28 Ağustos 2009 Cuma

“KUR’AN KURSLARINDA YAŞ SINIRI KALDIRILSIN!” İMZA KAMPANYASI




28 Şubat darbe sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununda değişiklik yapılarak Kur’an kurslarına katılabilme yaşı 12’ye çıkarılmıştır. Bu düzenleme yapılırken pedagojik bilgiye dayanılmamış sadece emir komuta zinciri içerisinde toplumun inançlarıyla savaşılmıştır.

Bu sorumsuz uygulamaya karşı vefatından hemen önce Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Sayın Muhsin YAZICIOĞLU kanun değişikliği teklifi vermiştir. Söz konusu değişiklik teklifi yeni yasama yılı açılışıyla birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülecektir.

Kur'an kurslarına ancak ilköğretimi bitiren çocukların gidebilmesini öngören 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununda değişiklik yapılması için TBMM Başkanlığına sunulan değişiklik teklifi metninde:

"Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununun Ek 3'üncü maddesinin 1'inci fıkrasının 'İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri dışında Kur'an-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenler için, Diyanet İşleri Başkanlığınca Kur'an kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca küçük yaştaki çocuklar için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde yaz Kur'an kursları açılır' denilmektedir.
Bu metne ek olarak Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununun Ek 3'üncü maddesinin 1'inci fıkrası başta olmak üzere din eğitimi ile ilgili kısıtlama getiren her türlü yasal düzenlemenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 9.maddesi ve EK 1.Protokol 2.maddesi ile BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve diğer uluslar arası sözleşmelere uyumu sağlanarak din eğitimi hak ve özgürlüğünün sağlanacak şekilde yeniden düzenlenmesini talep ediyoruz.

Bu amaçla Mazlumder Ankara şubesi olarak kanun değişikliğinin TBMM’de görüşülerek yasalaşması için imza kampanyası başlatıyoruz.

Elektronik imza atmak isteyenler http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com/ adresinden ıslak imza atmak isteyenler ise ramazan ayı boyunca Altınpark ANFA-A SALONUNDA Mazlumder Ankara standında imzalarıyla kampanyamıza destek verebilirler.

Toplanan imzalar yeni yasama yılı açılışıyla birlikte TBMM başkanlığına sunulacaktır.


Üstün BOL
Mazlumder Ankara

http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com/

27 Ağustos 2009 Perşembe

“NECASETTEN TAHARET”





Dört Ağustos tarihinde Star Gazetesinde Bekir Berat ÖZİPEK imzasıyla “Milli görüş ve 'necasetten temizlik'” başlıklı bir yazı yayımlandı. Saadet Partisi (SP) Genel Başkanı Sayın Numan KURTULMUŞ’un “Kürt açılımını doğru bulmuyorum, kapalı mıydı ki açalım” sözleri üzerine kaleme alınan Milli görüş hareketinin yayın organı hükmündeki Milli Gazete’de yayınlanan bazı yazılara atıfta bulunulan yazıda kısaca “Necasetten Temizlenin” deniliyordu.
Sayın Kurtulmuş bu sözlerin hemen ardından yanlış anlaşıldığını beyan ederek sözlerini düzeltmiş, Bekir Berat ÖZİPEK’te düzeltme metnine de yer vererek eleştirilerini sıralamıştı.
Milli Görüş hareketinin Ergenekon operasyonunda mesafeli tutumu yeni değil! Önceleri -her ne kadar zaman zaman yüz güldüren çıkışlar olsa da- genelde soruşturmayı hafife alan veya teğet geçen bir tutum göze çarpıyordu. Bu tutumda şüphesiz iki kalemin önemli payı vardı. Biri akademisyen Hasan ÜNAL diğeri Afet ILGAZ…
Hasan Ünal ilginç şekilde Milli Gazete ile birlikte milliyetçi / sağcı gazetelerde de yazıları yayınlanan bir isim. Adı bazı muhtıraların redaksiyonunda geçen, Genelkurmayda brifingler verdiği ve genelkurmaya sıksık girip çıktığını kendisinin de kabul ettiği, Ergenekon soruşturması kapsamında halen tutuklu bulunan Mehmet Haberal’ın kanalında neredeyse daimi konuk olarak programlara çıkan, Tuncay ÖZKAN’ın TV kanalında arz-ı endam eden bir şahsiyet. Ergenekon sürecinin sulandırılması çalışmalarında da hatırı sayılır bir emeği var Hasan ÜNAL’ın.
Doğrudan Ergenekon’a karşı kaleme alınmayan “İşin içinde ABD Varsa…” diye söze girerek operasyonu Milli Görüş tabanında illegal kılmaya yönelik yazılar yazan bir isim Hasan Ünal…
Bir yazısında:
“Gözaltı dalgalarından epeyce memnun kesimden gelen açıklamalar, soruşturmanın arkasında dış güçler olabileceği yönündeki kanaati kuvvetlendiriyor. Geçenlerde Hürriyet yazarlarından birisinin köşesinde de konu olduğu gibi, bir akademisyen son gözaltı dalgasının hükümetten ziyade küresel dinamiklerin etkisiyle yapıldığını söylemiş. Ona göre küresel bir irade ortaya çıkmış ve böyle olmuş.
Ama aynı gazetecinin esas anlattığı bir husus var ki, bizce, bütün röportajın en önemli tarafını oluşturuyor. Bu işte Amerika esas rolü oynamış ve anlaşıldığı kadarıyla oynamaya devam ediyormuş. Dosyaların bile ABD'den geldiğini düşünüyormuş. Operasyonun kendi gücümüzle yürütülmekte olduğunu zannetmiyormuş. Bu gazeteciye göre Avrupa Birliği'nin ve Amerika'nın Türkiye'nin demokratikleşmesinde büyük menfaatleri varmış...
Aynı varsayımdan hareket edecek olursak, şimdilerde rahatsız olacakları o kadar hadise var ki... Gazze katliamları üzerine milletimizin her kesiminin gösterdiği asil tepkilerin İsrail ve Amerika'yı rahatsız etmemesi düşünülebilir mi? Ayrıca Kıbrıs konusunda sona doğru mu yaklaşılıyor ve bu tartışmalarla ve muhtemel yeni gözaltılarla Kıbrıs konusunda milletin göstereceği tepkinin şimdiden önü mü alınıyor? İşin içinde ABD varsa... Ne dersiniz? (İşin İçinde ABD Varsa- 13.01.2009- Hasan Ünal Milli Gazete”)
Bir başka yazıda ise:

