamamen gözdağı olması lazım”, “Bu ülkeyi koruyacak tek kişi asker”, “En doğrusu askerin gelmesi geriye bile gitsek en mantıklısı bu” şeklinde sözler söylemişlerdir.
2. Bu sözler canlı yayınlanan bir programda söylenmiş olsaydı canlı yayın kazası şeklinde düşünülebilirdi. Ancak NTV Televizyonu yetkilileri yapılan bu programı banttan vermişlerdir. Yani herhangi bir kaza falan değil ortada kasten yapılan bir yayın vardır. NTV Televizyonu yetkilileri içeriği suç teşkil eden bir yayını kasten yayınlayarak suça ortak olmuşlardır.
3. 3984 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun Yayın İlkeleri Başlıklı 4. Maddesinde yayınların hukukun üstünlüğüne, Anayasanın genel ilkelerine.... uygun olarak yapılacağı belirtilmiştir. Oysa NTV adlı televizyonun yetkilileri Anayasanın 6. Maddesinde yerini bulan “egemenliğin millete ait olduğu” hükmünü, yine 7. Maddesinde yer alan “Yasama yetkisi TBMM ye aittir, başkasına devredilemez” hükmünü ve 8. Maddesinde yer alan “Yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna aittir” hükmünü ihlal ederek hem egemenliğin hem de yasama ve yürütme yetkisinin askerler tarafından yerine getirilmesini yani millet tarafından işbaşına getirilen meclisin ve hükümetin yerine silahlı bir askeri darbe yapılarak askerlerin getirilmesi gerektiğini dile getirmiş olmaktadırlar.
4. RTÜK yasasının 34. Maddesine göre Anayasanın koyduğu genel ilkelere ve TCK ya göre açıkça suç teşkil eden yayınları yapanların cezalandırılması gerektiğini belirtmektedir. Bu nedenlerle de NTV adlı televizyon yetkilileri hakkında gerekli cezai işlemlerin yapılması amacıyla işbu şikayet dilekçesini yapma gereği hasıl olmuştur.


SONUÇ : Yukarıdan beri izah ettiğimiz nedenlerle; NTV Televizyonu yetkililerinin Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun 4. Ve 34. Maddesi ile TCK nun 309,311,312 ve 319. Maddelerine aykırı yayınlarından dolayı cezalandırılmasını talep ediyoruz. 20.03.2009

İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin
Dayanışma Derneği (MAZLUMDER)
Ankara Şubesi Başkanı
Üstün BOL

15 Mart 2009 Pazar

“Müslüman Sağ” (1)


Yaklaşık ikibuçuk yıl önce Ayhan Bilgen’in daveti üzerine Yeni Siyaset Girişimi, bilindik adıyla “Müslüman Sol” hareketinin toplantısına katılmıştım.

Ayhan Bilgen, Ertuğrul Günay, Mehmet Bekaroğlu, Hayri Kırbaşoğlu…
İlkeli duruşlarıyla tanıdığım insanlardı.
Çok ihtimal vermemiştim ama “acıları kardeş olanların” bu kez ilerleme kaydedebileceğine inanmak istiyordum.

Ankara’da Birlik mahallesinde Ertuğrul Günay’ın çalışma bürosu olarak kullandığı bir binanın zemin katında yaklaşık yüz kişiydik.
En arkalarda oturup kim ne yapıyor izlemeye başladım.

Herkes konuştu, Günay, Bekaroğlu, Bilgen, Kırbaşoğlu…
İtiraf edeyim heyecan verici konuşmalardı.
İktidarın politikasızlığı, en temel konularda ki resmi bakış açısının çözümsüzlükteki katkısı, ekonomik alanda yürütülen beceriksiz politikalar, dış politikanın yanlışları…
Neler konuşuldu neler.

Epey heyecanlı bir dinleyici kitlesi de vardı. Her konuşmacıdan sonra alkış kopuyordu salonda.
Kimlerdi bu dinleyiciler/katılımcılar.

Türkiye’nin değişik illerinden gelmişlerdi.
Konya, Eskişehir, Ankara, Trabzon, Diyarbakır…
Bir kısmı Deniz Baykal’ın hışmına, bir kısmı Rahşan zulmüne uğramıştı.
Bir kısmının AKP adaylığı engellenmişti.

Herkes sistem partilerine ateş püskürüyordu.
Akp satıyordu her şeyi, CHP Deniz Baykal kamburundan, DSP Rahşan faşizminden kurtulmalıydı.
Yeterdi artık, yıllardır sırtlarında taşıdıkları bu adamlardan gına gelmişti.
Kendileri de birilerinin sırtında taşınmak istiyordu!

Şöyle düşünmüştüm…
Bu adamlar/kadınlar-ki hatırı sayılır bir kadın katılımcı vardı- Deniz Baykal’ın, Rahşan Ecevit’in kadrosunda olsalardı yine burada olurlar mıydı?

Haksızlık etmeyeyim, Ayhan Bilgen, Hayri Kırbaşoğlu, Mehmet Bekaroğlu samimi idiler.
Konuşmaları, ortak acılara vurgu yapmaları, seçim sistemine ilişkin eleştirileri, genel başkan diktatörlüğüne dikkat çekmeleri eminim ki içtendi.

Ama aynı içtenliğin orada ki kalabalık tarafından benimsendiğini hiç düşün-e-medim.
Şöyle geliyordu bana: Karşımdakiler parti listelerine girememiş, intikam duygusuyla yanıp tutuşan “kifayetsiz muhteris”lerdi, özgürlük havarileri değil!

Bir süre sonra yanılmadığımı gördüm zaten.
Hayri Kırbaşoğlu heyecanlı bir konuşma yaptı.
Özgürlüklerden, kim olursa olsun özgürlüklerden bahsediyordu.
Etnik özgürlükler, dini özgürlükler, sosyal özgürlükler…

Konuşmanın bir yerinde can alıcı soruyu sordu, Kırbaşoğlu.
-İçinizden başörtüsü yasağının kalkmasını isteyenler el kaldırsın.
Uyuduğum sandalyeden fırladım hemen, çünkü bunu görmeliydim.
Salonun yarısı ellerini kaldırmamıştı, bir kısmı kaldırmakla kaldırmamak arasındaydı…

Ertuğrul Günay tereddütsüz kaldırmıştı, eski tüfek devrimciler içinden de tereddüt etmeyenler vardı.
En büyük fire kadın katılımcılardan geldi.

