23 Şubat 2010 Salı

ODTÜ ÇOCUKLARI!




1.
2008’in Mart ayı...
Türkiye’de bir ilk yaşanmış ve siyasi bir inatlaşmadan da çıksa kamuoyunda “başörtüsü düzenlemesi” olarak bilinen bir yasa meclis genel kurulundan geçmiş…
Kısaca başı örtülülere üniversite kapısını açan bu yasal düzenleme, eğitim hakkının evrensel ve vazgeçilemez bir insan hakkı olduğuna atıf yapıyor, bu ilkel yasağı kaldırmayı amaçlıyor.
Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) bir genelge yayımlayarak üniversitelerden yeni düzenlemeye uygun olarak hareket etmelerini istiyor…
Her şey bundan sonra başlıyor işte.
Yasal bir düzenleme yapılmış, YÖK genelge yayımlamış…
ODTÜ güvenlik görevlisi Soner ERÇİM yasalara uygun olarak üniversiteye başı örtülü girmek isteyen kızlara üniversitenin kapılarını açıyor.
Kanunu uyguluyor aslında…
Hemen ardından da üniversite yönetimi tarafından önce başka bir bölgeye sürgün ediliyor, ardından bu yetmiyor güvenlik görevlisi olmasına rağmen başka bir işe gönderiliyor.
Yetmiyor, attığı her adımdan dolayı soruşturma geçiliyor…
Bu da yetmiyor, bir sabah 5 dakika geç kalması bahane edilerek işine son veriliyor.

İş yargıya, yargıcılara intikal ediyor.
Bildiğiniz yargıcılara!
Atılma kararını bozdurmaya çalışıyor Soner Erçim ama yargıcıların soğuk kapıları birer birer yüzüne kapanıyor.
O mahkeme senin, bu mahkeme benim hakkını arıyor. Olmuyor…
Enson yüksek mahkemeden kararın döneceğini umut etmek istiyor ama çok yüksek mahkemede de havalar bulutlu!
Soner Erçim’in suçu büyük…
Derin TC’nin kutsal kitabına aykırı işlem yapmış, derinlerin tanrıları affedemez bu tür bir ihaneti!
Bedelini mutlaka ödemeli ki başkaları da aynı şeyi denemesin…
Sonuçta yargısal süreç sonuçlanıyor. Soner ERÇİM işsiz! Üstelik Soner Erçim evli…
Üstelik çocukları var…
Üstelik yüksek yargıcılar gibi bir eli yağda, bir eli balda değil Soner Erçim’in…
Ne lojmanda oturuyor, ne elinin altında kapıkulları var!

2.
19 Şubat’ta ODTÜ’de Hrant’ımız için bir panel düzenleniyor.
Üç başörtülü kafadar panele katılmayı koyuyor akıllarına..
Ama bir sorun var… Hepsi başörtülü.
Ümit Kıvanç’tan, Agos’a…
Programı düzenleyen ODTÜ öğretim görevlileri derneğinden, üniversite rektörlüğüne kadar aranmadık yer bırakılmıyor.
“Girişte başörtüsü sorunu yaşanmayacak” deniyor.
Oysa biz söz konusu ODTÜ olunca güvenilmemesi gerektiğini biliriz!
İki arkadaşımız toplu ulaşım aracından indiriliyor giriş kapısında.
Herkesin bakışları arasında…
Kimse şaşırmıyor, son derece olağan bir durum olmalı!
“Bu şekilde giremezsiniz” deniliyor.
Güvenlik binasında telefonlaşmalar, beklemeler, aramalar, aranmalar…
Ön kapıda bunlar olurken, arka kapıdan giriyor bir arkadaşımız.
Ama girmenin de kıriterleri var.
Şoför mahallinde olursanız başıörtülü olarak ODTÜ’ye giremezsiniz mesela...
Şoför olmasanız bile önde oturursanız, yine giremezsiniz…
Ama önde oturan bir başı açık varsa ve siz arka koltukta oturuyorsanız ODTÜ’’nün güve’leri sizi görmezden gelebilir ve içeri sızabilirsiniz!

