10 Haziran 2021 Perşembe

 

BİBERİLER - DİN’LE DEĞİŞİK İLİŞKİLER-2




 

Ticanilerin Türkçe ezan eylemleri hep dikkatimi çekmişti. Aklımın bir köşesinde bir gün üzerine yazmak fikri dönüp dolaşıyordu. Ticanilerle ilgili yazıyı (https://hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-chp-ve-din-le-degisik-iliskiler-1-2341)  araştırırken karşıma 1972 tarihli Sıkıyönetim Komutanlığı “Teokratik Devleti Savunan Örgütler Yapılanmalar” raporu çıktı. Bu raporda bildiğimiz Nurcular, Süleymancılar, Kadiriler, Nakşiler gibi cemaat ve tarikatların yanında ‘Biberilik’ maddesi de yer alıyordu. Bu adı ilk kez duyuyordum ve nasıl bir yapı olduklarını merak ediyordum.

 

“Teokratik Devleti Savunan Örgütler Yapılanmalar” adlı istihbarat raporunda Biberiler hakkında: ‘Sözde tarikatların bir diğeri de ‘Biberilik’ adlı örgüttür. Liderleri İsmail Emre, Şevket Kutkan’dır’ deniliyordu. Biberiler tarikat olduklarını ısrarla reddetseler de tarikatın bir yol olduğu düşüncesinden hareketle ve aslında ‘örgüt’ gibi bir kelimeyi kullanmamak için yazı boyunca Biberiler’den bahsederken tarikat kelimesini tercih edeceğim. Öte yandan tarikat söylemine ilişkin şerhlerini de belirtmek isterim:

 

S. – Size tarîkatçı diyorlar; ne dersiniz?

Emre – Ben tarîk marîk bilmem. Bu iş, bir kelâmdır, anlayabilirsen anla; bir maneviyyettir, yürüyebilirsen yürü.

Tarîkatlar, büyük adamlar göçtükten sonra onların büyüklüklerini anlayamayan kimseler tarafından menfaat için kurulmuş herhalde. O büyük adamların isimleri, sonradan gelenlere menfaat vâsıtası olmuş. Hâlbuki işin hakikatini anlamayanlar, onların ektikleri nûr-u ilâhî’nin menfaat tanelerini toplamışlardır.

Anlayışın, idrâkin tarîki olur mu ki, biz tarîkatçı olalım?..     

(http://ismailemre.net/13-aralik-1954-sayi-114/)

 

Biberilik?

Bütün tarikatlar ve cemaatler özü itibariyle dini bir damardan beslenir. Kadiriler, Nur Talebeleri, Nakşibendiler bir geleneği sürdürür. Nevzuhur yapılar ise küçük, marjinal ve gizli olarak kalır. Biberiye tarikatının kurucusu, Diyanet İşleri Başkanlığına göre Tarsus doğumlu Hafız Halil Develioğlu’dur. İstihbarat kayıtlarında ise tarikatın kurucusu İsmail Emre olarak geçmektedir.

Halil Develioğlu, Rifai, Kadiri, Bektaşi birçok tarikatı takip etmiş ve nihayetinde Nakşibendi tarikatının Halidi koluna mensup Seydişehirli Hacı Abdullah Efendiye bağlanmıştır(1). Halil Develioğlu Biberiye tarikatını bir dönem memuriyet yaptığı Adana’da kurmuş, tarikatın Biberi adını ise müntesiplerinin acı biberle çile çıkarmaları ve baharatlı yemekleri tercih etmeleri sebebiyle vermiştir.

Halil Develioğlu’nun dini yolculuğu izlendiğinde ilk başlarda tasavvuf çizgisini takip ettiği görülür. Ancak; Biberilerde bugün dikkati çeken Bektaşi vurgusu onda görülmemektedir. Halil Develioğlu her ne kadar tarikatın kurucusu kabul edilse (http://ismailemre.net/sevgili-hafiz-develi/ http://ismailemre.net/gelin-yemek-yiyelim/ http://ismailemre.net/asik-gozlerini-yumar/ ) ve ondan saygıyla bahsedilse de tarikata asıl yönünü veren ve çizgisini belirleyen kişi İsmail Emre’dir.

İsmail Emre ve DOĞUŞ’ları!

İsmail Emre Adana’nın ulemalarından kabul edilen Hoca Hakkı Efendinin oğludur. 1900 yılında Adana’da dünyaya gelmiştir. Adına açılan internet sayfasında söylendiğinde göre mektep, medrese yüzü görmemiştir. Eski harfleri bir olağanüstülükle tabelalardan fotoğraflardan görerek öğrenmiştir! Sonradan öğrendiği ‘Eski Harf’lerle Niyazi Mısri ve Yunus Emre divanlarını ‘şöyle böyle’ okumuştur. İslam ve peygamber tarihini dinleyerek, doğru dürüst eski yazı bilmemesine rağmen Ahmediyye, Muhammediyye, Şahmaran, Kan Kalesi gibi tasavvufi kitapları okuyarak öğrenmiştir!

İsmail Emre, Halil Develioğlu’ndan öğrendiği tasavvuf yolunu sürdürdüğünü iddia etmektedir. Sohbetlerinde, şiirlerinde buna vurgu yapmaktadır. Bununla birlikte hayatı boyunca yaptığı en büyük vurgu Yunus Emre’yedir. Kendisini Yeni Yunus Emre diye tanıtır ve bunu tesis etmek için adının sonuna Emre soyadını bu yüzden alır. Yunus Emre’ye yapılan bu atıf tarikatın ileride bahsedeceğimiz yöneticilerinin de isimlerine Emre eklemesi ile adeta bir ritüel olacaktır (Tarikatın kadın önderlerinden Atiye Emrecan’ın, Yunus Emre’den ‘Emre’ ve Alevi ritüelinden gelen ‘Can’ı alarak ‘Emrecan’ soy ismini seçmesi de tesadüf değildir.).

