27 Şubat 2009 Cuma

GAZZE RİSALESİ



Gazze trajedisi karşısında İnsanlığın vicdan yükünü neredeyse tek başına omuzlama cesaretini ve ferasetini gösteren Türkiye’nin
yeni ‘Yeryüzü’ politikasının
büyük mimarı ve virtüöz icracısı
Prof. Ahmet Davutoğlu’na…




1

Gazzeli Yusuf, oğlum, ben yaşlı Filistin şairlerinden biri.
şiirlerimi Türkçe yazıyor olmama bakma,
yeryüzünün bütün öteki şairleri gibi,
( düzeltiyorum ) yeryüzünün bütün
yufka yürekli şairleri gibi ben de
Filistinliyim on günden beri
ve buram buram Filistin toprağı
kokmaya başladı birden, nasılsa,
benim de kırk yıllık türkülerim,
kasidelerim.

kan, barut ve gözyaşı değil, hayır,
kin, öfke ve intikam hissi de değil, yanlış anlama,
tepeden tırnağa Yakup, tepeden tırnağa Yusuf,
tepeden tırnağa Musa, İsa
ve Muhammet’le dolup taşıyor,
Filistin toprağı gibi, on günden beri
benim de duygularım, düşüncelerim.

nesnesiyle örtüşen bilgiye, hakikat,
nesnesiyle örtüşen duyguya da sezgi
diyorlar ya, filozoflar, Yusuf, oğlum,
bu tanım doğruysa eğer, sezgilerim diyor ki bana,
hiçbir bilgi, hiçbir haber,
rüzgârın bu son on gündür şairlere
ve hamile analara taşıdığı
şu gökçe esin kadar hakikat olamazlar:

evet, her gün onlarca defa katlediyor
Filistin’de peygamber katilleri,
her gün onlarca defa Musa’yı,
onlarca defa İsa’yı, onlarca defa
Muhammed’i katlediyorlar,
ve yakıyorlar İbrahim’i, fosforlu bombalarla,
ama yine aynı Filistin’de her gün
ve her yerinde yeryüzünün,
diriliyor, on günden beri
onlardan yüzlercesi, onlardan binlercesi…

II

Gazzeli Yusuf, oğlum, keder de aynı dili konuşuyor
dünyanın her yerinde,
umut da aynı dili konuşuyor,
tıpkı nefretin ölümün dilini,
sevginin hayatın dilini konuşması gibi,
tarihin her döneminde...

ben, yeryüzünün yaşlı şairlerinden biri,
taşların, otların, kuşların dilini
çözmüş sanırdım kendimi.
ama Gazzeli çocuklar üstüne
insanların kendi diliyle konuşmaya başladığımda
titriyor, boğuklaşıyor sesim
ve orada bombalanan okullardan,
yıkılan hastanelerden, yerle bir edilen
vicdanın yıkıntıları arasından yükselen
katıksız, falsosuz ve Gazze gibi de haklı sesini
çıkarmakta zorlanıyorum, insan yüreğinin.
çıkarsam da, tutturamıyorum rengini, tınısını,
bir ucu insana, öteki tanrıya varan o sesin.
tuttursam da, duyurmakta zorlanıyorum onu,
yeryüzünün öteki çocuklarına.

çünkü bakıyorum, onlardan kimi
kulaklarına kulaklık geçirmiş,
bilmem hangi rakçının
özgürlüğü, demokrasiyi öven
savaş aleyhtarı şarkılarını dinliyor.
dinlesin, diyeceksin,
dinlesin, güzel değil mi, iyi değil mi?

kimi dağlarda koyun, keçi otarıyor,
otarsın, bu da güzel, bu da iyi!
kimi sinemada, kimi luna parkta, kimi okulda,
kimi dileniyor sokakta,
kimi mendil, kimi simit satıyor,
kimi ilahi söylüyor bir tapınakta,
pek azı bilgisayar başında,
pek pek azı da bilgi-hüner peşinde v.b.
bunların hepsi güzel,
hepsi güzel ve iyi,
oyunun, oyun olması için de gerekli.