“Ümraniye soruşturmasının arka planında Amerika olduğuna dair bilgiler artıyor. Bu konuda açıklama yapanların soruşturmaya, gözaltılara ve tutuklamalara alkış tutan taraftarı olmaları fevkalade önemli. Son açıklama ve yorumları yapanların söyledikleri, sanki çok 'özel' bilgilere sahip olduklarına işaret ediyor.
Salı günü bu köşede ele aldığımız bu değerlendirmelere son iki günde yeni unsurlar eklenmeye başladı.
Buna göre Amerika'nın özellikle rahatsız olduğu emekli genelkurmay başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu imiş.
Sebebi de Kıvrıkoğlu'nun, kendi döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin rotasını Amerika'dan bağımsız hale getirmesiymiş.
O dönemde Amerikan Silahlı Kuvvetleri'nde görev yapmakta olan ve bir kısmı da Türkiye uzmanı sıfatını taşıyan personelin çeşitli dergilerde Kıvrıkoğlu'nun başındaki Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Amerika'nın Ortadoğu'daki kirli projelerine destek olmayacak kadar bağımsız hareket etme eğiliminde olduğuna dair yazılar yazdıklarını da biliyoruz.
Meğerse o yazılar tesadüf değilmiş ve uzman birilerinin kendi başlarına yazdıkları değerlendirmeler hiç değilmiş.
Kıvrıkoğlu'nun o dönemde Türkiye'nin PKK ile mücadelesini askeri alanda başarıyla sonuçlandırdığını; PKK'ya yardım ve destekte ısrar eden Hafız Esat yönetimini Ekim 1998 kriziyle devre dışı bıraktığını; Abdullah Öcalan'dan dolayı Yunanistan'ı epeyce sıkıştırdığını ve daha 1997 Ocak ayında Rumların Rusya Federasyonu'na sipariş vermeleriyle başlayan S-300 krizini çok başarılı bir şekilde yürüttüğünü ve takındığı kararlı tutumla bu füzelerin Kıbrıs'a yerleştirilmesine izin vermediğini de biliyoruz.
Demek ki bütün bunlardan dolayı Amerika çok rahatsız olmuş ve şimdi bu son soruşturma ile intikam alıyor.
Eğer bunlar doğruysa veya bunların binde birinde doğruluk varsa, o zaman Türkiye'deki rejime demokrasi demek epeyce zordur.
Ayrıca bütün bunlar doğruysa, soruşturmanın iki ana amaca hizmet eder hale getirildiğini söylemek mümkündür.
(ABD intikam mı alıyor?,15 Ocak 2009 Milli Gazete, Hasan Ünal”) diyor.
Hasan Ünal’ın Milli Gazete de kaleme aldığı yazılar takip edilirse bu minvalde pek çok yazının yayınlandığı görülebilir. Hürriyet gazetesini referans alan ve buradaki değinmelerden yola çıkarak hüküm veren yazarın binlerce sayfalık soruşturma evraklarını dikkate almaması dikkate şayan!
Ve Afet ILGAZ’ “Yol” ve YOLCU” nun yazarı…
Afet Ilgaz’ın yazılarında da ortak bir ABD vurgusu göze çarpıyor:
“Şu son gözaltına almalarda sık sık "28 Şubat'ın rövanşı alınıyor" yorumlarını dinliyorum. Bu, yanlış bir değerlendirmedir. 28 Şubat'ın düğmesine Fransız Mason locasında basıldığına dair çarşaf çarşaf mektuplar yayınlamıştı." İktidar Müslümanlara hoş görünmek için şöyle bir kanaat uyandırıyorsa, bu bir yanlış bilgilendirmeden başka bir şey değildir. Bugün yapılanları Erbakan Başbakanken yapıldığını tasavvur edebiliyor musunuz? Erbakan orduya Cumhuriyete ve yasalara çok saygılı bir devlet adamıydı. Bu devlet adamı olma vasfının altını çiziyorum. Türkiyeyi böyle ikiye bölmek bir yana, AKP iktidar olunca:
"Artık sağcı solcu yok, millî gayri milli vardır" tesbitini yaparak Türkiye'yi doğru bir çizgide birleştirmek isteyen bir devlet adamıydı. Bu gözaltına almalarda General Çevik Bir'in niye adı geçmiyor? Asıl "balans ayarı yapan" o değil miydi? Ayrıca o ve Tayyip Bey, ABD'de Yahudi ödüllerinden sanırım ADL ya da Jinsa ödülünü almamışlar mıydı?
Başlığa dönersek, her taşın altından ve her hadisenin altından İsrail'in ve ABD'nin çıktığını düşünür hatta buna bir de AB ilave ederseniz, Türkiye'nin ve İslâm aleminin yaşadığı faciayı biraz anlamlandırabilirsiniz. Hangi hadiseyi kaldırsan, altından İsrail ve ABD çıkıyor. 11.01.2009 Milli Gazete”