Belli ki klasik CHP’li, DSP’li histerileri depreşmişti yine…
Daha çok değil beş dakika önce bütün özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılmasından, bunu ancak bu hareketin yapabileceğinden dem vuran insanlar birden bire gerçek kimliklerine büründüler.
Çünkü ezberleri bozulmuştu, buna hazır değildiler.

Üstelik özgürlük deyince akıllarına başörtülüler gelmiyordu.
Doğrusu bu ikiyüzlülüğü gözlemlemek benim için zevk vericiydi…

Toplantıdan ayrıldıktan sonra Ertuğrul Günay’a bir e-mail atarak harekete ilişkin eleştirilerimi dile getirdim.
Ancak o eleştiriler hareketin web sayfasının zulmüne uğradı, Günay daha sonraki konuşmalarımızda yeniden göndermemi istediyse de AKP ile flörtü ayyuka çıktığı için bunu zaman kaybı olarak değerlendirip ciddiye almadım.

Ayhan Bilgen’le ise ayaküstü birkaç kez görüşsek te, ayrıntılı konuşma şansımız olmadı.

Sonra köprünün altından sular aktı.
Ertuğrul Günay bu toplantıdan kısa bir süre sonra o gün kıyasıya eleştirdiği partiden önce milletvekili seçildi, sonra aynı partinin bakanı oldu…

Bekaroğlu ve Bilgen ise aldıkları bu darbe ile daha fazla yola devam edemediler…

***

Sağcılık ve solculuk bilinçaltımızda kodlanmış durumda.
Sağcı dediğimiz zaman namazında niyazında, muhafazakâr insanlar getiriliyor aklımıza…
Solcu dediğimizde ise dinle diyanetle işi olmayan, hatta dinsiz imansız adamlar...

Ve bizler hazır kodlar üzerinden yaşamakta çok mahiriz.

Sol için bu düşünceye malzeme taşıyan yüzlerce taşeron var.
Kimliklerinde; siyasetçi, işadamı, sanatçı, gazeteci...
Bir sürü etiket taşıyorlar…

Ama benim asıl derdim “Müslüman sağ”!
Çünkü bugüne değin sağ’ın Müslümanlığı hiç tartışılmadı…


Cyrano de Bergerac
15.03.2009

8 Mart 2009 Pazar

“Dinime Dahleden Bari Müselman Olsa”




Dün 8 Mart dünya kadınlar günüydü…
Aslında bu yazı dün yayımlanmış olacaktı ama bekleyip kim ne yapıyor görmek istedim.
Bu tür zamanlar ilkokul müsamereleri gibi eğlence gelir bana.
Bir tür profesyonel “acemi sürüsü” doldurur ekranları, gazete sütunlarını…
Bugüne kadar adını bile duymadığımız sözde kadın örgütü sözcüleri kanal kanal gezip beylik sözler eder mesela.
Seçim arefesinde pek kıymetli belediye başkanlarımız göstermelik programlar düzenler…
Bu kez iş o kadar çığırından çıkmıştır ki, Cumhurbaşkanlığı personelinin hanım eşlerine resepsiyon düzenlenmiştir.

Laik hanımlarımızda anıtkabirde kutl(s)amışlardır sevgili güncüklerini…

Merak işte gün boyu televizyon ekranlarında bu sirki takip ettim.
NTV ve CNNTURK kadınlarla, kadın örgütü başkanlarıyla, başarılı iş kadınlarıyla, sporcu kadınlarla doldurmuştu ekranlarını…
Daha muhafazakâr televizyonlar içerik aynı kalmak şartıyla daha light programlarla çıktılar karşımıza.
Laiklikte sınır tanımayan, çağdaş ve laik değerlere bağlı bir kanalımız adet olduğu üzere kadınların siyasetteki yerini tartışmaya açtı mesela.
Tabi geçmişten farklı olarak dinci! Bir iktidarda kadınların nasıl ezildiğinden, ücret eşitsizliğinden, töre cinayetinden, kadınına yönelik şiddetten dem vurarak.
Hanfendiye ve konuklarına inanacak olsak bu gerici iktidar zamanında her şey kötüye gitti.
Kadınlar 7 yıl önce daha az dövülüyordu, kadınlar 7 yıl önce cinsiyet ayrımına tabi değildiler, daha fazla ücret alıyorlardı, töre cinayetlerini hep bu gericiler başlattı…

İlahi Azrail sen beni güldürdün ya…

Sadece bu kadar değildi sirk.
Ünlü bir spor kanalımızda Beşiktaş kulübünden kopartılan başarılı bir yabancı basketbolcu bayan vardı.
Erkek egemen toplum, başarılı yabancı basketbolcuya haksızlık etmişti.
Mağdure olmuştu yabancı bayanımız ne alakaysa…

Bir başka kanalımızda dünya bilmem ne örgütünden bir adamcağız Türkiye’de kadın hakları raporunu okuyordu…
Hep bildiğimiz teraneler…
Dayak, töre, cinsel ayrımcılık, eşitsizlik felan…
Zannedesiniz ki batı dediğimiz ucube, kadına ilişkin bütün sorunları çözmüşte şimdi az gelişmiş bir toplum olarak bizleri terbiye etmeye çalışıyor.

Mesela neden amerikada kadın raporu açıklanmaz bu tür zamanlarda.
Amerikada yılda kaç tecavüz, kaç cinsel istismar, taciz, eşitsizlik, dayak vakası tespit edilmiştir?
Sadece Amerika değil, herhangi bir Avrupa ülkesi seçin kendinize ve bu rakamları birde o ülkelerden izleyin…
Sonucun ne olacağını hepimiz tahmin edebiliriz.
O yüzden asla bu istatistikler yayınlanmayacaktır.