ama, onlar bu güzel ve olağan işleri yaparken,
Gazze’de, sizin orada, bunların hiç birini
hiç birini yapmanıza izin vermeyen
çocuk katillerini, anne katillerini
ve seni düşündükçe, oğlum,
seni ve kardeşlerini,
ben yeryüzünün hüzün şairi,

sormak geliyor içimden:
biz, bütün bir insanlık,
‘birleşmiş milletler’, birleşmiş mücrimler,
cin taifesi, melek taifesi,
şeytan ve Yüce Tanrı,
hangi oyunu oynuyoruz bu tiyatroda,
hangi oyunu, onlarca yıldır,
hangi oyunu, böyle kan revan içinde?

bu kadar bebek ölüsüyle,
bu kadar çocuk ölüsüyle,
bu kadar anne ölüsüyle,
bu kadar seyirciyle
ve bu kadar sessizlikle…

gökleri dolduran bu sessizlikle,
cenneti, cehennemi, ârafı,
yerin altını, yerin üstünü
kana boyayan bu sessizlikle
hangi oyunu oynuyoruz,
hangi oyunu, tekrar tekrar,
hangi oyunu, bu cehennemde?

III

ben Küçük Asya’nın yaşlı şairi, Yusuf, oğlum,
duyuramıyorum dedim ya,
dünyanın öteki çocuklarına sesimi,
onlara bizim mahalledekiler de dahil.
duyuramıyorum bizimkilere de,
dağ gibi rüyalar, çığ gibi fikirler altında
hep iki büklüm ve soluk soluğa,
sözün yokuşuna, sözün doruğuna
tırmanmayı seven şiirlerimi.

ne zaman şairce bir saflıkla,
‘büyük insanlık ülküsü’ diye açsam ağzımı,
sözlerimi alıp götürüyor rüzgâr,
ta Ademle Havva’nın,
tanklardan, panzerlerden, insan safarilerinden uzak,
çapuldan, misyoner endişesinden uzak,
özgürce sevişip koklaştığı
ve cennetin, gökte değil,
yeryüzünde dolaştığı
o bahtiyar günlerde, dölleyerek
bilgi ağacının terennümleriyle sesimi,

günümüzden yüzlerce, belki binlerce yıl öteye,
insanlığın kanla süslü kabile yadigârlarından kurtulup,
şu düşmez kalkmaz devleti,
yıkılmaz kaleleri, aşılmaz kurumları,
şanlı orduları ve süslü bayrakları
kaf dağının öteki tarafında,
masalların zamanında bırakıp, nihaî erginliğe,
yeryüzü toplumuna, yeryüzü insanına
kavuştuğu günlere savuruyor.

yüzlerce, belki binlerce yıl, diyorum ya,
gözünü korkutmasın, bu, senin;
bin yıl dediğimiz süre, ebediyetin yanında
bir gün bile değil.
yüz yıl dediğimizse, bir günün belki
sadece kuşluk vakti.

ve yüz yıl ebediyete göre neyse,
yaşlı ebediyet de,
insanın çamuruna üflenen
tanrısal zamana göre öyle.

ve yıllar bana öğretti, öğrenmen gerekiyor senin de,
büyük düşünceler, büyük planları hilkatin,
çığ gibi yıkılmamak için başına insanlığın,
doruğundan aşağı, dağı tekrar tekrar dolaşan
fazla çiğnenmemiş patikalardan
inerler yamaçlara…

1V


çok acı çektin, Gazzeli Yusuf, oğlum, çok acı çektin
ve bu kadar acı için çok küçük bu ‘Filistin’.
dünyayı iste, bütün bir yeryüzünü,
duvarsız, tel örgüsüz, mayınsız
ve silahsız yeryüzünü, hepimiz için,

çok acı çektin, önce sen çığır bu türküyü!
göğsüne yaslayıp kulağını geleceğin,
önce sen duyur, bu yüceler yücesi ülküyü,
bu en büyük vuruntusunu aklın ve kalbin
ve bir amentüye dönüştür onu!

çok acı çektin, yapabilirsin bunu,
çok acı çektirdik sana, dönüştürebilirsin
dokunduğun her şeyi, her şeyi som altına,
hakkında konuştuğun ya da sustuğun
her fikri, her tezi gökçe bir manifestoya.