“Erhan Göksel'in gözaltına alınmasına herkes çok şaşırdıydı. Neyse, bu konuda epey bir şeyler yazıldı. Yazılmıyan bir şey var ki, o da bazı konuşmalardan dinlediğim ve bazı yazarlardan okuduğum, ifadesini verirken kendisini ağlatan şu sözlerdi:
"Ben nisan ayında Türkiyemizin başına gelecek olaylara dikkat çekmeye çalıştım. Seçimlerden sonra bölge belediye başkanları bazı bölge milletvekilleriyle birlikte Barzani'nin desteği ile BM'ye müracaat edecekler. ABD ve AB'nin desteğini alarak BM'den barış gücü askeri talep edecekler. Ve ne yazık ki Türkiye aleyhine karar çıkartacaklar. Bunlara dikkat çekmek, ülkemin bölünmesini engellemek için konuşuyorum. Bunun için araştırma yapıp yazıyorum. Ama bana çete (Ergenekon) suçundan gözaltına alınmak reva görüldü. Artık bu işleri bırakıyorum. Evimde sessiz sedasız oturacağım."
İşte, millî değerleri savunanları böyle etkisizleştirmeye çalışıyorlar ama merak etmeyin, bu ülkeyi koruyan maddi ve manevi kuvvetler var. Onları yıldıracak bir iktidar gücü de yok! 28. Şubat.2009 Milli Gazete”
Afet ILGAZ’ında sicilinde bu minvalde pek çok yazı var. Ulusalcıların övüldüğü, Ergenekon soruşturmasını yönetenlerin yerildiği, ordunun ve genelkurmayın yıpratılmaya çalışıldığını savunan tarafgir yazılar. Bugünkü yazısında da ( 26.08 2009 / Milli Gazete http://www.milligazete.com.tr/makale/leke-136765.htm) demokratik açılım paketini “şey açılımı” diyerek aklınca tiye almaya çalışmış. Yazının içeriğine değinmeye hiç gerek yok sadece şunu bilmek yeterli: yazar “kürt” kelimesini kullanmamak için “ne olduğu bilinmeyen bir eşya” için kullanılan “şey” kavramını uygun bulmuş. Bu bile yazının içeriğine işaret etmesi açısından yeterli sanırım.
Tüm bu yazılanları düşünürken Numan Bey’in Demokratik açılım üzerine sarf ettiği sözler konuşuldu televizyon ekranlarında. Devletin bölgedeki yurttaşlarından özür dileyerek işe başlamasını tavsiye eden, bölgesel isimlerin iadesini, Diyarbakır cezaevinde tutuklulara işkence yapanların yargılanmasını isteyen ve etnik farklılıkları Allah’ın ayetleri olarak gören sözleri…
Milli Görüş hareketinin yeniden umut olabilmesi, inandırıcılığı yüksek bir söylem ve eylem diliyle mümkün. Milli Gazete’de yazı yazan ulusalcı yazarlara inat! Milli Görüş hareketini ve onun yeni liderini bu cesur çıkışı için alkışlamalı, cesaretlendirmeliyiz!
Çünkü kürt sorunu öncelikle Müslüman Türklerin sorunudur!
Gelinen noktada Sayın ÖZİPEK’e düşen “Acaba SP’nin bir perspektifi ve “öneri paketi” var mı” sorusunu gözden geçirmesidir…
Enazından şimdilik….
Ve her şeye rağmen!

Cyrano de Bergerac
28.08.2009

20 Ağustos 2009 Perşembe

BİZDE HAKKIMIZI HELAL ETMİYORUZ!






Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’a, Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Güven Erkaya’nın ölümü üzerine beyan ettiği ”Hakkımı Helal Etmiyorum” temalı sözlerinden dolayı yakınlarınca dava açılmış ve yargılama sonucunda Dilipak’ın evi icra yoluyla satılmıştır.

Gazetecilerin, düşüncelerini ifade edebilmelerinin temin edilmesi hukuk devletinin başlıca ödevidir.

Herhangi bir hakaret içermeyen ve kişisel tasarrufları beyan eden bu görüşlerden dolayı bir gazetecinin madden ve manen cezalandırılması ifade hürriyetinin bizzat yargıcılar eliyle kısıtlanması anlamına gelmektedir.

Özgür düşüncenin ve ifade hürriyetinin önündeki bütün keyfi engellerin kaldırılması, özgür ve demokratik bir ülke-yurttaş ilişkisinin vazgeçilmez şartıdır. Bu şartı yerine getirmek ve tesis etmek kamu otoritesinin görevidir.