Birde sokak kısmı vardı 8 Mart’ın.
Ankara’da, İstanbul’da TKP’liler, DTPliler, Çağdaş Yaşamcılar eylem yaptılar…
Bunlarda eğlenceliydi.
TKP’li bir kızımız neden orada olduğuna ilişkin bir soruya “güzel bişey”, diye yanıt verdi.
Çünkü orada bulunması politik duruşuyla ilgiliydi, entelektüel birikimiyle ilgili değil!
DTP’li kadınlarda orada politik bir duruş için vardılar.
Çağdaş Yaşamcılar Atatürk cumhuriyetinin içinde bulunduğu tehlikeyi birkez daha duyurmak için gelmişlerdi.
Kadını özne olmaktan çıkarıp nesne haline getiren yine kadınlar…
Kadının nesne olmasından şikayet edenler de yine kadınlar…

Öteki kadınlar, ötekileştirilen kadınlar olacak mıydı bu sözde kadın örgütlerinin gündeminde..
Başörtülü kadınlar mesela…
13 Yıldır üniversitelerden, kamu idarelerden ve hatta özel sektörden tecrit edilen kadınlar kimsenin umurunda olacak mıydı?
Bu 8Mart’ta şaşırtmadı beni.
Tabii ki kadın örgütlerimiz kendisi gibi kadın olanlar için sokaklardaydı.
Tkp’li Kadınlar, Dtp’li kadınlar, Çağdaş Yaşamcı kadınlar için…
Bir ilkel nesnel bakış daha…
Tkp hadi diyelim önemli değil, ne yapsa yeridir.
Etnik siyaset yapmadığını iddia eden “acıların partisi” Dtp için ne ifade eder başörtüsü özgürlüğü…
DTP başörtüsü mitingi yapmadan etnik kimlikler dışında oy alabileceğini düşünüyor mu?
Belki DTP’de CHP’lileşme eğilimindedir.
Küçük olsun, bizim olsun; gerginlik olsun ki yolumuzu bulalım diye…

Yanlış anlaşılmasın, kadın istismarını, ücret eşitsizliğini, dayağı, töre cinayetlerini savunuyor değilim.
Sadece bize ahlak dersi verenlerin ciddi ahlak dersine ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Üstelik batılı barbarlardan ahlak dersi almaya gönüllü ağabeylerimizin, ablalarımızın kendisine gelmelerini istiyorum.
Öteki içinde adalet istemeyen bir yaklaşımın, kendinden başkasını önemsemeyen ve onun haklarını da talep etmeyen bir yaklaşımın hepimizin sonu olacağını düşünüyorum.

İstiyorum ki, bu terbiye ediciler Afganistan’da, Irak’ta, Guantanamo’da, Pakistan’da ve bizim duymadığımız, bilmediğimiz yerlerde tecavüz ettikleri, cinsel istismara uğrattıkları, işkence ettikleri kadınların hesabını vermeden gözümüze gözükmesinler.

Ve istiyorum ki…

Binlerce çocuğu, kadını, yaşlıyı stratejik kaygıları için katlederken bize ahlak dersi satmasınlar.
Mide bulandırıyor çünkü…

Cyrano De Bergerac
8 Mart 2009


fotoğraf: http://etrafta.com/2007/03/09/8-mart-gelini/ adresinden alınmıştır.

4 Mart 2009 Çarşamba

Ulusalcı mısın, Milli Görüşçü müsün?