çok acı çektin, dönüştürebilirsin,
ip atlarken, sapan atarken ya da uyurken
beşikte, kaldırımda ya da yıkıntıların altında
can veren kardeşlerinin dudaklarında donan kıpırtıyı
büyük insanlık oratoryosuna.

dönüştürebilirsin yoksulların yakarışlarını
tanrının bütün evlerinde
dudaklarda ve yüreklerde kopan,
sonra dalga dalga büyüyen, yayılan
ve tankları, panzerleri önüne katıp götüren,

roketleri, obüsleri, havan toplarını,
insanın beyninden, kalbinden
ve dilinden büyük bütün silahları
ve silah tüccarlarını, silah çetelerini,
devletleri, kaleleri, kodesleri ve kafesleri,

kralları, emirleri, müebbet başkanları
önüne katıp savuran gül fırtınasına.
dönüştürebilirsin bütün acıları,
bütün duaları, bütün çığlıkları,
uyuyanların üstünü örten bir gül tufanına,

açları doyuran, küsleri barıştıran,
evsizlere ev, yarsızlara yar olan
yerle göğü insanın yüreğinde buluşturan
bir gül zamanına, gül umranına,
gül toplumuna, gül insanına.

V


çok acı çektin, yapabilirsin bunu,
çok acı çektirdik sana,
kimse hak etmiş olamaz senden daha fazla
ve hepimizin adına,
konuşmayı Tanrıyla da, tağutla• da!

konuş ve razı olma daha azına,
yeryüzünü iste, yeryüzünün bütün çocukları adına.
konuş ve razı olma, Gazzeli Yusuf, oğlum,
kapısına ‘Filistin Devleti’ yazılı
yeni bir toplama kampına!

bu ‘Devlet’ sözcüğü, ‘Bayrak’ merakı,
haritada gördüğün, bütün o
kanla sulanmış kemik tarlaları
gözünü kamaştırmasın sakın,
yolundan alıkoymasın seni!

o mezarlık parsellerindeki otlar, dikenler,
sınırın iki tarafından toprağa ekilen
gencecik Yusufların,
Yaseflerin teniyle besleniyor,
bunu unutma!

ve her iki taraftan ölenlerin, kucak kucağa
uyuduğu o sınırlarda
önlemek için kucaklaşmasını dirilerin,
dünyanın bütün açlarını on yıl boyunca doyuracak,
dünyadaki acıyı yarı yarıya azaltacak,

sevgiyi üç katına, belki beş katına çıkaracak,
karakolların yarısını tiyatroya, yarısını kafeye,
hapishanelerin yarısını sinemaya, jimnastik haneye
çevirmeye yetecek kaynaklar harcanıyor her yıl
kahrolası silahlara ve ruhsatlı katillere.

VI


razı olma sınır çekilmesine düşlerimize!
ne düşlerimize, ne başlarımıza,
ne dağlarımıza, ne taşlarımıza!
hepimizin adına sana verilmiş bir fırsat, bu,
razı olma, içerden kuşatılmasına da
dışardan kuşatılmasına da,
insan ruhunun

ve kapatılmasına bir mezar gibi
başka ruhlara, başka hayatlara,
başka oyunlara, başka oyunculara,
büyük düşlere, büyük düşüncelere,
büyük öykülere,
büyük serüvenlere!

‘kurtarıcı’larından çok çekti insanoğlu,
razı olma kurtarmasına seni kimsenin,
razı olma, kümese çevirmelerine ruhunu
‘kurtarıcı ve adamları’nın,
‘başkan ve adamları’nın,
‘kral ve adamları’nın!

doğduğun toprağı seversin, bunu anlarım…
ölünceye kadar emzirip seni
sonunda bağrına basan toprağı
elbette sevmen gerekir, bu sorulur mu,
en az ananı sevdiğin kadar hem de,
bazen daha tutkulu,
bunu anlarım,


ve ananın ismetine, toprağın namusuna,
ulusun onuruna gölge düşürmemek için de,
elbette ölmen gerekebilir, duraksamadan;
bu sorulur mu?

ama, ana sevgisi,
toprak tutkusu
ya da ulus övüncü
ya da bayrak saygısı… tamam, amenna!
ama biraz gösteri, biraz tapınma!
diyen olursa,
ben yokum bunda!

kutsallaştırarak örteriz çünkü,
ve mitleştirerek,
boşa harcadığımız değerleri.

vatanın bütün bir yeryüzü olsun,
Gazzeli Yusuf, oğlum,
bayrağın da gökyüzü senin
ve milletinse, ta Adem’den başlayarak
atan İbrahim gibi,
yolda onurluca yürümesini bilen
tüm adem oğulları.