Anayasal sisteme karşı hukuk dışı oluşumlar içerisinde olanlara, seçimle işbaşına gelen iktidarları devirmek için karanlık odalarda planlar yapanlara; 28 Şubat darbesinde hakları çiğnenen, aşağılanan, işlerinden atılan, sağlık hizmetlerinden yararlandırılmayan, eğitim hakları engellenen tüm yurttaşlarımız adına:

BİZDE HAKKIMIZI HELAL ETMİYORUZ!






Üstün BOL
Mazlumder Ankara

18 Ağustos 2009 Salı

URUMÇİ’DE “ÇİN İŞKENCESİ”

Doğu Türkistan’da bir Çin fabrikasında Çinli bir işçinin işine son verilir. Fabrika bir süre sonra işgücü açığını kapatmak için yaşları 15–20 arasında değişen ve nedense güzel olmaları ön şart olan 150 civarında Uygur kızını işe alır. İşten atılan Çinli bir süre sonra fabrikaya dönerek iş bulamadığını ve eski işine dönmek istediğini söyler. Fabrikanın yöneticileri Uygur Türklerinden daha ucuz işgücü ile işçi çalıştırdıklarını söyleyerek Çinli işçiyi kovarlar.
Çinli işçi kendisi gibi Çinli olan birkaç arkadaşını da yanına alarak fabrikanın bu tavrının intikamını iki Uygur kızına tecavüz ederek alır! Bunun üzerine fabrikanın Uygurlu çalışanları ile Çinli işçiler arasında çatışma çıkar ve 273 Uygur Türkü öldürülür. Tarih 26 Haziran 2009’u göstermektedir.
Uygur Türkleri Çin hükümetinin fabrikada yaşanan katliamı tarafsız ve adil şekilde değerlendirmesi için bir süre beklerler. Ancak, Çin ırkdaşlarından yana bir tavır sergileyerek olayın üzerini kapatmaya çalışır.
Bunun üzerine Kaşgar’dan gelen 2000 civarında Uygur Türkünün katılması ile beş - onbin kişilik bir Uygur topluluğu Urumçi’de yaşanan fabrika katliamı ve tecavüzün hesabını sormak ve adalet istemek üzere bir gösteri düzenler. Herhangi bir taşkınlığa sebebiyet vermeden Çin hükümetinden olayın araştırılmasını ve suçluların cezalandırılmasını talep ederler. Çin polisi ve askeri bu sivil eyleme şiddetle karşılık verir. Ve ilk anda Uygurları korkutmak ve dağıtmak için eylemin en önünde oturma eylemi yapan ikisi kız üç kişiyi herkesin gözleri önünde başlarından vurarak öldürür. Oluşan panikte kalabalığın üstüne silahlarla yürüyen Çin polisi onlarca Uygur türkünü öldürerek ve yaralayarak kalabalığı dağıtır.
Yaşananların üzerine bu sert tavır tuz biber eker ve Urumçi’nin değişik semtlerinde toplanan Uygur Türkleri şehir merkezine doğru yürüyüşe geçerler. Bu sırada yol boyunca karşılaştıkları Çinlilerle kavgalara tutuşurlar. Araçları devirir ve ateşe verirler. Bu kavgalar sırasında Çinlilerden ve Uygurlardan ölenler olur.
Tüm bu olaylar yaşanırken emniyet güçleri her yerde olduğu halde iki gurup arasındaki sokak kavgasına müdahale edilmez ve adeta göz yumularak olaylar kışkırtılır.
İş içinden çıkılmaz bir hal aldığında emniyet güçleri kontrolsüz şekilde ateş ederek Uygur Türklerinden pek çoğunu sokak ortasında öldürür. Bu saldırıda Kaşgar’dan gelen Uygurlularla birlikte yaklaşık 2000 Uygur türkü aynı yerde öldürülür. Hemen ardından itfaiye araçları ve çöp araçları gelir. Öldürülen Uygurlular çöp araçlarına doldurulur. Sokaklar itfaiye araçlarınca temizlenir. İsmi bizde saklı görgü tanıklarının anlattığına göre sokaklarda ne kan izleri ne de kafalarından vurulmuş Uygurların parçalanmış beyinlerinden hiçbir iz kalmaz.
Tüm bunların ardından şehrin telefon, internet ve elektrik altyapısı kapatılır. Akşam saat 10.00’da elektrikler verilir ve sabaha kadar sürecek ev baskınları başlar. Kar maskeli Çin askerleri teker teker Uygur evlerini basarak çocuk, kadın, erkek ayırmaksızın gözaltılar yapar. Direnenler evlerinde çocuklarının gözleri önünde öldürülür.
Geri kalanların sabah polise yaptığı başvurular baskınları yapanların polis olmadığı bu nedenle terör eylemi olarak kayıt altına alınacağı ve götürülenlerin kayıp olarak değerlendirileceği yanıtını alırlar. O gece götürülenlerden bir daha evine dönebilen olmaz. Bir kısmının ölüsü teslim edilir ailelerine bir kısmının ölüsüne dahi erişilemez.
Bir gün sonra Çinliler arkalarına Çin askerlerini de alarak Uygur bölgesine saldırıya geçerler. Önde Çinli halk arkalarında ise onları koruyan Çin askerleri Uygurların işyerlerine, evlerine saldırırlar ve yakalayabildikleri Uygurları sokak ortasında öldürürler. İlginç olan ise Çinli saldırganların hepsinin elinde Çin polisinin kullandığı coplar vardır ve hepsine aynı tip sopalar dağıtılmıştır.