İsmail Emre şairlik iddiasındadır. Yunus Emre gibi şairdir ama Yunus Emre ve benzerlerinden onu farklı kılan bir durum vardır. Şairler, münevver iseler şiirlerini ölçüp biçerek, düşünüp taşınarak yazarlar. İsmail Emre ise şiir söylerken kendinde değildir! Yani, ne söylediğinden kendisinin de haberi yoktur. Ağzından çıkan sözleri kulağı işitmez, bu durumu Emre ve sevenleri şöyle anlatır:

Emre'nin manevi ihata ve vukufu içine giren hadiseler vesilesiyle ve ilahi bir tazyikle söylediği bu tasavvufi şiirlerin gerek lafzi, gerek fikri inşasında kendi iradesinin hiçbir rolü ve tesiri yoktur. Yani, tıpkı hamile bir kadının, çocuğunu doğurması veya doğurmaması nasıl elinde değilse, bu şiirleri söylemek veya söylememek de Emre'nin elinde değildir. Bunun içindir ki o, kendisinin olmayan bu şiirlere Doğuş adını vermektedir. Ve Emre, kendi varlığının, bu doğuşları söyleyen Kudret ile onları dinleyenler veya okuyanlar arasında sadece bir vasıta vazifesi gördüğünü daima söylemektedir.’ İsmail Emre bu durumu şöyle anlatır: ‘Emre bir neydir ve o Kudret zaman zaman gelip bu neyi üflemektedir.

Emre bu doğuşların kendi iç âleminde daima ve hiç durmadan söylendiğini, ancak icap edenlerin ses ve söz halinde dışarı çıktığını söylemektedir.

Emre, bu halin kendisine gelişini şöyle anlatmaktadır: Doğuş söylemeden evvel, bana tatlı bir ağırlık geliyor, vücudumda bir cereyan hissediyorum. Bu cereyan beni birkaç sefer elektrik çarpar gibi sarsıyor, ondan sonra ne dünya, ne ahiret, ne bilgi, ne görgü, ne işittiği,, ne de duygu kalıyor...

Doğuş bitip Emre kendisine geldikten sonra: Okuyun bakalım, biz de dinleyelim de istifade edelim diyor. Doğuş bitiminde Emre! diye mahlasını söylerken yavaş yavaş kendine geliyormuş.

Emre, bu hali hiçbir lisan tarif edemez diyor. Akl-ı cüz', akl-ı küll'e yaklaşır ve akl-ı küll söyler.

Doğuşlar görüş ve arzularımıza göre doğar. Doğuşlar aşk kelamıdır. Aşka bürünmüş sözler nazımla çıkar. Doğuşları anlayabilmek için aynı hale bürünmek lazım.’ http://ismailemre.net/09-subat-1953-sayi-66/  (DOĞUŞLAR 2, 1965, Doğan Basım Evi Adana, Şevket Kutkan'ın önsözünden.)

Görüldüğü gibi Halil Develioğlu tarikat içinde mistik-romantik bir kurucu olarak yer alırken, tarikatın asıl yönlendirici ve manevi önderi olarak İsmail Emre öne çıkarılmaktadır. Tarikatın web sayfalarında, kitaplarında, dergilerinde, tarikat adına konuşan söz sahibi bağlılarında hep İsmail Emre’nin öne çıkarıldığı, her ortamda İsmail Emre’ye atıf yapıldığı görülmektedir. Kendisinin olmayan, ‘doğuş’ adını verdiği şiirler O’na onun da kontrolü dışında söyletilmiştir! İlahi bir anlam verilen ve kutsal bir metin gibi görülen bu doğuşlar İsmail Emre söyleminin/dilinin/sohbetinin adeta kutsal metinleridir!

Kemalist Bir Tarikat!

İsmail Emre Tarikatın yayın organı Düşünüyorum dergisinde kendisiyle yapılan sohbetleri yayınlamaktadır. http://ismailemre.net/sohbetler/ sayfasında 7 Nisan 1952  tarihinden 15 Şubat 1957 tarihine kadar 41-166. sayıların tamamı yayınlanmaktadır.

İsmail Emre bu sohbetlerinde Yunus Emre aşkından, tasavvuf anlayışından ve İslami camianın ‘yobaz’lıklarından sıklıkla bahseder! Ve yine sıklıkla bahsettiği hususlardan biri de Mustafa Kemal’dir! Sohbetlerin Demokrat Parti iktidarında yapıldığı, özellikle iktidarın ilk yıllarında dini özgürlükler alanında geniş zamanların yaşandığı düşünüldüğünde bu sözlerin bir korku veya korunma nedeniyle söylenmediği, İsmail Emre’nin samimi duygularını yansıttığı anlaşılmaktadır.

İsmail Emre’nin Mustafa Kemal’le ilgili düşüncelerini ve M. Kemal’le ilgili sorulara cevaplarını yazım hatalarını düzeltmeden birlikte okuyalım:

-Bursa'da bir adam, Atatürk'ün mâneviyetini kara bir levha olarak görmüş. Siyah levhada küçük bir beyaz nokta varmış, bu da yaptığı sevapmış.
Emre- O adam kendi kalbini görmü
ş. Atatürk lâyık olmasaydı, Allah onu, Milletimizin kurtulmasına sebep olarak halk etmezdi. Ne güzel, bir zaman câmilerde secde edilecek yerleri ayakla basılmaktan kurtarmıştı. Oralara yerden biraz yümsekçe tahtalar döşetmişti. Şeriat çok güzel: Elinin pis kaldığından şüphe ediyorsan, o yaptığın tahâreti tahâret saymıyor. Bizim dindarlar değil, dîni darlar şerîatın bu titizliğini görmezler, duymazlar. Sâdece bir sevap bellemişler. Hâlbuki sevap, vicdânın, aklın huzûrudur, günâh da vicdânın azabıdır.
Yaptı
ğımız bir suçu unutabilir miyiz?

Velhâsıl, Atatürk'e dinsiz diyenler, onun yıktığı taassup binâsının kerpiçleri, enkaazıdır.
-Atatürk Konya'da asabî bir haldeyken, Mevlânanın ziyâretinde bulunmu
ş. Orada bir levhadaki yazıyı okuyunca, bütün asabiyeti geçmiş.


Emre- Mevlânânın kendisi gibi olmu
ş ki onun sözünü duymuş. O seviyeye gelmese, o
sözü anlıyabilir mi? Bir de o sözü tutabilir miydi? Onun aleyhinde bulunmak, millî
nankörlüktür.
-Mebusun biri, Atatürk'ün yaptı
ğı inkılâplara muhalifmiş.