VII


öyleyse dönüp bakma,
denizi yarıp geçtikten,
ateşi yarıp geçtikten sonra,
kutsal kalıplarla dökülmüş
altın buzağılara,
ipek, keten ya da pamuklu ikonlara
ve bezden küheylanlara!

bunca kurban verdikten sonra,
yalnızca Filistin’i değil, dediğim gibi,
yeryüzünü iste,
sınırlarla bölünmemiş dünyayı,
yerin ve göğün tamamını,
bütün çocuklar için,
bütün yoksullar için!

sınırların olmadığı,
akıldan, gönülden ve dilden başka silahın,
gülden başka merminin
kullanılmadığı,
yalnızca insanın insanı sömürmediği değil,
insanın insanı yönetmediği
dünyayı iste!

peygamberlerin yaptığını yap,
alçak sesle konuş
ve güç istemediğini söyle!

peygamberlerin yaptığını yap,
öleceksen uğruna özgürlüğün,
ne kral, ne melik, ne kayser, ne satrap…
tanrıdan başka mirasçı bırakma özgürlüğe!

çok acı çektin, çok acı çektirdik sana
hepimizin sınavı, bu;
ama sen başlat bu yolculuğu!
sen başlat, insanın önündeki
bu en büyük yürüyüşü,
zirveye doğru!

ve dağı aşmak için, saldırma dağa,
dağın çevresini dolaş,
çiçek toplaya toplaya!


VIII


düş, diyecekler, peşinen bilmen iyi olur,
hayal diyecekler,
ütopya, diyecekler, bütün bunlara.
herkesi dinle sonuna kadar,
ama dinlediğinle kalma,
devam et düş kurmaya.

önce alay konusu,
sonra köyün delisi,
sonra günah keçisi
olsan da aldırma,
devam et düş kurmaya.

düşlerini gece uykuda görenler
gündüzün unuturlar onları;
düşlerini gündüzün kuranlara gelince,
korkulur onlardan•,
kendini söküp yeniden yapmasını bilen
işte böyleleridir,
ve dünyayı değiştirmesini...

insanlık, düşlerin iyisini önüne,
kötüsünü arkasına alarak
yol alıyor düşlerin en büyüğüne,
en gerçeğine doğru.

herkesin iyiliği için büyük
ve yüksek şeyler tasarlayan
bir çırak, bir kalfa•
çıkarmak için üflemedi mi
kara balçığa,
kendi ruhundan, Yüce Sanatçı?

üfledi ve iyi düşler göre göre büyüdü,
o ilk müteal hücre.
büyüdü, bölündü
ve bölüne bölüne
cennete sığmayacak kadar çoğaldı.

çoğaldı ve akıllandı,
daha dipsiz düşler için
inerken yeryüzüne.

IX


silah kimin elinde olursa olsun, sonuçta
ölümü alıp satanların gücünü artırıyor.
yararı yok, bir daha, bir daha denemenin,
büyük aklın, arkasında bıraktığı yolları,
hurdalığa attığı küçük akılları,
çürük hamleleri!

en etkili savunma, sözgelimi,
saldırmak, der, sorsanız, bir silah tüccarına.
ne kadar tutarlı ve ne kadar akıllıca!

oysa, napalm ya da atom silahıyla yarışmak
sığmayacağına göre, ne insan onuruna,
ne yerin hukukuna, ne göğün töresine,
silahlardan arınmak değil midir,
en insanca savunma
ve bu yarışa zorlamak dostu da, düşmanı da?

hakikat gibi çıplak, cesur
ve samimi olmak yani,
hem barışma niyetinde,
hem barış çabasında!

Bu durumda da insan ölebilir, kuşkusuz;
ölmek ya da yaşamak…
bugün ölmek
yahut elli yıl sonra,
elbette aynı şey değil, fark var aralarında;

ama iki ölüm de aynı hızla unutulabilir,
bütünün güzelliğine bir şey katmıyorlarsa eğer,
ölümün ve hayatın güzelliğine
bir şey katmıyorlarsa eğer.