Bazı şeylerin insan hayatında hiçbir karşılığı yoktur.
Cumhuriyet Hak Partisinden herhangi bir milletvekilinin herhangi bir konuda ne diyeceği hiçbirimizi şaşırtmaz, tıpkı Milliyetçi Hareket Partisinden herhangi bir görevlinin söyleyeceği herhangi bir söze şaşırmayacağımız gibi…
Ama Özgürlük ve Demokrasi partisinden eski adıyla aşkın partisinden biri çıkarda ulusalcı -faşist sözler söylerse orda durursunuz.
Yirmisekiz Şubat’ın şüphesiz en büyük mağduru Milli Görüş hareketi içinde geçerlidir bu…
Uzun uzadıya MNP’den SP’ye gelinen noktayı yazacak değilim…
Kısaca şudur ki Milli Görüş uzun geleneği boyunca statükoyla, kurulu düzenle mücadele etmiştir.
Ancak bu mücadele öyle zannedildiği gibi karşıtlık esasına dayalı bir mücadele değildir.
Milli görüş vatan millet Sakarya tekerlemesinin en uygun yatağı olmuştur hep.
Kıbrıs meselesinde, ermeni meselesinde, kürt meselesinde resmi görüşün vazgeçilmez savunucusudur.
İşin kötü yanı her seferinde savunduğu değerler üzerinden tokatlanmıştır milli görüş…
Soğuk savaş zamanlarında sınırsız destek verdiği militer güçler, ılıman havalarda hep hareketin önünü kesmiş, budamış, bölmüş, tırpanlamıştır.
Darbeler, darbe girişimleri, muhtıralar hep savunulan, korunan kutsal militer güçler tarafından gerçekleştirilmiştir.
Numan beyin genel başkanlığı hareket içerisinde bir değişime tekabül etse de eski kadronun etkinliği gün gibi ortadadır.
Ergenekon soruşturmasında Kurtulmuş’un takındığı ilkeli tavrın parti tavanında ve tabanında karşılık bulduğunu iddia etmek hiç kolay değil.
Hareketin yayın organı operasyonu önceleri teğet geçerken, ilerleyen zamanlarda daha ciddiye aldı, kabul.
Ergenekon karşıtı sağlam yazılarda yayımlandı Milli Gazetede… ama…
Öyle yazılarda vardı ki saç baş yoldurdu.
Bu yazarlardan birisi Hasan Ünal.
22 Temmuz muhtırasının redaktörü olarak adı geçti önce, hem Milli Gazete’de, hem Yeniçağ’da yazı yazan ender kalem sahiplerinden biri oldu…
Redaktör iddialarından sonra genelkurmaya girip çıktığını, akademisyen kimliğiyle genelkurmayda brifingler verdiğini de itiraf etti, Milli Gazete yazarı.
Ergenekona ilişkin en ciddi sulandırma hareketini yürüttü.
Doğrudan ergenekona karşı olmayan ama arada “ABD varsa…” diye söze girerek operasyonu tabanda illegal kılmaya yönelik yazılar yazdı.
Şöyle diyordu HasanÜnal bir yazısında:
“Gözaltı dalgalarından epeyce memnun kesimden gelen açıklamalar, soruşturmanın arkasında dış güçler olabileceği yönündeki kanaati kuvvetlendiriyor. Geçenlerde Hürriyet yazarlarından birisinin köşesinde de konu olduğu gibi, bir akademisyen son gözaltı dalgasının hükümetten ziyade küresel dinamiklerin etkisiyle yapıldığını söylemiş. Ona göre küresel bir irade ortaya çıkmış ve böyle olmuş.
Ama aynı gazetecinin esas anlattığı bir husus var ki, bizce, bütün röportajın en önemli tarafını oluşturuyor. Bu işte Amerika esas rolü oynamış ve anlaşıldığı kadarıyla oynamaya devam ediyormuş. Dosyaların bile ABD'den geldiğini düşünüyormuş. Operasyonun kendi gücümüzle yürütülmekte olduğunu zannetmiyormuş. Bu gazeteciye göre Avrupa Birliği'nin ve Amerika'nın Türkiye'nin demokratikleşmesinde büyük menfaatleri varmış...
Aynı varsayımdan hareket edecek olursak, şimdilerde rahatsız olacakları o kadar hadise var ki... Gazze katliamları üzerine milletimizin her kesiminin gösterdiği asil tepkilerin İsrail ve Amerika'yı rahatsız etmemesi düşünülebilir mi? Ayrıca Kıbrıs konusunda sona doğru mu yaklaşılıyor ve bu tartışmalarla ve muhtemel yeni gözaltılarla Kıbrıs konusunda milletin göstereceği tepkinin şimdiden önü mü alınıyor? İşin içinde ABD varsa... Ne dersiniz? (İşin İçinde ABD Varsa- 13.01.2009- Hasan Ünal Milli Gazete”
Şıracının şahidi hürriyet yazarı!
Muhtemelki Ergenekon operasyonunun arkasında küresel güçler de var.
AKP iktidarının devlet içi çeteleşmeye karşı bu kadar dirençli bir operasyona cesaret edebileceğini sanmam.
Hatta bana kalırsa Tayyip beyin elinde olsa operasyon çoktan sona ermiş, üzeri kapatılmıştı. 28 Şubat darbesini ABD ve yerli işbirlikçilerinin planlayıp uyguladığını düşününce dün kan kardeşi olanların bugün nasıl kan davalısı olduklarını da sorgulamak gerekiyor.
Dün tapındıkları ABD, onlar için bugün tükaka.
Bir başka yazıda ise:
“Ümraniye soruşturmasının arka planında Amerika olduğuna dair bilgiler artıyor. Bu konuda açıklama yapanların soruşturmaya, gözaltılara ve tutuklamalara alkış tutan taraftarı olmaları fevkalade önemli. Son açıklama ve yorumları yapanların söyledikleri, sanki çok 'özel' bilgilere sahip olduklarına işaret ediyor.
Salı günü bu köşede ele aldığımız bu değerlendirmelere son iki günde yeni unsurlar eklenmeye başladı.
Buna göre Amerika'nın özellikle rahatsız olduğu emekli genelkurmay başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu imiş.
Sebebi de Kıvrıkoğlu'nun, kendi döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin rotasını Amerika'dan bağımsız hale getirmesiymiş.
O dönemde Amerikan Silahlı Kuvvetleri'nde görev yapmakta olan ve bir kısmı da Türkiye uzmanı sıfatını taşıyan personelin çeşitli dergilerde Kıvrıkoğlu'nun başındaki Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Amerika'nın Ortadoğu'daki kirli projelerine destek olmayacak kadar bağımsız hareket etme eğiliminde olduğuna dair yazılar yazdıklarını da biliyoruz.
Meğerse o yazılar tesadüf değilmiş ve uzman birilerinin kendi başlarına yazdıkları değerlendirmeler hiç değilmiş.
Kıvrıkoğlu'nun o dönemde Türkiye'nin PKK ile mücadelesini askeri alanda başarıyla sonuçlandırdığını; PKK'ya yardım ve destekte ısrar eden Hafız Esat yönetimini Ekim 1998 kriziyle devre dışı bıraktığını; Abdullah Öcalan'dan dolayı Yunanistan'ı epeyce sıkıştırdığını ve daha 1997 Ocak ayında Rumların Rusya Federasyonu'na sipariş vermeleriyle başlayan S-300 krizini çok başarılı bir şekilde yürüttüğünü ve takındığı kararlı tutumla bu füzelerin Kıbrıs'a yerleştirilmesine izin vermediğini de biliyoruz.
Demek ki bütün bunlardan dolayı Amerika çok rahatsız olmuş ve şimdi bu son soruşturma ile intikam alıyor.
Eğer bunlar doğruysa veya bunların binde birinde doğruluk varsa, o zaman Türkiye'deki rejime demokrasi demek epeyce zordur.
Ayrıca bütün bunlar doğruysa, soruşturmanın iki ana amaca hizmet eder hale getirildiğini söylemek mümkündür.
ABD intikam mı alıyor?,15 Ocak 2009 Milli Gazete, Hasan Ünal”
Hasan Ünal hani bu günlerde telefon görüşmeleri dinlemeyle net’e düşen eski Genelkurmay başkanından bahsediyor.
ABD hoşlanmıyormuş Kıvrıkoğlu’ndan…
PKK ile mücadele sosu katılmış, ulusalcılığı kutsayan, statükoyu yücelten bu yazı ortalıkta dolaşan dinleme kayıtları ile daha da anlamlı hale geliyor.
Yazar diyor ki, ABD’nin hedefi haline geldi ise Kıvrıkoğlu’nu kutsamalıyız!
Darbe yapmak istediyse vatan sevgisinden yapmıştır!
Ve ister istemez akıllara başka sorular da geliyor.
Hasan Ünal 22 Temmuzdan önce de mesela 28 Şubatta Kıvrıkoğlu ile görüşmüş müdür?
O dönemde de muhtıra/darbe redakte etmiş midir?
Bir akademiysen! Olarak 28 Şubat darbesinde görev almış mıdır?