DOĞU TÜRKİSTAN?

Doğu Türkistan özerk bir bölge ve yöneticileri seçimle başa geliyor. Her ne kadar komünist partinin izin vermediği hiç kimse seçilemeyecek olsa da yöneticiler Uygur Türklerinden seçiliyor. Yerel ve bölgesel yöneticiler Çin’le ilişkilerini iyi tutabilmek için belki Çin’lilerin bile cesaret edemeyeceği şeyler yapabiliyor! Uygur dilinin kullanımının yasaklanması, kreşlerde Çincenin zorunlu dil haline getirilmesi hep bu Uygur yöneticilerinin marifeti.
Polis teşkilatının içinde de Çinli polislerle birlikte Uygur polisler bulunuyor. Kamu kuruluşlarında Çinlilerle Uygurlar birlikte görev yapıyor. Bölgenin demografik yapısına bakınca 17 milyon Çinliye karşılık, 45 milyon Uygur ve toplamda 8–10 milyon Kırgız, Tatar vesaire diğer küçük halklar bulunuyor. Kırgız ve Tatarlarla Çin hükümetinin herhangi bir sorunu bulunmadığından hayatlarına keyifle devam ediyorlar. Zaman zaman Uygurları Çinlilere ispiyonlamakta ayrıca bir gelir kapısı olabiliyor!
Doğu Türkistan’da Çin işgali ve direniş yüzlerce yıldır devam ediyor. Ancak bu direnişte dönüm noktası 1932 yılında Çinlilerle Uygurlar arasında yapılan anlaşmayla kritik bir dönemece giriyor. Bu anlaşmayla Doğu Türkistan’a Çinli yerleşimcilerin yerleşmesine izin veriliyor ve bugün 17 milyon civarında olan Çin nüfus bu anlaşmayla Türkistan’a yerleşmeye başlıyor. Çin sadece Çinlileri Türkistan’a yerleştirmekle yetinmiyor silah zoruyla, iş vaadi ve eğitim kandırmacasıyla binlerce Uygur kızı ve erkeği farklı bölgelere göçe zorluyor. 15–20 Yaşlarındaki kızların güzel olanları özellikle seçilerek Çin bölgesindeki fabrikalara işçi olarak gönderiliyor bir süre sonra bu kızlar fuhuş bataklığına sürükleniyor. 2–3 Yaşındaki çocuklar ailelerinden eğitim vaadiyle zorla alınarak mafyaya satılıyor ve bu çocuklar hırsızlık, yankesicilik, uyuşturucu ticareti vb. karanlık işlerde istihdam ediliyor.
Olayların yaşandığı 5 Temmuz tarihinden sonra da Çin zorunlu göç çalışmalarına ara vermiyor. 4 Ağustosta 750 Uygur kızı Çin bölgesine zorunlu çalışmaya gönderiliyor. Çocuklarını vermek istemeyenler alınlarında silah kabzasını buluyor.

UYGUR POLİSLERDEN İŞKENCE İTİRAFLARI!

Çin emniyetinde görevli Uygur kökenli polislerden kimileri canlı şahidimize ağlayarak anlatıyor. Tutuklanan, evlerinden zorla alınan genç kızlar çırılçıplak soyuluyor ve Çin polisleri bu kızlara defalarca tecavüz ediyor.
Günlerce aç ve susuz bırakılan Uygur tutuklulara yiyecek ve su verilmiyor. Epey zaman aç ve susuz bırakıldıktan sonra tuzlu su içiriliyor. Tuzlu su içtikçe susayan tutuklular kendi idrarlarını içecek kadar kontrollerini kaybediyor.
Tutuklular ucunda çiviler bulunan sopalarla dövülüyor ve bu işkence sonrasında tutukluların büyük kısmı aldığı darbeler ve kan kaybından ölüyor. Çin polisi işkenceye dayanamayan, bağırmalarından, inlemelerinden rahatsız olduğu tutukluları kafalarından vurarak öldürüyor.
Sadece bu kadar değil şimdiye kadar yapılan işkence ve ölümler tutuklanan ve tutuklandıktan sonra kendilerinden bir daha haber alınamayanlar! Bu işkencelerde bir gecede 830 kişi öldürülüyor. Bu 830 kişinin çok büyük bir kısmının cesetleri yakılarak külleri çöple karıştırılarak çöp depolarına dökülüyor. Bir kısım cesetler ise ailelerine 5 Temmuz çatışmalarında öldüğüne dair bir evrak imzalatılarak teslim ediliyor. Böylece polis işkencede ölmediğini iki gurubun çatışması sırasında ölümlerin gerçekleştiğini kayıt altına almış oluyor.
Yapılan işkenceler bunlarla sınırlı değil. Bir kısım tutukluların belden omuza kadar olan kısmına ıslak havlular sarılıyor. Sopalarda havlu ile sarılarak tutuklular dövülüyor. Havlular nedeniyle vücutta herhangi bir darb izi oluşmazken iç organlar iflas ediyor. Tutuklular serbest bırakılarak evlerine gönderiliyor fakat bir, en fazla iki gün içerisinde iç organları iflas eden Uygurlular ölüyor. Ölüm raporlarına ani kalp sıkışması, kalp krizi ve benzeri gerekçeler yazılıyor. Tüm bu işkencelere şahit olan dört Uygur polisi intihar ederek hayatlarına kıyıyor. Bir kısmı görevinden istifa ediyor.
Irkdaşlarına işkence eden Uygur Türkü polislerin anlattıkları ise inanılır gibi değil… İşkencelerde ve sorgularda hem Çinli hem de Uygur Türkü polisler aynı anda görev alıyor. Uygur polisi tutuklu Uygurluyu dövüyor ve kimlerle görüştüğünü, kendisini kimlerin organize ettiğini, yanında başka kimlerin olduğunu soruyor. Tutuklu bir süre direndikten sonra yanındaki arkadaşlarını ihbar ediyor. Uygur polisi Çin’li polisin yanında konuşmaması ve diğer arkadaşlarını ihbar etmemesi için daha çok dövüyor, daha çok dövülen tutuklu herkesin ismini veriyor. İsimler ortaya çıktıkça Uygur polisi –yine daha fazla konuşmasın diye- Uygur tutukluyu öldüresiye dövüyor!
Yine bir başka polisin anlattıkları ise akıl alır gibi değil. Annesi ile birlikte tutuklanan birkaç aylık çocukların annelerinin gözleri önünde boyunlarının kırılarak nehre atıldığını söylüyor.
Sonuç şu: 5-6 Temmuz tarihinden sonra 30.000 Kişi gözaltına alınıyor, gözaltına alınanlardan 18.000 i öldürülüyor. Geri kalan 12.000 kişi halen kayıp. Çin hükümeti bu kişilerin nerede olduğunu bilmediğini söylüyor. Öldürülen Çinli sayısı 200’e yakın.
Doğu Türkistan’da halen tutuklamalar ve ev baskınları -siz bu satırları okurken de- hızla devam ediyor.
Resmi rakamlar da yalan söylemeye…
“Ölü sayısı 197, yaralı sayısı 1720!”