Emre- O muhakkak hoca takımındandır. Vatan için çalışan bir insanın heykelini vatana dikerler ki, onun gibi çalışacak olanlara bir teşvik olsun. "Resim olan yerde namaz kılınmaz" sözünü de yanlış anlıyorlar. Namazda Allahın huzurunda olduğumuz hâlde, kalbimizde ve kafamızda başka düşüncelerin, başka kimselerin resimleri varsa, o namaz kılınmış sayılır mı? Cahil ne kadar koyu ise, insan o kadar zâlimdir. Cehâlet kalktıkça, ortalık o kadar ışır. Yobazların Atatürk'e ve inkılâplara karşı olmaları, cehaletlerindendir.
Gaazi'ye sûikast yapmak istiyenlerin yakalandı
ğı günmüş. Develioğlunu dinliyorduk,
birisi geldi: "Gaazi'yi öldürmek istiyen iki adam çıkmı
ş, birisinin adı mehmet miş" dedi.
Sohbette bulunanlar hayrette kaldılar. Develio
ğlu: "Gazi'yi Allah, kahhar sıfatına mazhar etmiştir. Kötü niyetle ona parmağını uzatan mahvolur, onu kimse öldüremez. Ona sûikast
edenleri asarlar" dedi.
https://www.facebook.com/55683236277/photos/atat%C3%BCrk-ile-ilgili-ismail-emre-hazretlerinin-bir-sohbeti-bursada-bir-adam-atat%C3%BCr/10152308087961278/ (Bu adresten topluca alıntıladığımız görüşler www.ismailemre.net  sayfasında sohbetler başlığı altında yer alan kısımda farklı farklı sayfalarda yer almaktadır.) 

Yine başka bir sohbetinde ise İsmail Emre Mustafa Kemal hakkında ne düşünüyorsunuz sorusuna şu cevabı vermektedir:

S. – Atatürk için ne düşünürsünüz? Atatürk, beşeriyyete yarar bir eser bıraktı mı?

Emre – Bıraktı. Atatürk’ün manevîyyeti cidden büyüktü. Bilirsiniz ki ben riyâ bilmem. Atatürk başka bir âlemdi. Uyanık ve büyük bir adamdı… “Allah’ta fânîydi o”. Gerek maddî gerek mânevî olarak büyük bir adamdı. O Allah’ın irâdesiyle yaptı yapacaklarını. Bazı kimseler ise kendi kuvvetlerine güvenerek iş yapmışlardır. Onların işleri, kendileriyle beraber bu âlemden gitmiştir… Neron’un nesinden istifâde ediyoruz? Canavar gibi hücum etmiş.

http://ismailemre.net/28-haziran-1954-sayi-102/    

Mustafa Kemal hakkında İsmail Emre bunları söylerken, tarikatın kurucusu Hafız Halil Dervişoğlu’nun Mustafa Kemal hakkında yazdığı Süleyman Çelebi’nin Mevlidinden mülhem dizeler ise tüylerimizi diken diken etmeye yetecektir! 

KEMAL

On sekiz bin âlemin mir’âtı sensin yâ Kemâl,
Bu deryâya nazargâh, musaffâsın yâ Kemâl.
Ehl-i irfansın, cihan keyfiyyetin tahkîk edip,
Âlem-i nâsut içinde, dürrüyektâsın yâ Kemâl.
Ehl-i keyfin zulmünü reffeyledin bizden cüdâ,
Lütf-u Haksın, pür tecellî Hak Cemâlsin yâ Kemâl.
Her kimin gönlünde yoktur Hak sevgisi, olmaz felâh,
Kalbi âmâdır anın, sen merd-i Şahsın yâ Kemâl.

Kudret-i Yezdânı inkâr eyleyenler çok dürür,
Sen bilirsin herşeyi, ehl-i irfansın yâ Kemâl.
Çünkü eczâyı vücûdun, harf-ı eshabtır senin,
Muhtelif çoktur cihanda, her yanasın yâ Kemâl.
Cümle eşyâyı hakâyık remzi sende görünür,
Lâfzı var, mânâsı var sende, ayânsın yâ Kemâl.
Çünkü Hakkın emrine bağlı başımız cümleden,
Ol ulülemre itaat eyleyensin yâ Kemâl.

Aklı evvel olmasa âlemde, nâkıslar bütün,
Akl-ı sânîde kalır cümle, kânsın yâ Kemâl.
Bir günâhkâr Meyyitîyim, fikrimce doğru söyledim,
Yanlış ise, affeden Mehdî zamansın yâ Kemâl.
(
http://www.dusunuyorumdergisi.com/kemal/)

Şimdi Sıkıyönetim Komutanlığının 1972’de hazırladığı Teokratik Düzeni Savunan Yapılar raporuna dönelim. Bu raporda siyasi partiler, tarikatlar ve cemaatlere uzun uzun yer verilirken iki yapı hakkında kısa cümleler kurulmuş ve adeta mesele geçiştirilmiştir. Bunlardan biri bir önceki yazımıza konu olan Ticaniler diğeri ise Biberilerdir! Rejim, kendisi için tehdit olarak gördüğü dini yapılarla ilgili hazırladığı raporda adını andığı cemaat ve tarikatlara detaylı yer vermiş, Ticanilerin istihbarat sağlanan bir yapı olduğunu belirtmiş, Biberiler ile ilgili ise kurucularının kim olduğundan başka bilgi vermemiştir!

(https://hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-biberiler--din-le-degisik-iliskiler-2-2365 Adresinde yayınlanmıştır.)

(Devam edecek…)

 

(1)    Biberiye Tarikatı Hakkında, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Resimli Posta Matbaası, 1964-Ankara

Atıf: http://www.gercekhayat.com.tr/yazarlar/mason-inonu-nasil-tarikat-kurdu/

 

 

 

CHP VE DİN’LE DEĞİŞİK İLİŞKİLER-1



 

Yeni nesil bilmez, şimdilerde çok revaçta değil ama eskiden ‘gericiler’le birlikte Müslümanlara karşı kullanılan argümanlardan biri de ‘Ticani’ idi. ‘Gericilik’ yüzlerce yıldır kullanılan bir argüman olması nedeniyle tanıdıktı ama bu ‘Ticani’ ne demekti.

Ahmed b. Muhammed tarafından 1782 yılında Fas’ta kurulan tarikat adını kurucusunun eşinin kabilesi olan Ticane’den alıyordu. Fas, Cezayir, Senegal, Sudan, Moritanya gibi ülkelerde bir dönem etkili olan tarikatın Türkiye’de bilinen bir kolu ve faaliyeti yoktu.