XI


sonra, şu topluca ağlamalar,
dövünmeler, Yusuf, oğlum,
intikam yeminleri,
düşmanın resmini, büstünü,
postunu yakmalar meydanlarda,
ya da bayrağını…

acını paylaşmak isteyenler,
bunları yapmasınlar, diyemem,
çok ağır, çünkü, verdiği acı,
haklı olmanın yetmemesi
çocukların Gazze’de ölmemesi için.

taşınması zor ve yakıcı, bu gerçeğin.
ve ellerini yakıyor olmalı,
onu akıllarıyla değil,
elleriyle tutmaya kalkışanların.

ve közü tutar tutmaz da, hemen
bırakmaları gerekiyor, doğal olarak;
onunla bir şeyleri yakmaları
sonra tepinmeleri, üzerinde…

ve döküp saçmaları gerekiyor, bazen de,
içlerinde tutmasını bilseler
belki bir fikre, bir çareye
dönüştürebilecekleri
ateşli duyguları, ateşli tepkileri…

yapmasınlar diyemem, acın çok büyük.
ama bunlar, haklılığın gücünden çok,
senin ve dostlarının çaresizliğini
düşündürür düşmana, bence.
Ve Gazze bombalarla dövülürken
kameralarla, monitörlerle,
yanan Gazze’nin ışığında
gece piknik yapamaya gelen
İsralli sivillerin seyir zevkini artırır bir de.

ve sessiz kalmalarını haklılaştırır,
vicdanlarına serpecek su arayan
daha uzaklardaki seyircilerin.
belki daha yakındakilerin de,
Yakub’un öteki oğullarının yani,
Mısırlı, Ürdünlü, Hicazlı
‘üvey’ kardeşlerinin senin…

zafer, düşmanın resmini bulunca, resmini,
postunu bulunca, postunu,
kendisini bulunca da kendisini
yakmak değildir, sanırım, Gazzeli Yusuf, oğlum,

zamanın kapısını açmaktır, zafer,
zamanın kapısını açmak
özgürlüğün ve erdemin önünde,
herkes için ama, ayrım yapmadan,
düşmanların için de,
ve mümkünse onlarla birlikte…


Düşmanına ölümü değil, hayatı götür;
böylece, yenilen düşmanın değil,
düşmanlık olsun;

kazanan da dostluk olsun,
ölüleri dirilten dostluk,
ne sen, ne bir başkası...


XII


bu keder ve umut taşıyan rüzgâr,
zeytin ağacının, incir ağacının,
iğde ağacının içinden geçip,
sana getirsin sesimi!

bu keder ve umut taşıyan rüzgâr
Gazzeli çocukların ve annelerin
korkusuz, tasasız gezindiği
has bahçelerin içinden geçip,
sana getirsin sesimi!

bu rüzgâr, Musa’nın, İsa’nın ,
Abu Salma’nın, Mahmut Derviş’in
Roni’nin, Kafka’nın, Edward Sait’in,
yeryüzüne ve gökyüzüne dağılmış
Filistinli çocukların içinden geçip,
sana getirsin sesimi!

bu rüzgâr Sabra ve Şatilla’da katledilen
Yakup’un, Yusuf’un ve Bünyamin’in,
Auscwitz’te yakılan Yakop’un, Yasef’in,
Ve Benjamen’in içinden geçip,
sana getirsin sesimi!


bu rüzgâr, yalnız Filistinlilerle kalmasın,
Serebzenitza’da, uygarlığın gözü önünde
binlercesi toprağa gömülen Bosnalıların,
Amerika’da kökleri kazınan Kızılderililerin,
Küçük Asya’da, yollarda kaybolan Ermenilerin
içlerinden geçip, küllerini, tozlarını
katillerin, azmettiricilerin,
suçu ve delillerini örtüp karartanların
yüzlerine, gözlerine savurup
sana getirsin sesimi!

kitapları karıştırdım, zamanın sayfalarını,
yerin ve göğün arşivlerini,
ölümün parmak izlerini, tozlu raflarda,
bulmak için yerini ve dengini
Gazze’de işlenen toplu cinayetlerin.
diyemem, rastlamadım, bu kadar vahşisine.
sicili çok kabarık çünkü, insanoğlunun,
atası Kabil’den beri, kırdığı kırkı geçmiş,
defalarca kırıp geçirmiş,
kardeşini, komşusunu ya da suç ortağını.
ona kendi zayıflığını, sefilliğini
ya da alçaklığını hatırlatan herkesi…

daha dün, Irak’ta, katledilen bir milyon Yusuf’u
unutmadım, unutur muyum hiç!
Cezair’de katledilen bir buçuk milyonu da,
Balkanlar’da, Vietnam’da, Çeçenistan’da,
Hiroşima ve Nagazaki’de olanları
unutmadım, unutur muyum hiç,
unutulur mu hiç!