Diğer kapıda hala güvenlik kulübesinde beklemekte olan arkadaşlarımız ise ODTÜ’’nün güveleriyle muhataptır hala.
“Ne olursanız olun, sizi kim davet ederse etsin, bu şekilde giremezsiniz kardeşim!”
Saatler ilerlemektedir.
Program başlamıştır. Hem kapıdakiler hem içerdekiler tedirgindir.
Herkesin kalbi diğerinin yanında…
Sonunda aracı ile ODTÜ’ye girişi sağlayan arkadaşımız çıkıp diğer kapıdan bayan arkadaşlarımızı alır, giriş yaptığı kapıya gelir.
Başörtülüler yine arka koltuğa oturtulur.
“Siz mezunumuzsunuz hocam, hadi bu seferlik geçin, kıyağımız olsun!”
Programın yapıldığı salona girildiğinde vakit ilerlemiştir artık, hiç kimsede keyif kalmamıştır.
ODTÜ’lü olmayan üç başörtülü birkaç saatlik bir mücadeleden sonra girebilmiştir kampüse…
Ama hergün yüzlerce başörtülü ODTÜ’lü aynı kapıdan ya geri dönmektedir, ya da nazi kampının kurallarına itaat ederek girmektedir içeri…
Bize düşen ise sadece Sırrı Süreyya Önder’i hayırlı anmak ve başlığı atmaktır…
“ODTÜ Çocukları”!

18 Şubat 2010 Perşembe

HUKUKTA MERDİVENALTI: HSYK



Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) dün aldığı bir kararla, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal, Erzurum Özel Yetkili Başsavcıvekili Tarık Gür, Cumhuriyet savcıları Rasim Karakullukçu ve Mehmet Yazıcı'nın, yetkilerinin kaldırılmasına karar vermiştir.

Bu kararla üyelerinin özlük haklarını, atamalarını ve tayinlerini yürütmekle yükümlü idari bir kurum olan HSYK, hukukun alanına müdahale etmiş ve hukuki işleyişe tecavüz etmiştir.

HSYK bu kararla kimlerin soruşturulabileceğine, kimlerin soruşturulamayacağına karar verdiği gibi, görevden alınan savcıların, yerine atanacak savcılara da gözdağı vermiştir.

Bu karar hukukun siyasallaştığının en bariz örneğidir.

Bununla birlikte yargıcı darbesinin 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’e ifade vermesi için 26 Şubat’a kadar süre verilmiş iken gerçekleşmiş olması, yargıcıların emir komuta zinciri içerisinde yer alıp almadığına dair şüpheler doğurmaktadır.

Eğer bu kalkışma askeri makamların haklılığını ispat maksadıyla savcılar üzerinden oynanan bir oyun ise bu numarayı yemediğimizi ve bütün darbecilerle her ne olursa olsun hesaplaşacağımızın bilinmesini isteriz.

2. Mahmut 1826 tarihinde Yeniçeri ocağını kaldırmıştı. Yeniçeriler; duraklama döneminden itibaren disiplinsiz davranışları, devlet mekanizmalarına müdahaleleri, beğenmedikleri padişahları, sadrazam ve nazırları idam etmeleri ile bilinen, ulufe ve culüs’ten başka değeri, ilkesi bulunmayan askeri bir çete haline gelmişti.

1826 Yılından bugüne geldiğimizde adına yargıcı dediğimiz bir gurubun iş ve işlemlerini beğenmedikleri için meslektaşlarına, yönetim felsefesini beğenmedikleri için siyasi iktidara ve hukukun yaygınlaşmasını talep ettiği için de ülke halkına yönelik bu kalkışması yeni bir yeniçeri isyanını andırmaktadır.

Yargı mekanizması içerisinde kümelenmiş ve hatta yargıyı ele geçirmiş bu gurubun ulufe ve culüs talebi hem siyasi irade tarafından, hem halklar tarafından, hem de hukukun üstünlüğüne inanan tüm hukukçular tarafından reddedilmelidir.

Öte yandan HSYK’nın aldığı hukuk dışı karara istinaden Yargıtay 1. Başkanlık kurulu adına açıklama yapan Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in “HSYK’nın aldığı kararın hukuka uygun olduğu sonucuna vardıkları” açıklaması ve Danıştay Başkanı Mustafa Birden’in, “HSYK’nın yargıçlarına güvenimiz tamdır” açıklamaları ideolojik saflaşmanın ürünü olmakla birlikte bizler açısından şaşırtıcı olmamıştır.

Ancak zihinlerde karışıklığa neden olmamak için kimin şıracı, kimin bozacı olduğunun acilen açıklığa kavuşturulması elzemdir.

HSYK aldığı bu hukuk dışı kararla “Hukuki anlamda bir kağıt parçasına” imza atarak, bir türlü oluşturamadığı saygınlığını yerlebir ettiği gibi, durduğu yerin “merdivenaltı” olduğunu da tescil etmiştir.

8 Şubat 2010 Pazartesi

BAROSUNUN DANIŞTAYI!