1897 Yılında Ticani Şeyhi Sidi Muhammed İstanbul’a gelip Sultan Abdülhamit’le görüşmüş olsa da Osmanlı belgelerinde Ticani tarikatına ait hiçbir tekke kaydı bulunmuyordu.

O halde Türkiye’de faal olmayan, Yeni Cumhuriyet coğrafyasında bilinmeyen ve mensubu olmayan bir tarikatın adının Müslümanlara karşı hakaretamiz bir şekilde kullanılmasının sebebi neydi?

Türkçe Ezana Karşı Eylemler ve Ticani’ler

Bir Yeni Cumhuriyet zorbalığı olarak karşımıza çıkan Türkçe Ezan ve Türkçe İbadet’le ilgili tartışmalar esasında Cumhuriyet öncesi döneme dayanır. Osmanlının yıkılma sürecinde geç uluslaşma süreci yaşayan reddi mirasçı Osmanlı aydınları milliyetçilik cereyanının etkisinde her alanda Türkleştirme eğilimindeyken, dinin Türkleştirilmesi, İslam’ın millileştirilmesi gibi gayri sahih bir akıma kapıldılar. Özellikle Ali Suavi ve Ziya Gökalp gibi ‘aydın’ların dile getirdiği dinin millileştirilmesi projesi için adımlar Cumhuriyet’le birlikte atılsa da bu düşünce bir Meşrutiyet ve Tanzimat projesi olarak karşımızda durmaktadır. Ziya Gökalp’in 1918 yılında Yeni Hayat dergisinde yazdığı Vatan şiiri bu projenin şifrelerini barındırmaktadır.

‘Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur.

Köylü anlar manasını namazdaki duanın...

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'an okunur.

Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın...

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!’

Tanzimat ve Meşrutiyet’le başlayan ‘Milli Din’ düşüncesi Yeni Cumhuriyetle birlikte 1925 yılından itibaren hayata geçirilmeye başlandı. Dini, günlük ve idari hayatın dışına atacak yasalardan sonra ilk Türkçe ezan 1931’de Yerebatan camiinde okundu. Aynı yıl bir Kadir Gecesi’nde Türkçe Kur’an, Türkçe Kamet ve Türkçe Tekbirler (Itri) Ayasofya camiinden yükseldi. 1941 yılında ise Ezanın Türkçe Okunmasına Dair Kanun ile ezanın bütün dini mekanlarda Türkçe okunması yasal bir zorunluluk haline getirildi.

 

Türkçe Ezan Kanununun uygulanmaya başlanması ile birlikte ülkenin dört bir yanından protesto sesleri yükseldi. Başta Bursa, Rize, Yozgat, Erzurum olmak üzere yurdun her yanından Müslümanlar Türkçe ezana karşı eylemler gerçekleştirdiler. Ankara bu eylemlere sert mukabele ediyor, Arapça ezan okuyanları şiddetle cezalandırıyordu. Cezalar sertleştikçe ve yaygınlaştıkça eylemlerin sona ereceğini düşünen Ankara hükümeti büyük bir yanılgı içerisindeydi. Anadolu insanı cezalardan yılmıyor, bu sefer ezanı cezai ehliyeti olmayan çocuklar ve delilere okutarak Türkçe ezanı hiçbir zaman kabul etmeyeceğini ilan ediyordu.

 

İsmet İnönü 1945 yılında 1. Dünya savaşı sonrası değişen dengeleri dikkate alarak Türkiye’de çok partili hayata geçme kararı aldı. Ülkenin ekonomisi tükenmiş, Ankara’nın desteklediği Nazi Almanyası savaşı kaybetmişti. İsmet İnönü Amerikan yönetimiyle ilişkileri düzeltebilmek için çok partili hayata göz kırpıyordu. Aslında niyeti küçük bir muhalefet partisi kurdurup, seçim kazanma ihtimali olmayan bir yapıyla Amerika’ya ve etki alanına demokrasi fotoğrafı vermekti.

 

Ama işler CHP’nin istediği gibi gitmedi. CHP’nden ayrılan milletvekillerinin kurduğu Demokrat Parti ülke genelinde hızla teşkilatlanmış, Halk Partisinin baskıcı uygulamalarından bunalan halk Demokrat Partiye büyük bir teveccüh göstermişti. Durumun kötüye gittiğini gören İnönü ve CHP 1946 ‘Çok partili seçiminde’ açık oy gizli tasnif ile seçim sonuçlarını lehine çevirmeyi başardı. İlginçtir CHP, bu hileli seçim zaferinden sonra 2021 yılına kadar bu kötü mirasın etkisiyle olsa gerek hiçbir seçimden başarıyla çıkamadı.

 

1946 seçimlerini hile ile dahi olsa CHP kazanmıştı ancak Demokrat Parti tehlikesi göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir korku yaratmıştı. İki partinin tabanları arasında bariz bir fark göze çarpıyordu. CHP zulmünden bunalan Nurcular, Süleyman Hilmi Tunahan’ın talebeleri, Cemaat ve Tarikatlar, İslami camianın neredeyse bütün unsurları CHP’ne karşı Demokrat Partinin etrafında toplanmışlardı. CHP tabanında ise her türlü haksızlıktan nemalanan, bürokratik kadroları işgal eden ve kişisel çıkarları için kullanan küçük ama etkin, kendince seçkin bir kalabalık vardı.

CHP gerek uygulamaları gerekse söylemleri ile kurulduğu günden bu yana halk nezdinde ‘din düşmanı’ olarak anılıyordu. CHP güçlenen bir muhalefet karşısında kötü imajını düzeltmek ve Demokrat Partinin kamuoyundaki imajına zarar vermek için bir şey yapmalıydı!

 

Türkiye Ticanilik ve Ticanilerin şeyhi Mehmet Kemal Pilavoğlu ile 1942 yılında birden bire tanıştı. Hukuk Fakültesinden terk olan Kemal Pilavoğlu Cumhuriyet devrimlerine başkaldırıyor, müritleri Mustafa Kemal’in heykellerine saldırıyor, Camilerde Arapça ezan okutarak Türkçe Ezan Kanununa açıkça muhalefet ediyor ve İslam topraklarında putçuluğa müsaade etmeyeceğini söylüyordu. Bu eylemleri sebebiyle Ticaniler zaman zaman derdest ediliyor çeşitli cezalar alıyor fakat CHP’nin devrimleri en güçlü şekilde savunduğu zamanlarda eylemlerini sürdürebiliyordu!