Bu kadarla bitmiyor.
Milli Gazete’nin bir başka yazarı da ulusalcılara methiyeler diziyor.
Rıfat Ilgaz’ın eşi Afet Ilgaz belki sadece duygusal bir refleksle Banu AVAR’ı sahipleniyor. Üstelik aynı yazıyı birkaç ay arayla tekrar yayınlayarak.
Operasyonlar sırasında emekli paşalara uygulanan tavrı eleştiriyor ve gözlerinin dolduğundan, vatana millete bunca emeği geçmiş emekli paşaların bu muameleyi hak etmediklerini söylüyor.
Afet Ilgaz’ın yazılarında da ortak bir ABD vurgusu göze çarpıyor:
“Şu son gözaltına almalarda sık sık "28 Şubat'ın rövanşı alınıyor" yorumlarını dinliyorum. Bu, yanlış bir değerlendirmedir. 28 Şubat'ın düğmesine Fransız Mason locasında basıldığına dair çarşaf çarşaf mektuplar yayınlamıştı." İktidar Müslümanlara hoş görünmek için şöyle bir kanaat uyandırıyorsa, bu bir yanlış bilgilendirmeden başka bir şey değildir. Bugün yapılanları Erbakan Başbakanken yapıldığını tasavvur edebiliyor musunuz? Erbakan orduya Cumhuriyete ve yasalara çok saygılı bir devlet adamıydı. Bu devlet adamı olma vasfının altını çiziyorum. Türkiyeyi böyle ikiye bölmek bir yana, AKP iktidar olunca:
"Artık sağcı solcu yok, millî gayri milli vardır" tesbitini yaparak Türkiye'yi doğru bir çizgide birleştirmek isteyen bir devlet adamıydı. Bu gözaltına almalarda General Çevik Bir'in niye adı geçmiyor? Asıl "balans ayarı yapan" o değil miydi? Ayrıca o ve Tayyip Bey, ABD'de Yahudi ödüllerinden sanırım ADL ya da Jinsa ödülünü almamışlar mıydı?
Başlığa dönersek, her taşın altından ve her hadisenin altından İsrail'in ve ABD'nin çıktığını düşünür hatta buna bir de AB ilave ederseniz, Türkiye'nin ve İslâm aleminin yaşadığı faciayı biraz anlamlandırabilirsiniz. Hangi hadiseyi kaldırsan, altından İsrail ve ABD çıkıyor11.01.2009 Milli Gazete”
“Erhan Göksel'in gözaltına alınmasına herkes çok şaşırdıydı. Neyse, bu konuda epey bir şeyler yazıldı. Yazılmıyan bir şey var ki, o da bazı konuşmalardan dinlediğim ve bazı yazarlardan okuduğum, ifadesini verirken kendisini ağlatan şu sözlerdi:
"Ben nisan ayında Türkiyemizin başına gelecek olaylara dikkat çekmeye çalıştım. Seçimlerden sonra bölge belediye başkanları bazı bölge milletvekilleriyle birlikte Barzani'nin desteği ile BM'ye müracaat edecekler. ABD ve AB'nin desteğini alarak BM'den barış gücü askeri talep edecekler. Ve ne yazık ki Türkiye aleyhine karar çıkartacaklar. Bunlara dikkat çekmek, ülkemin bölünmesini engellemek için konuşuyorum. Bunun için araştırma yapıp yazıyorum. Ama bana çete (Ergenekon) suçundan gözaltına alınmak reva görüldü. Artık bu işleri bırakıyorum. Evimde sessiz sedasız oturacağım."
İşte, millî değerleri savunanları böyle etkisizleştirmeye çalışıyorlar ama merak etmeyin, bu ülkeyi koruyan maddi ve manevi kuvvetler var. Onları yıldıracak bir iktidar gücü de yok! 28. Şubat.2009 Milli Gazete”
Tüm bunların üzerine bir televizyon kanalında SP Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Veysel CANDAN’ın sözleri ekleniyor. Bir süre sonra yaptığı açıklama ile haberi yalanlıyor ve diyor ki:
“28 Şubat’ın en büyük mağdurunun bizim partimiz olduğunu, Ergenekon soruşturmasının sonuna kadar sürdürülmesini, ancak bu soruşturma esnasında hukuka uygun davranılmasını, kendimize yapılacak haksızlığa karşı çıkarken başkasına yapılan haksızlığa da karış çıkmamız gerektiğini, bu çerçevede insanların hakkında dava açılmadan ve iddianame hazırlanmadan aylarca tutuklu kalmasının haklı gerekçeleri bile haksız kılabileceğini, gündüz vakti bulunabilecek insanların gece yarısında gözaltına alınmasının pek hoş bir durum olmadığını ancak ortada hukuksuz bir yapılanma varsa bununda sonuna kadar soruşturulması gerektiğini düşünüyoruz.”
Ne yalan söyleyeyim bu açıklama beni kesmedi. Sayın Candan delillerin karartılması tehlikesini göz önüne almalıydı. Ortalığa bırakılan mermilerin, el bombalarının mantar gibi şehrin heryerinde bulunan cephaneliklerin “evimizde yakalatmayalım” kaygısından olduğunu bilmeyenimiz var mı?
O halde emekli paşa da olsalar, yazar, düşünür patron siyasi kim olursa olsunlar cumhuriyet tarihinin en önemli davasında zihinlere şüphe düşürecek açıklamalardan kaçınmak gerekmez mi?
Üstelik 28 Şubatın şüphesiz en büyük mağdurlarının bu konuda daha dikkatli olmaları gerekmez mi?
Numan Kurtulmuş’un işi gerçekten çok zor.
Bir yanda akademisyen kılığında ulusalcı ve derin bağlantıları göze çarpan bir yazar, diğer yanda edebiyatcı kimliğiyle duygusal yazılar kaleme alan bir başkası ve son olarakda dilinin kurbanı bir başkan adayı…
Artık bu can alıcı soruyu sormanın vakti geldi: Ulusalcı/ergenekoncu musunuz, Milli Görüşçü müsünüz?

cyrano de bergerac

2 Mart 2009 Pazartesi

bir güzel adam: Fikret Başkaya...





ENGİN DİNÇ'in haberi

28 Şubat post-modern bir darbe olarak niteleniyor. 28 Şubat’ı diğer darbelerden ayıran özellikleri nelerdir? 28 Şubat’ta post modern darbeyi gerçekleştiren askerin hedefinin
ne olduğunu düşünüyorsunuz?