Şaşırıp şaşırmadığımı soruyor arkadaşlar.
Baştan söyleyeyim ki, hiç şaşırmadım.
Kararın nasıl verileceğine dair tereddütüm yoktu.
Ama, evet itiraf edeyim, zamanlama beni şaşırttı!
Ben Danıştay kararının sınavlara çok az bir zaman kala verileceğini ve hem YÖK’ün iki ayağının bir papuca sokulacağını, hem de meslek lisesi öğrencilerinin psikolojik olarak perişan edileceğini düşünüyordum.
Hemen sevinmeyin…
Daha zaman var ve henüz oyun bitmedi, hala haklı çıkabilirim!

Danıştay’ın katsayı kararını erken! açıklaması YÖK’na yeni bir düzenleme yapma şansı verdi.
Belki de ilgili daire sınava kadar bütün kartları açtıralım da, “altın vuruş”la işi bitirelim diye düşünmüştür!
Neden olmasın?
Katsayı sorununun en temel üç muhatabı var malumunuz.
1. İstanbul Barosu
2. Danıştay
3. Meslek lisesi öğrencileri ve aileleri
Istanbul barosu açısından bakıldığında, Hukukun yaygınlaştırılması ve adaletsizliklerin giderilmesi için çalışması ve hukuktan taraf olması gereken bir meslek örgütünün, üzerine vazife olmadığı halde yüksek öğretimde eşitlik ilkesinin iptalini ve hukukun gasp edilmesini istemesi son derece manidar!
Kaldı ki, İstanbul Barosunun işi, hukuku yaygınlaştıran ve eğitim eşitliğine fırsat veren bir düzenlemenin iptali için gayret sarf etmek değil.
Toplumun bir kesimi tarafından “darbeci” olarak anılan bir meslek örgütü bahsettiğimiz.
Bu açıdan bakınca aslında taşlar yerine oturuyor!
O halde bize de söz söylemek düşer.
Istanbul Barosu yöneticileri hukuk fakültesini bitirmiştir, evet.
Avukattırlar, evet.
Ancak bu barodaki arkadaşların hukukçu olduğu anlamına gelmez!
Olsa olsa ticaret erbabıdır hepsi!
Avukatlıktan geçinen ticaret erbabı!
Bu ticaret erbabının çocukları hangi liselerde okuyor, bakmak lazım birde!
Kimilerinin tembel çocuklarına, doğum günü hediyesi olmasın bu katsayı kararı!


Uzun zamandır, Türkiye’de hukuk devleti çizgisine karşı, bir “yargıcı cumhuriyeti” lobisi oluştuğunu söylüyoruz.
Ve yaşanan gelişmeler hep bizi haklı çıkarıyor.
Ve bu “yargıcı” lobisi yasama ve yürütmeyi kontrol etmek istiyor.
Açıkça ulufe ve cülüs isteyememenin bir sonucu olabilir mi bu?
Bir çeşit “gelinim sen anla” hali…

Meslek liseli gençler ve ailelerine ise tamir edilemez bir tranva kaldı geriye.
Nice emek, nice gayret, onca maddi harcamaya karşın pinpon topu gibi bir oyana, bir bu yana fırlatılan hayatları var bu çocukların…
Ve sevgili “yalnız ve güzel ülkeleri” hizmet bekleyecek onlardan…
Devlet değil mi, “hem sever, hem döver” diyecek, az gelişmiş yöneticileri…

Bu karar yargının, yasama ve yürütmeyi kontrol etmesi, yasama ve yargı erk’i üzerinde baskı kurma çalışmalarının en bariz örneği...
Şimdi YÖK, Meslek lisesi öğrencilerini bu ideolojik çarpışmanın dışında tutarak, öğrencilerin moral motivasyonlarını da göz önüne alarak en kısa sürede katsayı problemini derhal çözmeli…
Ve diğer yandan gözlerimiz Danıştay’ın üzerinde olacak.
Bakalım başka davalarda da bu kadar hızlı karar verebilecek mi?
Bakalım katsayı kararı “matbu” bir karar mı?!
Bekleyecek ve göreceğiz…

5 Şubat 2010 Cuma

SUS NESRİN SUS!

Sus Nesrin sus
cyranodebergerac@timeturk.com


Önce bir internet sayfasında izledim.

Birkaç dakikalık bir konuşmaydı.