 

Ticanilerin 1942 yılında başlayan eylemleri 1949 yılına kadar olağan şekilde devam etti! Aldıkları cezalar da rutin şekilde uygulanıyordu! 1949 yılında TBMM dinleyici localarında gerçekleştirdikleri Arapça ezan eylemi ise adlarının duyulmasında ve ülke gündemine gelmelerindeki en büyük adımdı.

1950 seçimlerini Demokrat Partinin kazanmasıyla birlikte Ticaniler Arapça Ezan ve heykel saldırılarını artırarak devam ettirdiler.

Ancak Demokrat Parti iktidarında Ticanilerin eylemlerine karşı tepkiler hiç olmadığı şekilde yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştı. Kendi iktidarında Ticanilerin eylemlerini adi vakalar şeklinde geçiştiren CHP, Demokrat Partinin iktidara gelmesi ile birlikte devrim kanunlarına muhalefet eden ve M. Kemal’in heykellerine saldıran Ticanilerle ilgili mitingler yapmaya başladı. Demokrat Partiyi köşeye sıkıştırmak için iktidarları döneminde yapmadıkları uygulamaları en sert şekilde talep ediyorlardı.

 

Ancak; Kemal Pilavoğlu ile ilgili o günlerde çok da gündeme gelmeyen ilginç bir durum söz konusuydu. Kemal Pilavoğlu 1950 seçimlerinde CHP’nden Ankara milletvekili adayı olmuş, DP’nin seçimi büyük bir zaferle kazanması üzerine CHP’den milletvekili seçilememişti! Evet! Ankara Zafer Meydanında Mustafa Kemal’in heykeline saldıran Kemal Pilavoğlu DP’ye karşı CHP’nden milletvekili adayıydı! CHP, muhtemelen DP etrafında toplanan İslami camianın karşısına yine dini kimliğiyle öne çıkan Ticanilerin lideri Kemal Pilavoğlu’nu çıkararak hem ‘din düşmanı’ imajını düzeltmek hem de DP’nin İslami camianın tek tercihi olmadığını göstermek istiyordu.

 

Nilüfer Narlı ise bu adaylıkla ilgili şöyle söylüyordu: “Aynı Ticânî Tarikatının lideri Demokrat Partinin adayı olsaydı, sanırım Türkiye yerinden oynardı. Cumhuriyet Halk Partisi böyle bir insanı aday gösterip daha sonra Atatürk heykelini tahrip etmesine kayıtsız kaldığı halde tek partili yılların bütün olumsuzlukları unutturularak, bu müessif hadiseyi yaptıranlar her ne hikmetse ülkemizde demokrasi şampiyonu ilan edilmekteler. Şu kadarını açıklıkla söyleyebilirim ki, bu gerçekleri yazamazsak Türkiye’ye, onun tarihine ve geleceğin ümidi, yarınların teminatı olan çocuklarımıza ihanet etmiş oluruz.”

 

 

Kemal Pilavoğlu CHP’den milletvekili adayı olduğuna göre CHP üyesi de olmalıydı! 26 Nisan 1950 tarihli Demokrat Partiye yakın Zafer gazetesinde Pilavoğlu’nun üyeliğiyle ilgili şöyle bir haber yer alıyordu: “Ticânî Tarikatı’nın Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve müritleri, İsmet İnönü’nün onayıyla partiye üye yapılmış, tarikat üyeleri köylerde toplantılar düzenleyerek parti propagandası yapmışlar ve köylüleri CHP’ye üye yazmışlardı. Atatürk heykellerine mel’unane tecavüzleri tel’in maksadı ile bugün büyük bir miting yapılıyor.” 

 

Yapılan bütün eylemler, heykel saldırıları ve mitingler sonrasında DP iyice köşeye sıkıştırılmış nihayetinde 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun çıkarılarak Menderes ve arkadaşları kurulu düzene ne kadar sadık olduklarını ispatlamaya çalışmışlardı! Kanunun çıkması üzerine CHP, üyesi olan Ticânîleri, heykel kırma eylemlerini gerekçe göstererek parti üyeliğinden çıkardı!

Bu kanun Müslümanlar üzerinde onlarca yıl demoklesin kılıcı gibi sallandırılacak, bu kanun gerekçe gösterilerek ileride birçok darbe yapılacaktı!

 

CHP’nin mitingleri (Cumhuriyet mitingleri de aklımızın bir kenarında dursun) ile iyice köşeye sıkıştırılan DP, CHP’nin yıllarca yapmadığını yaptı ve Kemal Pilavoğlu’nu, 1952 yılında Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesinde mahkum ettirdi. Yedi yıl hapis, 5 yıl sürgün, 5 yıl polis gözetimi cezalarından sonra ise Bozcaada’da müritleri ile birlikte ikamete mecbur etti.

Bu yargılamada dikkat çeken en önemli husus ise Pilavoğlu’nun avukatlığını yapan kişinin Yılmaz Akpınar olmasıydı. Çünkü Yılmaz Akpınar CHP Balıkesir Milletvekili Muzaffer Akpınar’ın oğluydu! Ticanileri önce üye sonra aday yapan ardından parti üyeliğinden atan CHP, Mustafa Kemal’e karşı işlenmiş suçlar nedeniyle yargılanan Ticanilerin liderinin avukatlığını yapıyordu!

1972 yılında Sıkı Yönetim Komutanlığı tarafından hazırlanan Teokratik Devleti Savunan Örgütler Yapılanmalar Raporu’nda ise Ticaniler hakkında: “Liderleri Kemal Pilavoğlu, Abdurahman Babur’dür. MAH (Türkiye'nin 1926 ve 1965 yılları arasındaki istihbarat teşkilatı) tarafından kurulmuş istihbarat alınan bir tarikattır” deniliyordu. Raporda adı geçen Abdurrahman Babur’un kim olduğu ve ne yaptığıyla ilgili ise hala bir bilgiye sahip değiliz.

DP’ye destek veren isimlerden Said-i Kürdi/Nursi ise Ticanilerle ilgili herhangi bir olumsuz yorum yapmadan bu hadisenin eski kanunların ve kötü uygulamaların tahrikiyle gerçekleşmiş olabileceğini belirterek DP’yi şu şekilde uyarıyordu.

“Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm’ın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum.”1   

Ticaniler ve Kemal Pilavoğlu samimi Müslümanlar mıydı yoksa CHP ve İnönü’nün siyasi oyuncakları mıydı? Kesin hüküm vermek kolay değil. Kimilerine göre o günün Aczimendileriydi, kimilerine göre ise samimi/saf Müslümanlardı. Bugün Bozcaada’da az sayıda mensubu kaldığı tahmin edilen Ticaniler, seleflerinin kullanışlı birer aptal olduğunu düşünüyorlar mıdır acaba?

https://hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-chp-ve-din-le-degisik-iliskiler-1-2341


1- Emirdağ Lâhikası, s. 396; Tarihçe-i Hayat, s. 537; Beyanat ve Tenvirler, s. 234.

Atıflar:

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/5186-sayili-ataturku-koruma-kanunu-1468104/

https://kafkassam.com/ticaniler-kemal-pilavoglu-ve-ataturk-aleyhine-islenen-suclar-hakkinda-kanun.html

https://www.sabah.com.tr/yazarlar/pazar/sever/2009/05/17/bir_inek_nasil_ticani_olur

 

 

 

 


ZEKİ VELİDİ TOGAN’IN AF MEKTUBU

(KİFAYETSİZ BİR MUHTERİS REŞİT GALİP-3)

10 Aralık 1890’da şimdiki Rusya Federasyonuna bağlı Başkurt Özerk Cumhuriyeti topraklarında dünyaya geldi Zeki Velidi (Togan). Babasından Arapça, annesinden Farsça öğrendi, aynı zamanlarda Rusça öğrenmeye başladı.

1915 yılında Rus meclisinde vekillere Müslüman halkların sorunlarını anlatmak üzere Başkurt temsilcisi seçildi. Tarih araştırmaları için Türkistan coğrafyasına birçok araştırma gezisi yaptı. 1921’de Türkistan Milli Birliğinin başına getirildi. Rusların Türkistan’a saldırması üzerine önce İran’a geçti, ardından Afganistan ve Hindistan üzerinden Türkiye’ye geldi. Vizesi olmadığı için Türkiye’den ayrılarak Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı. 1925 yılında Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin (Tanrıöver) daveti üzerine Türkiye geldi ve bir hafta içinde vatandaşlık alarak Türkiye’ye yerleşti. Zeki Velidi Togan genç yaşına rağmen Türk tarihi üzerine çalışmaları ile tanınan bilinen bir isimdi, Türkiye’ye gelir gelmez Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti üyeliğine atandı. Ankara’da geçen 1,5 yılın ardından Darülfünun Edebiyat Fakültesi Türk Tarihi Muallimliğine atanarak İstanbul’a yerleşti.

Her şey yolunda giderken Zeki Velidi’ye Türk Tarih Tetkik Heyetinin 1930 yılında hazırladığı Türk Tarih Tezi kitapçığı ulaştırıldı. Bu kitap Türk Tarih Tezi’nin ilk aşaması olarak belirli sayıda bastırılmış ve ilgili kişilere gönderilmişti. Kitabı inceleyen Zeki Velidi’nin kitapta anlatılan tezlere itirazları vardı. Bu itirazları 1932 yılında yapılacak 1. Türk Tarih Kongresinde de tekrarlayınca şimşekleri üzerine çekti. Bu, Zeki Velidi için geri sayımın başlaması anlamına geliyordu.

2 Temmuz 1932 tarihinde toplanan 1. Türk Tarih Kongresinde amaç; Türklerin ve Anadolu’nun tarihini İslam, Selçuklu ve Osmanlı’dan soyutlayarak yapay bir tarih kurgulamaktı. Zeki Velidi bu tezlerden bazılarına tarihi gerçekleri yansıtmadığı gerekçesiyle karşı çıktı. Oysa 1930 yılında basılan ve kendisine de gönderilen Türk Tarih Tezi kitabı Mustafa Kemal’in de onayı alınarak oluşturulmuştu! Zeki Velidi, Mustafa Kemal’in de izlediği oturumda Başta Reşit Galip, Şemsettin Günaltay ve Sadri Maksudi olmak üzere kendini makama pazarlamak isteyenlerin hışmına uğradı.

Türk Tarih Tetkik Heyetinin hazırladığı kitapçık, geçmişten bütünüyle kopuşu amaçlıyor, ırkçı tutumları benimsiyordu. Bu tutum yeni cumhuriyetin İtalyan faşizmi ve Alman nazizmi etkisinde kaldığı dönemin etkilerini barındırıyordu (Yeni Cumhuriyetin İtalyan faşizmi ve Alman nazizmi etkisi: https://hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-kifayetsiz-bir-muhteris-resit-galip-2235). İlerleyen yıllarda Türklüğü ispat için kafatası ölçümü de bu tez bağlamında yapılacaktı.

Bu tez açıkça aşağılık kompleksiyle yazılmıştı. Türklerin Avrupalılar gibi beyaz ırka mensup olduğunu, Türklerin Avrupalılığının tartışılmazlığını ispat etmeye çalışıyordu. İlaveten bir yandan Türklerin İslam’la bağını koparmayı amaçlarken, diğer yandan düşman bellediği Osmanlıyı, tarihinden silmek için bu tezi meşruiyet kaynağı ilan ediyordu.

Türk Tarih Tezine itiraz eden sadece Zeki Velidi değildi! Fuat Köprülü’de Tarih Tezi’ne itiraz ediyordu. Ona göre bazı kaynaklar tezi hazırlayanların işine geldiği gibi değerlendirilmiş, bazı kaynaklar görmezden gelinmişti. Köprülü bu eleştirilerini 1. Türk Tarih Kongresinde olağan dışı bir nezaket ve çekingenlikle yapıyordu. Bu nezaket ve çekingenliğe rağmen uğradığı şiddetli tenkit Köprülü’nün geri adım atmasını sağladı. Kongre boyunca bir daha tezle ilgili eleştiri yapmadı. Aksine yanlış anlaşıldığını, kendini doğru ifade edemediğini beyan ederek geri adım atmıştı.

Köprülü muhalif damgası yememek için elinden geleni yaptı. Çünkü ‘muhalif’ olanın başına ne gelebileceğini çok iyi biliyordu. Yıllar sonra Türk Tarih Kongresindeki tutumu sorulduğunda ‘Ne yapsaydım, benim evim sırtımda değil ki’ diyecekti. Bu sözleriyle Zeki Velidi’yi işaret ediyor, onun gidebileceği bir yerinin olduğunu, kendisinin ise burada kalmaya mecbur olduğunu söylüyordu.