‘Post-modern darbe’ dendiği zaman sanki ‘farklı’ birşeymiş, tam darbe değilmiş gibi bir izlenim ortaya çıkıyor. Bu bilinçli olarak yapılan ideolojik manipülasyondan başka birşey değil. Ya darbedir ya da değildir. Darbe demek iktidardaki veya iktidar olduğu varsayılan bir hükümeti devirmek, yerine yenisini ikâme etmekse ki, öyledir 28 Şubat darbesi de diğerleri gibi bir darbeydi. Önemli olan müdahalenin kendisidir. Darbelerin modalitesi değişebilir. Mesela 1960 darbesi 1971’dekinden, 1980 darbesi de her ikisinden farklıydı. Kavramların, kelimelerin önüne gelen ‘niteleme sıfatlarına’ ihtiyatla yaklaşmak gerekir, zira kelimelerin, kavramların önüne konulan sıfatlar, ekseri ideolojik bulanıklık yaratma, kafaları karıştırma işlevi görüyor. Netice itibariyle ‘post-modern darbe’ denilen de öyle bir şey. Darbenin ‘hedefine’ gelince, her zamanki hedef ne ise 28 Şubatınki de aynı: “Ayak takımını” iktidardan uzak tutmak. “Memleketin sahipleri” statülerinin, ayrıcalıklarının tehlikede olduğunu düşündüklerinde bir darbe tezgahlayarak, “burası bizden sorulur’ demek istiyorlar. Bu vesileyle unutulmaması gereken birşey var TC’nin niteliği göz önüne alındığında, Türkiye’de darbeler istisna değil, kuraldır. Başka türlü ifade etmek gerekirse, darbeler sisteme içkindir, yani onda mündemiçtir…

TÜRKİYE’DE SİYASİ PARTİLER GERÇEK İKTİDAR ODAĞININ TAŞERONU

28 Şubat’ın politik İslamı temsil eden Refah Partisi’ne karşı ve diğer İslami kuruluş ve örgütlenmelere karşı yapıldığı biliniyor. Sizce Refah Partisi o dönemde rejim için gerçekten tehdit oluşturuyor muydu? Türkiye’deki düzenin İslamileşmesinden söz edilebilir miydi?

Aslında Türkiye’de rejimin niteliği hakkındaki genel ‘kabul’, resmi ideolojinin ürettiği versiyona dayanıyor. Oysa rejimin niteliği hakkında resmi tarih ve resmi ideoloji dışı bir kavrayışa ihtiyaç var. İkinci bir sorun da, siyasi partilerin durumuyla ilgili. Türkiye’deki siyasi partiler benim asıl devlet partisi dediğim gerçek iktidar odağının taşeronlarından başka birşey değil ya da söz konusu olan muvazaa partileridir. Dolayısıyla Refah Partisi’nin önünü açanla, onu bir darbeyle hükümet olmaktan çıkaran aynı odak. Elbette işin içine genel oy, genel seçim, vb. girince durum karmaşıklaşıyor. Bu güne kadar yapılan darbelere ve sayısız askerî müdahalelere bakarsanız, söylediğim daha iyi anlaşılır. Asıl devlet partisi kendi konumunun takviye edilmesine karar verdiği anda, gerekçe bulması zor değildir ve buluyor. Elbette bunu söylerken akıllarına her geldiğinde darbe yapıyorlar, yapabilirler demek istemiyorum. Darbe için uygun bir iç ve dış konjonktürün de oluşması gerekiyor elbette ama ‘asıl devlet partisi’ müdahaleyi sadece ordu aracılığıyla hükümeti değiştirmek şeklinde yapmıyor. Hem ordu hem de asıl devlet partisinin iktidar araçları olan kurumlar aracılığıyla da yapıyor. Dolayısıya müdahale sürekli yapılıyor. Ordu tarafından yapılan her uyarı, her bildiri, her demeç bir müdahaledir. Oysa, Karayolları Genel Müdürlüğü ne konumdaysa, ordunun da öyle olması gerekirdi. Tipik bir burjuva demokrasisinde öyledir. Elbette Politik İslam da hükümet olmak istiyor [iktidar olamaz, hiçbiri olamaz] , o da diğer siyasi partiler gibi bütçeyi ve hazineyi yağmalamak istiyor. Ama asıl amaç sanki İslâmi bir rejim kurmakmış gibi sunuluyor. AKP yedi yıldır hükümet, kayda değer bir değişiklik var mı? Biri hükümet olmak için milliyetçiliği, diğeri laikliği, bir başkası dini ideolojik manipülasyon amacıyla kullanıyor… Aralarında bir fark var mı? Oyunu kurallarına göre oynayan birini oyun devam ederken devre dışı bırakmak ayıp ve haksızdır. Aslında bu kitleye saygısızlıktır. Halkın yanlış yapmasından korkunun ifadesidir. Halkın yanlış veya doğru yaptığının kriteri nedir? Neden halkın yaptığı yanlışı düzeltmesine izin verilmiyor? Onmilyonlarca insanın tercihini yok sayıyorsanız o zaman seçimlerin bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Bu memleketin sahiplerinin halka bakışının sakatlığıyla ilgili birşeydir.

DİSK’İN GERÇEK YÜZÜ 28 ŞUBAT’TA ORTAYA ÇIKTI

Özal iktidarıyla birlikte özellikle ‘Anadolu Sermayesi’ olarak adlandırılan yeni bir sermaye sınıfı doğdu. Sermayenin yeniden şekillenmesinin 28 Şubat’ın darbe koşullarının oluşmasına etkisi nedir?

Sermayenin sarısı, yeşili diye birşey, böyle bir ayrım, sermaye ve bir sermaye düzeni olan kapitalizm hakkında fikri olmayanların bir kuruntusu, bir uydurmasıdır. Bakın orada da yukarda sözünü ettiğim ideolojik manipülasyon var: ‘Anadolu sermayesi’ ‘Yeşil Sermaye…’ Siz sermayenin değişik kesimleri arasındaki rekabetten ve/veya çıkar çatışmasından söz edebilirsiniz ama bunu renklerle, coğrafi ayrımlarla vb. ifade etmek doğru değildir. Sermaye sermayedar, kapitalizm de kapitalizmdir… Sermaye küreseldir ve hiyerarşik bir şekilde var oluyor. Bir kısım kapitalist şu partiden daha çok çıkar umut eder onu destekler, diğeri başka partinin kendisi için daha iyi olduğunu düşünür onun hükümet kurmasını ister ama hepsinin istediği şey, toplam artı değer kitlesinin daha büyük kısmına elkoymak, velhasıl daha çok kâr etmektir. Bana gore 28 Şubat darbesinin asıl nedeni asıl devlet partisinin kerhen desteklediği bir hükümetten kurtulma girişimiydi ama asıl amaç hükümeti değiştirmekten çok asıl devlet partisinin konumunu, statüsünü ve ayrıcalıklarını güvence altına almak takviye etmekti…