Sonra bir lokantada televizyonda ilişti gözüme…

Uğur Dündar alışık oluğumuz ciddi televizyon yüzü maskesiyle ve

üstelik maskenin de önüne geçen

“Bakın, şimdi tarikatımızın işine gelecek şeyler söyleyecek, iyi dinleyin bakışıyla”

hayran hayran soru soruyordu…

Yoksa hayatını Türk tipi laikliğe feda etmiş! bir “kamu malı”,

kelebek yaka dahi olsa, bir türban!lıyı “kamusal televizyon alanına” neden çıkarsın ki?

Bu kadını hatırlıyordum bir yerlerden.

Onca unutmaya çalışmalarıma rağmen, daha görür görmez tanımıştım.

“Allah kahretsin” dedim bu O!

Dakikada 2,5 cümle kuruyordu üstelik.

Buna şaşırdım.

Eskiden önüne konulmuş A4 metinleri okurdu,

gözünü bir an notlarından ayırmadan.

Şimdi peş peşe cümleler kurabiliyordu.

Keşke cümle kurmadan önce tartıştığı / yanıt verdiği şey’in ne olduğunu anlamış olsaydı!

Belki bu kadar komik olmazdı o zaman…

Kendisini şartlandırmıştı baştan, bu belliydi.

Uğur Dündar faraza “Doktorlar muayene sırasında bir hastaya tecavüz etmiş, doğru mudur efendim” deseydi…

“Vallahi ben görmedim, Antalya’da 7 yıldır muayene etmediğim kimse kalmadı.

Kimseden bu yönde bir şikâyet almadım” diyecekti.

Ona göre gündem değiştirmeye çalışıyordu birileri.

Bu ülkenin başörtüsünden başka sorunları vardı.

Eczacılar SGK’dan alacaklarını tahsil edemiyordu mesela.

Eczacı bir tanıdığın kırılamayan ricası olabilir miydi bu!…

Hoş ben Antalya’dan Hale’ye, Jale’ye ve Lale’ ye sıradaki üçüncü sayfa haberini göndermesini bekliyordum ama, olmadı çok şükür!

Basur sorunu vardı insanların…

Ama başörtüsü sorunu yoktu!

Muayene ettiği hiç kimse bugüne değin başörtüsü şikâyetinde bulunmamıştı!

Böyle bir sorun olsa, mutlaka bir hastası söylerdi…

Üstelik kendisi de toplu iğnelerini kapıda teslim ederek,

kelebeğiyle birlikte, hiçbir sıkıntı yaşamadan girebilmişti, GATA’ya…

Sadece GATA’ya olsa iyi.

Woşington’a, Bürüksel’e de gitmişti.

Hiçbir askeri yetkili “Şişt bacım, toplu iğnelerini çıkar, kelebeğini göriiim” de dememişti!

Milletinin birliği ve beraberliği için kendini feda etmiş Türk kadını modundaydı hanfendi!

Oysa ben, Ecevit, tarikatıyla birlikte mecliste yemin etmeye çalışan bir başörtülü kadına haddini bildirirken tanımıştım onu.

Ve o günden sonra adını duymamaya, yüzünü görmemeye azami gayret sarf ettim.

Hakkında konuşmamak, varlığını redd ve inkâr etmek, yokmuş gibi davranmak benim intikamımdı.

Üstelik herkesin adından bahsettiği bir “kamu mülkiyeti”ni görmezden gelmek,

kamuya da rest çekmek anlamına geliyordu…

Aradan oniki yıl geçti…

Ve tarihin kirli sayfalarından, yeniden “mülkiyeti kamuya ait” bir varlık olarak çıkıyor karşıma…

Ve ben eski ben değilim!

Susup geçmeyeceğim bu sefer…

“Sus nesrin, sus” diyeceğim.

Veya “nesrin topu at”.

“Tut nesrin, tut. Topu tut.”

Git başımdan nesrin.