Cyrano De Bergerac
18.08.2009


Çin devletinin “Kanun Gazetesi” olayların hemen ardından propaganda çalışmalarına başlıyor. Olaylara karışanların terörist olduğuna vurgu yapılan gazete haberlerinde bu tür olaylara göz yumulmayacağı ve sebebiyet verenlerin cezalandırılacağı belirtiliyor. (Gazetenin yayımlanma tarihi 27 07.2009)




5–7 Temmuz tarihleri arasında yasadışı olaylara karışan kaçakların fotoğrafları, görenlerin ihbar etmesi isteniyor. 5 Temmuzda 253 Çinli öldürüldü. Urumçi emniyet müdürlüğü Tıanşian mahallesinde 1000 kişiyi tutukladı. 7 Temmuzda Uygur teröristlerine karşı Çinliler kendilerini korumak için sokağa çıktı. 28 Temmuzda 566 ev basılarak tutuklamalar yapıldı. Bu evlerde 378 kişi tutuklandı, 127 kişi kaçak durumunda.








5–7 Temmuz tarihlerinde anayasayı ihlal eden bölücüleri cezalandırmakta kararlıyız. Bundan sonrada kanunsuz eylemlere müsaade etmeyeceğiz. Zaten yüzyıllardır var olan Çin – Uygur kardeşliğini yeniden tesis ederek devletimizi tüm gücümüzle geliştireceğiz. (fotoğraflarda görülen tutukluların hepsi öldürülmüş, en alt en soldaki genç, teröristleri evinde barındırdığı için tutuklanmış)

13 Ağustos 2009 Perşembe

BAROLAR BİRLİĞİ BAŞKANLIĞI'NA

BAROLAR BİRLİĞİ BAŞKANLIĞI’NA

ANKARA




Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı
Oğuzlar Mahallesi 1366. Sokak
No:3 Balgat-ANKARA





İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın kamuoyunda katsayı düzenlemesi olarak bilinen YÖK kararının iptali için Danıştay’a başvurmuştur.



Adı anılan şahsın bu başvuruya ilişkin sorulara 'Eşitlik, eşit insanlar arasında olur' şeklinde yanıt verdiği de yazılı ve görsel basından bilinmektedir.



Söz konusu şahsın İstanbul Barosu Başkanı olması ile kullandığı hukuk dışı dil ve söylem çelişki oluşturmaktadır.



Bu nedenle aşağıdaki soruların yanıtlanmasını ve yazılı olarak tarafımıza iletilmesini dilerim.



Saygılarımla.









Üstün BOL

Mazlumder Ankara







SORULAR

1. 1. Adı anılan şahıs kayıtlarınıza göre İstanbul Barosu Başkanı mıdır? Eğer Baro Başkanı ise geçerli oyların ne kadarını alarak seçilmiştir?
2. 2. Kayıtlarınızda adı anılan şahsın diploması bulunmakta mıdır? Eğer bulunuyor ise ibraz edilen diploma üzerinde herhangi bir kazıntı, silinti veya sonradan müdahale söz konusu mudur?