28 Şubat’ta TÜSİAD, TOBB, TİSK, TÜRK-İŞ, DİSK gibi kuruluşları yan yana strateji üretip, birlikte hareket ederken görüyoruz. Çok farklı toplumsal kesimlerin Refah-yol hükümetine ve özelde de Refah Partisi’ne karşı biraraya gelmesini nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Teorik olarak TÜSİAD, TOBB- TİSK’in bir araya gelmesi olağan ama bunlara TÜRK-İŞ, DİSK, vs’nin dahil olması sorun yaratıyor. Ama Türkiye’de özerk gibi görünen yapılar aslında özerk değil. TÜRK-İŞ her zaman hükümetlerle iyi geçinir bunun nedeni mâlum ama o devletin konfederasyonudur. Devlet sendikalarının bir konfederasyonudur… Elbette zaman zaman hükümetleri eleştirdiği olur ama devleti eleştirmez, eleştiremez. DİSK farklı bir konfederasyon gibi görünse de aslında özde TÜRK-İŞ’ den farklı bir örgüt değildir. Bürokratik yozlaşmaya uğramış hiçbir örgütün devletle bir çelişkisi olmaz. DİSK’in 28 Şubat darbesinin destekçileri arasına katılması, onun gerçekte nasıl bir işçi örgütü olduğunu gösterdi. Aslında 28 Şubat Türkiye’de, devletle arasına mesafe koymayı başarmış ‘özerk’ örgütlerin pek var olmadığını da göstermesi bakımından önemliydi, bir tür teşhir işlevi gördü denilebilir…
ERGENEKON’UN KÖKLERİ İTTİHAT VE TERAKKİ’DE

Bugün ortaya çıktığı kadarıyla 90’lı yıllarda ve özellikle 28 Şubat sürecinde Ergenekon olarak adlandırılan derin yapının önemli provokatif icraatları gerçekleştirdiği biliniyor. Türkiye’deki derin yapılanmaların darbe koşullarının şekillenmesinde işlevleri nelerdir? Emniyet İstihbaratı tarafından ortaya çıkartılan Batı Çalışma Grubu’nu, Ergenekon bağlamında değerlendirebilir miyiz? Buradan hareketle bugün sürdürülen Ergenekon soruşturması hakkında neler söyleyeceksiniz?

Ergenekon veya adı ne olursa olsun, bu tür örgütlenmeler yeni değil. Bunların kökenini XIX’uncu yüzyılın son çeyreğine kadar gerilerde aramak gerekir. İttihad ve Terakki Cemiyeti ve daha öncesinden beri böyle bir gelenek oluşmuş durumda. Ben buna iktidar ikiliği durumu diyorum ve Ergenekon tipi örgütleri de asıl devlet partisi dediğim gerçek iktidar odağının araçları olarak görüyorum. Dolayısıyla Ergenekon ve benzerleri ne Raison d’état ile [ devletin yüksek çıkarları için yasa ve ahlak dışı işlere girişme] ne de Gladio denilenle açıklanamaz. Türkiye’deki durum bu ikisinin ötesinde yapısal nitelikte ve süreklilik arzeden bir durumdur. Bütün bu süreç boyunca görünen iktidar/gerçek iktidar ikiliği söz konusuydu. Mesela İttihad ve Terakki Cemiyeti 1908’de bir darbeyle Padişah II. Abdülhamid’i devirdiği halde, iktidarı denetler duruma geldiği halde, gizli örgüt olarak kalmayı yeğledi… En azından “merkez-i umumisi” gizliliğini sürdürdü. Bu basit bir ayrıntı, önemsiz birşey değildir. Bu tür yönetim, olumsuzluğu görünen iktidara fatura etmek imkânı da veriyor. Ebedî Şef Mustafa Kemal’in ve Milli Şef İsmet İnönü’nün tek parti diktatörlüğü dönemi olan 1923-1950 aralığında devlet/hükümet/parti özdeşliği, değilse içiçeliği söz konusu olduğu için ayrım önemli değildi ama 1950 sonrasında yeniden önem kazandı zira ayak takımı olarak gördükleri halk yığınları sınırlı da olsa sürece dahil olmuştu. Darbeler doğrudan asıl devlet partisi dediğim dar ekibin bir marifeti olarak gündeme geliyor. Bu dün öyleydi, bu gün de değişen birşey yok. Asıl devlet partisi bürokrasiyi denetleyip yönlendirerek ülkeyi yönetiyor bu yüzden derin devlet nitelemesi uygun değil. Zira devlet derinde değil. Batı Çalışma Grubu ve daha niceleri asıl devlet partisinin eseri olan yapılanmalar. Onun için Türkiye’deki rejimi gerçekten anlamak istiyorsanız, resmi tarih, resmi ideoloji dışı ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan da arınmış bir yaklaşıma ihtiyacınız var. Aksi halde oyuncuların oyununa gelmek kaçınılmaz.

MEDYA ŞİMDİLERDE BÜTÜNÜYLE MİSYONUNA YABANCILAŞMIŞ DURUMDA

28 Şubat sürecinde medyanın da çok önemli bir işlevi olduğu biliniyor. Medyanın 28 Şubat sürecindeki işlevini nasıl tanımlamak gerekiyor?

Türkiye’deki medya tipik bir medya değil. Fakat bu sadece medya için geçerli değil. Parlamento parlamentoya, üniversite üniversiteye, yargı yargıya, vb. benzemiyor… Bunların hepsi ‘gibi’… Medya’nın teorik olarak ya örgütsüz, sessiz yığınların sesi, vicdanı olması gerekir, ya da medya değildir. Bizde medya önceleri devletin medyasıydı, şimdilerde devletin ve sermayenin medyası… Elbette bu söylediğimden başka yerlerdeki medyanın matah olduğunu söylüyor değilim… Medya şimdilerde bütünüyle misyonuna yabancılaşmış, egemen sınıfların ve devletin tam bir ideolojik savaş makinasına dönüşmüş durumda… Böyle gazeteler, dergiler, televizyonlar, radyolar varken bunların darbeleri desteklememeleri beklenemezdi. Nitekim yangına körükle gittikleri görüldü…

28 Şubat sürecinde iç politikaya dış müdahale olmuş mudur? Örneğin o dönemde Türkiye-İsrail ilişkilerinin yoğunlaşmasını 28 Şubat süreci bağlamında değerlendirebilir miyiz? Ya da ABD'nin Ortadoğu'daki politikalarına karşı RP iktidarını tehlike olarak gördüğünü söyleyebilir miyiz?