Git başımdan…

Kelebeğini de al git…

1 Şubat 2010 Pazartesi

SEN TAŞ AT, BEN MERMİ




Yok.
Bugün hukuki mevzuat günüm değil.
Güvenlik güçlerine muhakemetin, ulusal veya
uluslararası mevzuattaki yeriyle ilgili değilim.
Vatanın birlik ve beraberliği,
milletinin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü
ve ulus devlet ideasının kime bilmem ne faydasının
olduğundan da bahsetmeyeceğim.
Milli Eğitim Bakanının elinden takdirname almış Berivan’ın
kaç yıl hüküm giydiğini de dilime dolamayacağım.
Benim gibi okul hayatı tembellikle geçmiş, hiç bakan elinden
ne takdirname, ne teşekkür belgesi alamamış Anadolu evlatlarına haksızlık etmem istemem.
Takdirname alan Berivan’la, tembellik eden Berfin arasında
sınıfsal bir çatışma olsun da istemem!
Üstelik her sorunu sınıf çatışması denkleminden okuyan
anlı şanlı solcu yazarlarımızın “Takdirname alan Berivan” modelinden yola çıkarak
oluşturdukları yeni sınıfsal çatışmaya da taraf değilim.
O işi kadrolu arkadaşlarımız yapıyor zaten 1950 model zihinleriyle…
*
Bilinçlerimiz taptaze.
Taş bize önce Filistin’i çağrıştırır ve Filistin’in çocuklarını…
Hepimizin hafızasında hala askıda durur,
Filistinli çocukların İsrail askerlerince
bir tarlada kollarının kırıldığı sahne…
Ve sonra kamera kayar yavaşça, eksen değişir…
Ve Diyarbakır’da özel timin daha birkaç ay önce
yakalayıp kameralar önünde tekmelediği çocuklar gelir gözümüzün önüne…
Filistinli çocuklar söz konusu olduğunda
“bir taş at.
bir taş daha at.
bir yumruk yükselt.
duvara bir slogan yaz.
bir hayal kur.
sokaklara sahip çık.
bir slogan at.
bir ateş yak.”

diye başlar cümlelerimiz…
Kendi topraklarımıza gelince,
taşlar uçuşurken küçük çocukların ellerinde
ve coplar, plastik mermiler ve gerçek mermiler
bizim üniformalılarımızın elinde ise sus pus oluruz.
Gazete manşetlerinden özel timin futbol topu dağıttığı,
şeker ikram ettiği sahneler kazınır zihinlerimize…
ve bu sırada ideoloji kalkmıştır aradan…
ne Aydın Doğan’ın çocukları, ne yandaşlar…
ne sağcılık, ne solculuk, ne İslamcılık…
ulusal çıkarlar etrafında, “devletin ali menfaatleri” adına aynı dil ve üslupla atılır manşetler.
Aynı ağızdan çıkmışçasına...


*

İbrahim tenekeci “sen türkü yak ben mermi” der bir şiirinde.
Artık yeni türküler yakıyor güvenlik güçleri “sen taş at, ben mermi” diye..
Ne güvenlik güçleri suçlu tek başına, ne taş atan çocuklar.
Asıl suçlu siyasi irade veya siyasi iradesizlik!
Siyasi iradeyi şu anda kullananlar sevgili Osman Sarı’nın şiirlerinden bestelenen marşlarla büyüdüler.
“Savaşa girdin kalbim, bin yara aldı beni
Ne denli acı varsa aradı buldu beni…”
Sıradaki “parça” bütün taş kalpli yöneticilerimize,
taş kalpli yargıcılarımıza ve taş kalpli güvenlikçilerimize gelsin o halde…


Taş Gazeli


I.
Taş taş değil bağrındır taş senin
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin

Bir katılıktır dinamit söker mi yürekleri
Başın bir kez bu kalbe çarpmasın ey taş senin

Kazmayı kayalara değil kalplere vur ey
Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin

Anne seninle bağrın döğer gider mi acı
Hanidir Ferhad'dan aldığın ders taş senin

Sen de mi taşla bir oldun ey sevgili
İşitmez oldun beni kalbin taşdan taş senin

Ölüm sendendir bana nedir taşlamak beni
Bana güldür çiçektir attığın her taş senin

Gözünü dikme taşa işte parça parçadır
Şimşektir bir bakışın dayanır mı taş senin

Deprem değildir dağı ve beni sarsan
Bir bakışın komaz taş üstünde taş senin

Niçin çıktın dağlara evren çöl oldu leyla
Topuğun öpmek için toz oldu dağ taş senin

II.
Taş taş değil bağrındır taş senin
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin

Ülkendir taş ve beton bu yanlışkent
Her gün bir yanın biraz daha taş senin

Taş alanlarıdır taş insanları taşır bir
Nereye gelsen ey aşk karşında bu taş senin

Uygarlık taşla taşımak çağlar üzre
Kolların bu denli güçlü müdür senin

Bir taş devridir ama bağışla beni
Niçin bunca geldim üstüne ey taş senin

Bir İbrahim bıçağı ikiye biçer taşı
Sevgili nasıl kırdı kutlu dişin taş senin

Ölüm bir kasırgadır çevirir seni beni
Nedir kucağında kocaman taş senin

III.
Bir bir yürürlükten kaldırılıp çürümüş devrimleri
En gürbüz bir devrimi dikmek yerine taş senin

Nereye koysam seni söyle ey yüreğim
Bir gün beni ele verir bu güçlü atış senin
.
Osman Sarı

tagore