siyahî Yusufları, renklerin en yusufunu,
Malcolm X’in, Martin Luther King’in,
Obama’nın atalarını unutur muyum hiç,
( ben unutsam bile, hatırlatır hemen
bana, torunum Mehmet Eren,
ya da ona vekâleten,
annesi ya da babası,
onun, Mountain View’deki
siyah tenli arkadaşlarını,
çekik gözlü arkadaşlarını,
buğday tenli arkadaşlarını.)

hepsinin içinden geçsin öyleyse,
hepsinin içinden, bu deli rüzgâr,
Başkan Obama’nın içinden
geçmeden gelmesin, sözgelimi,
onun kalbinin çevresinde
kırk kez dönüp dolaşsın, aklına geçsin sonra
ve aklını başına getirsin, Amerika’nın.

aklı başına gelince de,
üzerinden postunu çıkarıp, MGM aslanının,
süt dökmüş kedi gibi üç kere acı acı,
ve alçak sesle kükresin Amerika,
bütün bu olup bitenler için, insanlık adına
‘özür diliyor’ gibisine…

ve rüzgâr, bu filmden,
gözlerini silerek çıksın,
sana getirsin sesimi

kefeni, tabutu, mezarı olmayan kalender ölülerin,
benim vatanımdı, senin bayrağındı, ayırmayan,
aldırmayan akıllı delilerin,
ebedî gezginlerin, sürgünlerin,
büyük avarelerin içinden geçip
sana getirsin sesimi!

küflenmiş kitapların, küflenmiş kafaların
müzelerin, mumyaların ve mezarların
millerce uzağından geçip,
sana getirsin sesimi!

sokakta bir yangın, bir facia çıkınca
bazen şairler de fırlarlar ya,
şu benim yaptığım gibi, pijamayla sokağa,
işte bu yaşlı, kaçık şairin yüreğini de
terlik ve pijamayla, Gazze sokaklarını
gezdirip getiren bu şiirsever rüzgâr,
bu aklı başında gözükmeye çalışan,
ama gözyaşlarını tutamayan esinti,
elini kolunu sallayarak herkesin
girip çıkabileceği bu orta halli,
kalender, ‘esnaf işi’
şiirin içinden geçip,
sana getirsin sesimi,
Gazzeli Yusuf, oğlum!


EKLER

1

Gazze’de, dünyanın bu en güzel isimli şehrinde
sabah erken iş başı yaparken ölüm,
burada İstanbul’da,
dünyanın bu en yufka yürekli
ve sulu göz şehrinde,
çarmıhta çivi yarası gibi açılıyor
her gün sabahın gözü.

ve insanlığın körelen vicdanı gibi
kabuk üstüne kabuk bağlıyor
her gün akşamın yarası.

2

ölümün, tanklarla, roketlerle,
silahlı birliklerle talim yaptığı yerde,
asıl hayattır, provasını yapan,
daha geniş bir yol,
daha uzak bir ufuk açmak için
haklıların önünde.

3

tutmak için ağılda,
kurt korkusu içinde
alt alta, üst üste bir arada
kuzularını, Sion tanrısı,
başka vahşet kalmayınca yapacak,
gün gelecek tutup kendi kuzularını
birer birer boğazlayıp
yemeye başlayacak bu gidişle
ağıl kapısının önünde.

ve adına izrael denen
o ‘toplama’ kampında,
o ağılda tutuvermek uğruna,
gün gelecek, kendi gübrelerini
yedirtecek onlara.

o kuzucuklara acı, Gazzeli Yusuf, oğlum,
bilinen, bilinmeyen
bütün acıma biçimlerini öğren
ve bütün kuzuların Gerçek Sahibi için
o kuzucuklara acı!