Her askerî darbede elbette ‘dış faktör’ mevcuttur ama bir yanlış anlamanın bertaraf edilmesi gerekir. Politik İslam bidayette İngiliz Oriyantalistlerinin peydahladığı birşeydi. Sovyetler Birliğinin sahnede olduğu dönemde hem ‘komünizmi kuşatma stratejinin’ hizmetindeydi, hem de Müslüman Ülkelerde, modernist-milliyetçi unsurları tasfiye amacıyla kullanıldı. Şimdilerde de emperyal strateji olan BOP onların hizmetinde. ABD’nin RP’yi bir tehlike olarak gördüğünü sanmıyorum ama daha iyi pazarlanır ve daha işlevsel olan AKP versiyonunu tercih ettiği de bir gerçektir… Politik İslam’ın misyonu hakkında kafa karışıklığından kurtulunduğunda, neden ve nasıl TC-İsrail Stratejik İttifakı’nın o dönemde gündeme geldiğini anlamak kolaylaşır.

ERBAKAN DARBEYİ ÖNLEYEMEZDİ AMA REJİMİ TEŞHİR EDEBİLİRDİ

28 Şubat sürecinde iktidardaki Refah-yol hükümetinin ya da Başbakan Erbakan’ın politikalarını nasıl değerlendirmek gerekiyor? Ne tür hatalar yapılmış, darbeye karşı yeterince direnç gösterilmiş midir?

Erbakan darbe karşısında gereken basireti ortaya koyamadı. Elbette isteseydi de darbeyi önleyemezdi ama hiç olmazsa rejimi teşhir edebilirdi. Onu da yapmadı. Zaten Türkiye’deki hükümet/asıl devlet partisi ilişkisi bu güne kadar bir tür taşeron/müteahhit ilişkisi gibiydi. Böyle bir yapı ve ilişki biçimi geçerliyken, seçimle gelmiş hükümetin yapabileceği fazla birşey yok. Muvazaa partisinin, taşeronun yapabileceği şeyin çapı bu kadar olabiliyor…

Özellikle 90’lı yılların başında Çiller iktidarından itibaren askerin sistemde giderek artan bir rolü var. Askerin ağırlığının artmasında ise özellikle Kürt sorunu katalizör rolü oynadı. Ancak 28 Şubat’la birlikte ‘irtica’ ilk plandaki tehdit algısı olarak belirdi. Rejimin 28 Şubat’ta tehdit olarak algıladığı hem Kürt sorunu hem de ‘irtica’ konusunda baskı politikası insan hakları, demokrasi ve özgürlükler bağlamında ne gibi sorunlara yol açtı?

Aslında askerin sistemi belirlemedeki önemi asıl 12 Eylül döneminde arttı. Elbette Kürt sorunu 90’lı yıllardaki militarizasyonun başlıca nedenlerinden biri ve başlıcasıydı. Bu konuda bir belirsizlik yok. Elbette militarizasyonun yoğunluğunu artırdığı koşullarda, demokratik haklar ve özgürlükler alanının daralması şaşırtıcı olmazdı. Nitekim JİTEM’in katliamlarının binlerle ifade edildiği bir ortamda insan hakları, bireysel özgürlük, demokrasi’den söz etmek, ancak ahmakların bir kuruntusu olabilirdi. Zira, bırakın bireysel/kollektif hakları, orada kimsenin hayatı garanti altında değldir, nitekim değildi. Asıl devlet partisi Kürt sorununun çözülmesini istemiyordu. Kürt sorunu her zaman memleketin sahiplerinin iktidar ve hareket alanını genişleten birşey…

TÜRKİYE’DE DARBELERİN BİTTİĞİNİ SÖYLEMEK ABESTİR

Bugün iktidarda AK Parti bulunuyor. Eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat 1000 yıl sürecektir” açıklamasına geçtiğimiz günlerde AK Parti’li Bülent Arınç’ın “28 Şubat süreci bitmiştir” şeklinde bir cevabı oldu. 28 Şubat süreci ve darbe koşulları Türkiye’de gerçekten bitmiş midir? Türkiye’de askeri vesayet rejiminin bittiğini söyleyebilir miyiz?

Aslında Hüselin Kıvrıkoğlu gönlünde yatanı söylüyor. Bu dünya’da binyıl sürecek hiç birşey yoktur ve olamaz. Böyle bir anlayış eşyanın tabiatine aykırıdır. Toplum dinamik, sürekli değişen, yenilenen bir süreç olarak varolabilir ve varlığını sürdürebilir. Bülent Arınç’a gelince, eğer Bülent Arınç, 28 Şubat artık tekrarlanmayacak diyorsa bu doğru ama darbeler dönemi kapandı diyorsa bu doğru değil. Birisi 12 Eylül artık tekrarlanmayacak derse o da doğru, zira koşullar birşeyin aynı şekilde tekrarına uygun değildir. Türkiye’de darbelerin, askerî müdahalelerin artık bittiğini söylemek abestir. Sözünü ettiğim ikili yapı yerli yerinde duruyor. Kaldı ki, müdahale tankların sokaklarda dolaşmasından ibaret değil. Müdahale kaldığı yerden devam ediyor, askerî vesayet sistemi de… Uzağa gitmeye gerek yok, daha bir kaç gün once Genelkurmay DTP başkanının Meclis Gurubundaki konuşmasıyla ilgili bildiri yayınlamadı mı? Vesayet rejiminin son bulması için:1. Anti-militarist bir bilinç ve mücadele; 2. yüzyıllık devlet anlayışının ve devlet/toplum ilişkisinin değişikliğe uğraması gerekiyor. Bu da militarizmle sorunu olan örgütlü sol muhalefetin yapabileceği birşey…



ANALİTİK BAKIŞ / ÖZEL

tagore