NATALIE BRACHT VE ÇOCUKLARI İÇİN ACİL EYLEM ÇAĞRISI


























Alman asıllı bir İngiliz vatandaşı olan Natalie BRACHT’ın, Yahudi asıllı eşinden boşanmasıyla başlayan ve önce İngiliz hükümeti ardından da alman hükümetinin baskıları sonucunda 5 çocuğundan ayırılması ile sonuçlanan süreç batı’nın Müslümanlara yönelik çifte standardına yeni bir örnek teşkil etmektedir.
Alman hükümetinin psikolojik rahatsızlık bahanesiyle anne ve beş kızını ayırması, Natalie BRACHT’ın çocukları ile Haftada bir defa, kızlarından her biriyle sadece beş dakika süreyle ve bir görevlinin denetimi altında görüşmesine müsaade ediliyor olması, Her 4-7 haftada bir kere, kızlarından biriyle sadece 20 dakika, iki gardiyanın refakati altında görüştürülmesi kabul edilemez bir insan hakkı ihlalidir.
Çocuklar ile annenin yaptığı telefon görüşmeleri kayıtlarında çocukların ağlayarak annelerini istemesi buna rağmen alman yetimhanesindeki gardiyanların! Suç bastırır gibi Natalie’yi dikkatli konuşması için uyarmaları ve tehdit etmeleri tipik bir nazi soğukluğudur!
Almanya’da anne ve çocukların birbirlerine kavuşmaları için sürdürülen kampanyalardan -çocukların psikolojilerinin bozulmuş olmasına ve çocukları yetimhanede tutmak için herhangi bir delil bulunmamasına rağmen- henüz bir sonuç alınamamış ve bu kampanyalar alman makamlarınca engellemeye tabi tutulmuştur.

Protesto gösterilerinin hemen ardından çocuklar bulundukları yetimhaneden bilinmeyen başka bir yere nakledilmiş ve annelerine bilgi verilmemiştir. Natalie BRACHT’ın bütün taleplerine rağmen çocuklarının nereye götürüldüğü bilinmemekte ve alman makamlarınca bilgi verilmemektedir.

Bu nazi zulmünün sona ermesi ve anne ve çocukların daha fazla zarar görmeden birbirlerine kavuşmaları için aşağıda Türkçe ve ingilizce örneği bulunan mektup metninin ilgili adreslere gönderilmesi ve alman hükümetine konunun insan hakları aktivistleri tarafından takip edildiğinin bildirilmesi gerekmektedir.

İlgilerinize sunulur!


Üstün BOL
Mazlumder Ankara






Mektup Metni:

Sehr geeehrte Damen und Herren,
Durch Medien habe ich erfahren, daß die Frau Natalie Bracht wegen Ihrem religiösen Bekentniss (Islam) von ihren fünf Kindern entführt wurden ist. Selbst die Behauptungen der britischen Behörden über Frau Bracht, wie das "Lügnerin bzw. Geschichtenerzählerin" richtig wäre, man darf eine Mutter von Ihrem Kinder nicht auf dieser Art und Weise trennen und die Kinder dadurch leiden lassen.
Als ein "Mensch", bitte ich Sie den Fall nochmals zu überprüfen. NEUTRAL und GERECHT.

Es ist eine Unverschämtheit wie man Worte verdreht, Kinder manipuliert und zu Guter letzt die neue Religionszugehörigkeit der Frau Bracht als eine “Gefahr” darstellt, die ihren Kindern “schadet”. In einem Rechtsstaat wie Deutschland dürfte sowas nicht passieren.
Mit freundlichen Grüßen



Sayin yetkililer,

Medya vasıtasıyla, bayan Natalie Braucht'in dini mensubiyetinden dolayı (İslam) çocuklarından uzaklaştırıldığını öğrendim. İngiliz kurumların bayan Braucht hakkında ileri sürdükleri "yalancı, masal anlatan bir hasta" gibi iddiaları doğru olsa dahi, bir anne bu şekilde çocuklarından koparılamaz ve çocuklara böyle bir dram yaşatılamaz.

Bir "insan" olarak, sizden bu olayın yeniden incelenmesini talep ediyorum. Bağımsız ve Adil olarak...

Kelimelerin bağlamlarından saptırılması, çocukların kullanılması, hepsinden daha da önemlisi; bayan Bracht'in mensup olduğu yeni dinin, çocuklara "zarar" verebilecek bir "tehlike" olarak sunulması UTANMAZLIKTIR. Almanya gibi bir hukuk ülkesinde bu tür hadiseler yaşanmamalıdır.

Saygılarımla





e-mail gönderilecek adresleri:

jugendamt.soz@muenchen.de
justm.soz@muenchen.de
waisenhaus.soz@muenchen.de
redaktion-stja.soz@muenchen.de
Webmaster@stmas.bayern.de
poststelle@bmi.bund.de
poststelle@bmfsfj.bund.de
simon@bmfsfj.bund.de
monika.reiter-schwarz@muenchen.de
h.franz@muenchen.de
rolf.waldmann@muenchen.de
walter.stoiber@muenchen.de
poststelle@stmi.bayern.de
Pressestelle@stmas.bayern.de
Poststelle@stmas.bayern.de

7 Ağustos 2009 Cuma

ALİYA...

Komutanımız askerlerini selamlıyor...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

ULUSLARARASI gAF ÖRGÜTÜ!


