Zeki Velidi eleştirilerinden geri adım atmadı, başta Reşit Galip olmak üzere kendisine yönelik hakaret ve aşağılamalara nezaketle karşılık vermeye çalıştı. Ama karşısındakilerin şedit üslubu karşısında onun nazik cevapları kifayetsiz kalıyordu. Ertesi gün Gazeteler talimat almış gibi Zeki Velidi’ye saldırıyor, Zeki Velidi vatana ihanetle, tarihi evraklarda sahtecilik yapmakla suçlanarak topun ağzına sürülüyordu. Zeki Velidi bu organize saldırılara daha fazla dayanamayarak aynı yıl üniversiteden istifa ettirildi. Bunun üzerine Viyana’ya gitti. Burada Türk tarihi çalışmalarına devam etti, doktorasını tamamladı. Doktoranın ardından Almanya’ya giderek önce Göttingen ardından Bonn üniversitelerinde Türk tarihi üzerine çalışmalarını sürdürdü.

1937 yılında Mustafa Kemal’in Almanya'yı ziyareti sırasında Afet İnan eliyle bir af mektubu yazdı. Avrupa’da saygın bir bilim adamı olan Zeki Velidi’nin bu mektubu daha önce Mustafa Kemal’e yazılmış af mektuplarından farklıydı. Çünkü o ‘evini sırtında taşımanın’ rahatlığını yaşıyordu! Zeki Velidi yalvarmıyordu! Yıllardır sürdürdüğü çalışmalarını daha faydalı olacağını düşündüğü ülkesinde yapmak istiyor, kitaplarını Türkçe yazmak istediğini belirtiyordu.

Cumhurbaşkanlığı arşivinde  01019745 sayı ile kayıtlı bu mektuba Çankaya hiçbir cevap vermedi. (Mektup metnine aşağıda yer verilmiştir. Cumhurbaşkanlığı arşivinde 01018843 sayı ile 1933 tarihli bir mektup daha bulunmaktadır. Bu mektupta Zeki Velidi 1. Türk Tarih Kongresi sonrasında ortaya atılan hakkındaki iddiaları yalanlayarak Mustafa Kemal’e kendisi hakkında doğru bilgileri vermeye çalışmaktadır. Bu mektuba ait sayfalar da yazı aralarında fotoğraf olarak yayımlanmıştır.) 1938 Kasımında Mustafa Kemal’in ölümü sonrasında Türkiye’ye döndüğünde ise tarih 1939 yılını gösteriyordu. Döner dönmez İstanbul Üniversitesinde göreve başladı. Ancak şartlar hızla değişiyordu. 2. Dünya savaşının sonlarına kadar nazi Almanyası yandaşı bir tavır sergileyen Türkiye, savaşı Almanya’nın kaybedeceğini anlayınca tavır değiştirmiş başta ABD olmak üzere müttefik devletlere şirinlik yapmaya başlamıştı. Bu kapsamda Milliyetçi-Turancı dernek ve kişilere yönelik operasyonlar başladı. Zeki Velidi bu kez Milliyetçilik-Turancılık iddiasıyla Alparslan Türkeş ve Nihal Atsız gibi isimlerle yargılandı. Türkeş ve Atsız beraat ederken Velidi 10 yıl hapis cezası aldı. 1,5 yıl yattıktan sonra askeri Yargıtay cezasını bozdu, 1945 yılında tahliye edildi 1947 yılında davadan beraat etti.

1948 yılında ise kapatılan Darülfünun yerine kurulan İstanbul Üniversitesindeki kürsüsüne döndü. Ölünceye kadar da Türk Tarihi üzerine çalışmaya devam etti.

Bu davayla Nihal Atsız’la Zeki Velidi Togan’ın yolları ikinci kez kesişiyordu. 1. Türk Tarih Kongresinde Reşit Galip’in ‘Zeki Velidi beyin Darülfünun’daki kürsüsü önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum’ sözlerine karşı; Nihal Atsız ve üniversitedeki asistan arkadaşları bir protesto telgrafı çekerek ‘Zeki Velidi’nin talebesi olmaktan iftihar ediyoruz’ demişti.

 Reşit Galip’e meydan okuyan Nihal Atsız elbette cezasız bırakılmayacaktı. Bu hadsizliğine önce Üniversiteden hocası Fuat Köprülü tepki gösterdi ve ilişkisini kesti. Ardından Reşit Galip, Hikmet Bayur ve Hasan Ali Yücel işbirliği ile Darülfünun’dan kovularak Malatya Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni olarak atandı.

Sadece bu kadarla kalmadı. Otorite bir yol çiziyor ama bir takım ‘hain iç mihraklar’ itiraz ediyordu. Bu otoritenin kabul edebileceği bir durum değildi. Bugüne kadar onlarca muhalif kurum ve kişi susturulmuştu. Ama öyle anlaşılıyordu ki, tezlerine itiraz eden Darülfunun’da temizlenmeliydi. Zeki Velidi’nin 1. Türk Tarih Kongresindeki tutumu, onun tarafında yer alan Nihal Atsız ve diğer akademisyenler Darülfünun’un istenilen amaca hizmet etmediğini gösteriyordu. O halde Darülfünun’un kapatılması kaçınılmazdı. Her kapıya kilit uydurabilen Reşit Galip, 1933 Temmuzunda Darülfünun’u kapattı,(1) ve bütün hocalarını kovarak işsiz bıraktı.

İşin ilginç tarafı Zeki Velidi, Nihal Atsız gibi Milliyetçilere-Turancılara en şiddetli şekilde mukabele eden Reşit Galip; bugün, kendisine Türk Milliyetçisi diyen büyük bir kalabalık tarafından –‘Andımız’a duydukları kör hayranlık sebebiyle- baş tacı edilecekti. Hem Zeki Velidi’yi, hem Nihal Atsız’ı aşk seviyesinde seven bu kitlenin aynı zamanda onların en büyük düşmanı olan Reşit Galip’e duydukları büyük hayranlığı tanımlayabilecek kavram henüz bulunmuş değil!

İşin başka ilginç bir yanı ise son üç yazıda konu ettiğimiz Reşit Galip’in her taşın altından çıkması, her yerde bir izinin bulunması olmalı. Bu izlerin tarihimizde hiç de iyi bir yere tekabül etmediğini bilmem söylemeye gerek var mı?