Irene HAN!
Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri…
İnternet haberlerinde okuduğumuza göre Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA)’da konuşmuş hanımefendi ve başı örtülülere bol bol mavi boncuk dağıtmış…

Demiş ki:
"Devletin sorumluluğu, bir kadına ne giyeceğini seçmesi konusunda bir düzenlemeye gitmek değil, ona, bu seçimini herhangi bir zorlama ya da şiddete maruz kalmadan yapabileceği bir ortamı sağlamaktır"

Bu kadar da değil, devam etmiş:
"Bu bir ifade özgürlüğü meselesi. Bir kadının başörtüsü takmayı ya da takmamayı seçme hakkı vardır. Devletin sorumluluğu, kadına ne giyeceğini seçmesi konusunda bir düzenlemeye gitmek değil, ona, bu seçimini herhangi bir zorlama ya da şiddete maruz kalmadan yapabileceği bir ortamı sağlamaktır. Bu hem benim, hem de temsil ettiğim kurumun görüşü. Kadınları başörtüsü takmaya veya Suudi Arabistan ve İran'da olduğu gibi vücutlarını örtmeye zorlamak ne kadar yanlışsa, onlardan, Türkiye'deki kurumlarda ya da Fransa'daki okullarda giymemelerini istemek de bir o kadar yanlış. Uluslararası Af Örgütü'nde de başörtüsü takanlar var, takmayanlar var. Kadınları başörtüsü takmaya ya da takmamaya zorlayan yasalara katılmıyoruz"

Ne kadar güzel cümleler değil mi?
Kim bilir içimizden bazıları sonunda birileri bizi anladı diye sevinç gözyaşları dökmüştür.
Ama işin aslı öyle değil!

Irene hanım, SETA’da yaptığı konuşmasında başı örtülülerden hiç bahsetmemiş aslında!
Konuşması bittiğinde MAZLUMDER Genel Başkanı Faruk Ünsal cebinden bir kartpostal çıkartıp Uluslararası AF örgütü Türkiye ve İngiltere şubesinin birlikte bastırdığı 8 Mart dünya kadınlar günü için hazırlanmış kartpostalı göstermiş ve demiş ki:
“Bu kartpostalda haksızlığa uğramış 45 kadın fotoğrafı, 45 haksızlık figürü var. Ancak burada başörtüsü sorunu yaşayan kadınlar yok. Siz şahsen ve kurum olarak başörtüsü hakkında ne düşünüyorsunuz ve bu kartpostalı nasıl açıklayacaksınız?

Hanfendi bu soru üzerine dağıtmış o mavi boncukları ve fakat bu kartpostala ilişkin herhangi bir açıklama getirmemiş.
İrene Han’ın yanıtında dikkat çeken bir başka husus ise, her nedense baş örtüsü özgürlüğü için düşünceleri sorulmuşken İran ve Suudi Arabistan’dan bahsetmesi.
Türkiye’deki başörtüsü sorununun İran’la ve Arabistan’la bir bağlantısı yok ama hanım efendinin bilinçaltında hiçte masum olmayan düşünceler var.
Bir hakkın savunusu için bir diğerini pazarlayan, birini diğeriyle ölçen ve kıyaslayan kapitalist bir kir!



Kaldı ki sadece bu değil Uluslararası gaf Örgütünün tek kabahati…

israil adlı silahlı çetenin Gazze’ye saldırısı sırasında Mazlumder ve İHD israilin Ankara temsilciliği önünde ortak bir basın açıklaması yaptılar.
Bildiri metni MAZLUMDER ve İHD tarafından imzalanmıştı.
Mazlumder’in eski Genel Başkanı Ömer Faruk GERGERLİOĞLU söylemişti, Uluslararası Af Örgütünün “taraf” olmamak için metne imza atmadığını…
Dünyanın gözleri önünde 1500 can katledilmiş ve insan hakları örgütü olduğunu iddia eden bir gaf örgütü taraf olmamaktan bahsediyor.

Bu kadar da değil. israilin saldırıları biter bitmez aynı gaf örgütü Hamas’ın yargısız infaz yaptığı gerekçesiyle uluslararası bir kampanya başlatıyor!
Ve nedense taraf olmamak kimsenin aklına gelmiyor!

İşine geldiği zaman taraf olan, işine gelmediğinde taraf olmayan sözüm ona bir insan hakları örgütü!

Ama bu piyasada yer edinmek istiyorsanız ara sıra bir şeylerde yapmak gerekiyor.
Gaf örgütü bunun farkında!
Filistinli yerleşimcilerin evlerinin yıkılmasına karşı kampanyalar örgütlüyor.
İçimizin yağları eriyor!
israil elçiliğine, israil savunma bakanlığına, israil hükümetine mektuplar göndertiyor.
israile karşı yapılıyormuş izlenimi verilen, ancak aslında gayrı meşru israil devletini zihinlerde akredite etmeye çalışan ve kamuoyunda israili devlet olarak tanıtan bu kampanya israilin aleyhine mi işliyor?

Gaf örgütü işgalci israilin Filistin topraklarından çıkmasını ve bütün Filistin topraklarının yönetiminin Filistinlilere bırakılmasını savunmuyor.
Aksine iki devlet modeline hizmet ediyor ve israili meşrulaştırıyor.

Bizimde oturduğumuz yerden bu gaf örgütünün insan hakları temelinde ne kadar da insancıl çalışmalar yürüttüğünü, empati yeteneğinin ne kadar gelişmiş olduğunu düşünmemizi istiyor…

Ve son olarak o kartpostalı açıklamak zorundasınız hanfendi!
“Bu bir ifade özgürlüğü meselesi” değil!...
Ya açıklayın, ya da alın mavi boncuklarınızı…



Cyrano De Bergerac
05.07.2009

tagore