 

 

O mektuptan bir bölüm:

Türk ulusunun büyük kılavuzu Büyük Atatürk.

Bundan iki yıl önce Viyanadan Huzurudevletinize yazdığım mektubumda buradaki tahsilimin ikmali ve mealim hakkında Zatidevletinizi haberdareyleyeceğimi arzetmiştim. Türkoloji, İraniyat ve İktisat Tarihı sahalarında tahsilim gerek yazmış olduğum doktor tezimin ( ki İbn-Fadlanın Türk ellerinde siyahatını izahtan ibarettir) ehemniyetle kabulü ve gerek imtihanla kazandığım aliyüla’lâ imtiyazla Haziran 7 sinde hitam bulmuştur. Elde ettiğim şehadetnamelerin birer musaddak kopilerini babamsınız ve atamsınız diye nazaridevletinize arzediyorum. Doktorluk unvanı verilmek merasimi şamı Viyana universitesi salonunda profesörler ve talebeler huzurunda “rupa ve Şark ilmi teşrşkümeasi yolları” mevzuu üzerine konferans vererek orada Zatidevletinizin ilim ve bilhassa metodik ilim hususuna atfettiğiniz yüksek ehemniyetten de bahsettim; ve ikinci gün Almanya’ya hareket ederek dokuz Haziranda Bonn universitesindeki mesaime başladım. Şimdi iki aydan fazla zamandır ki buradayım.

Buradaki mesai mavzuum eski Arap coğrafi edebiyatı ve yeni İran tarihi (önümüzdeki sümester için Safaviler tarihı) olarak resmen ilan edilmiştir. Türkçe ise yalnız lisan dersi olarak verilmiştir. Türk tarihı için haftada iki yahut bir saat ders isteyip gördümdü ; fakat burada Türkiye ile bilhassa filoloji noktainazarından alâkadar oluyorlar. Bu münasebetle Zatidevletinize arzım var :

Düşünüyorum ki, benim Almaniyadaki ilmî mesaim ilim gözbakımından ehemmiyetli olsa yine hayattan, bilhassa Türk hayatından temamiyle uzak. Mesela eski Arap coğrafi eserleri üzerindeki mesaimiz çok mühim olmakla beraber, ekseriyen Türklüğün haricinde kalıyor. Fakat bu mesai mücerret ilim olmakla beraber beni gittikçe kendisine celbeder ve hayattan, yaşıyan Türkün hayatından bizzarura uzaklaştıra bilir. Halbuki ben kendi milleitim içinde, Türk evladı arasında yaşamak için yaradılmış Türk tarihi ve destanları üzerinde çalışmak için yetişmiş olan bir oğlunuzum. Almanca bir eser yazacak yerde daha kolay olan kendi milli dilimde iki üç eser yazabilirim. Benim almança yazdığım eserleri ancak birkaç Avrupalı okul türkçe olursa binlerce millettaşlarım okurdu. Sonra ilim olmak itibariyle de Türkiyata karşı bizim alâkamız başka Alman ve diğer Avrupa alimlerinin alâkası başka. Hele şe Türk destanlarına gelince, evvela ben kendim destancılar muhitında doğmuşum, sonra da onu öğrenmek yolunda çocuklukdan beri Başkurt, Kazak, Kırgız, Özbek, Karakalpak, Türkmen arasında her tarafa koştum. Bu destanlar bizim için milli kültürümüzün candamarıdır: Avrupalı bir alim bunlarla ancak bir etnografiya mevaddı sifatiyle alâkadar olur, onu ( mesela İranlılarda olduğu gibi ) bir kül olarak tanımaz ve inanmaz. Onlar bununla ancak milli hayatımızda tekrar tecelli eyleyebilmesi nispetinde alâkadar olurlar, yoksa ben milli destanlarımız hakkında almanca bir eser yazarak onları alâkadar edemem, bilakis kendim gittikçe bunları unuturum. Onun için candan isterdim, ki milletimin Büyük Kılavuzu yanında onun vucüde getirdiği yeni Türk kültür hayatından ilham alarak çalışan Büyük Atatürk Türk budun için tarihta emsalsız büyük büyük işler yapıyor. O elbette Türkün etkmil ilim sahalarındaki mesaisını tanzim ve idare edecek bilgi Akademisi,ve Ankarada yeni bir üniversite vucüde getirecektir. Eğer Atatürk lütuf buyururlarsa beni de bu mesaiye iştiraktan mahrum bırakmazlar.

Ben şimdi Avrupada üç yıl zarfında eski bildiklerime ilave olarak da bazı birşeyler öğrendim. Bilhassa yüksek ilmî teşkilat, enstitular tesisi yolunda faydalı olabilirim. Türk tarihı, Türk iktisat tarihı, Orta-Asyanın ve Türk intişar sahalarının tarihî cografyası üzerinde çalışa ve tedrisatta bulunabilirim. Bilhassa zikri geçen Türk destanlarını muasir Türk hayatı, “Karahaniların tarihı” ve saire gelecektir. Eğer Temür tarihında tab’ı tensip buyurulacak ise makineye çevrilmesini derhal ikmal ederek huzurudevletinize takdim eylerdim.

Türkiyedeki yeni Öztürkçe yolundaki mesaiyı daha takip edemedim, onun için lisan hususundaki kusurlarımı affeylemenizi bilhassa istirham ederim.

Buradaki mesaimin hatırası olarak Bonn universitesinde çıkarılan bir resmi ilave ediyorum.

Bilvesile derin hürmet ve samimi tazimatımı arzeylerim Büyük Ata.

A. Zeki Validi (Togan)

 

1.     Darülfünun’un kapatılma gerekçesine dair bir görüş için bknz: Nabi AVCI, Enformatik Cehalet – TİMAŞ Yayınları, 2020 – sayfa.29

Kaynaklar:

a.    https://islamansiklopedisi.org.tr/togan-ahmet-zeki-velidi

b.    https://www.dunyabulteni.net/dubam/zeki-velidi-togan-in-mustafa-kemal-e-yazdigi-mektup-h298287.html

c.    https://belgelerlegercektarih.com/2018/10/27/resit-galip-nihal-atsiz-kapismasi/

d.    Yıldıray OĞUR, Alternatif Türkiye Tarihi-1 (1850-1950), VADİ Yayınları, 2018

 

 

 

https://hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-zeki-velidi-togan-in-af-mektubu-kifayetsiz-bir-muhteris-resit-galip-3-2281

 

tagore