Yakup oğlu Yusuf’un,
günahkâr kardeşlerine acıyıp da
kanat germesi gibi, mesela,
öykülerin en eskisi, en güzeli
ol Kıssa-yı Yusuf’ta…

4

bu kul işi, çömez işi risalenin,
benzetmek gibi olmasın, hani,
Gazzzeli dostum, ‘Fatiha’sı da şu:

kağıtları karalım ve dünyayı
yeniden paylaşalım, demiyoruz,
doğru koymalıyız davayı:

‘herkes, cennetten çalıp çırptığını’,
demeyelim de, hadi,
‘emanet aldığını’, diyelim,
çıkarıp masaya koysun,

varlığın kolu, kanadı,
ağzı, burnu, gözü, kaşı,
aklı, ruhu, yüreği,
özellikle de ciğerleri
kimdeyse,
çıkarıp yerine koysun…

ve hep birlikte, kardeşçe
yeniden oturalım, varlığın
cömert bir ev sahibi olarak
nimetler taşıyıp duracağı sofraya,
büyük insanlık şöleni için.


Cahit Koytak / 16 Ocak 2008
‘YOKSULLAR İÇİN TEZLER’

24 Şubat 2009 Salı

Sağ’ın Sağ’ına Karşı, Sağ’ın Sol’u…





Hafızasız toplumlarda / hafızası silinmiş toplumlarda, adettir.
Davul sizin elinizdedir, ama tokmağı hep başkası taşır.
Her türlü iç ve dış tehdit itinayla korunur, saklanır ve günü geldiğinde kullanılır bu topraklarda.
Komünistlerden faşistlere, dincilerden dinsizlere bir sürü gizli açık tehditi vardır bu ülkenin.

İlk kez Özal ortaya atmıştı sanırım…
Merkez diye bir şey icat etti Özal..
Üç eğilim kollarımın altında diyordu…
Turgut Sunalp’e karşı sağcısı, solcusu, dincisi Özal’ın partisi etrafında birleşmişti.
Daha o güne kadar sokakta birbirlerini gördüklerinde silahlarına sarılan insanlar “ülke menfaatleri” çatısı altında bir aradaydılar işte.
Ne ala…

Sokaktaki adam, solcu olduğunu zannediyordu.
Rusya’ya yakın olsun diye üssünü Fatsa’da kurmuştu…
Rusya Türkiye’ye müdahale ettiğinde / çıkartma yaptığında orada karşılayacaklardı…
Sonra halksız bir “halk için halk devrimi”yle kurtuluşa erecekti ülkeleri…

Sokağın diğer yakasındaki adam da sağcı zannediyordu kendini…
Komünist vatan hainlerini temizlemek, ülkenin bağımsızlığını, Türklük gurur ve şerefini kurtaracaktı…
Öyle ya; vaktiyle üç kıtada at koşturmuş bir milletin torunlarıydı onlar…

Sokaktaki adamlar vurdu birbirini…
Sağcısıyla solcusuyla teker teker öldürdüler bizi…
Ve akıttıkları kanlarımız üzerinden kurdular kendi iktidarlarını…

En devrimci adamlarımız istihbarat ajanı çıktı yıllar sonra…
En devrimci ağabeylerimiz plazaların fildişi kulelerinden tüttürdüler Küba purolarını…

Mahallenin öbür sakinleri uğruna ölmeyi, öldürmeyi göze aldıkları sevgili ülkelerini bölüşmeyi yeğlediler.
Pastadan büyük pay sahibi olmak onlarında hakkıydı…

Sonra fark edildi ki: sağ dediğimiz şeyle, sol dediğimiz şey aslında kan kardeşi!
Avuç içlerini bıçakla keserek kan kardeşi olmak yerine, birbirlerine kurşun sıkarak kardeş olmayı yeğlediler sadece…


Zihnimizdeki sağ-sol tanımını gözden geçirmemiz gerekiyor belki…
Bizde Fransa da olduğu gibi bir sınıf ayrımı olmadı…
Dolayısıyla sağ-sol dediğimiz şey tam olarak karşılık bulamadı.
Batıda sol değişim ve özgürlüğe karşılık geliyorken, sağ muhafazakâr değerleri ifade ediyordu…
Bizde ise sol muhafazakârlığın zirvesidir adeta…
Kurulu değerlerin savunulduğu, statükoculuğun kutsallaştırıldığı kökten muhafazakâr bir algı...
Tıpkı kökten sağcıların muhafazakar olduğu gibi…
Fikret Başkaya’nın affına sığınarak söylüyorum ki: Türkiye’de taban bulmuş kitlesel ve gerçek zamanlı bir sol hiç olmadı…
Che posterlerini kapitalist bir meta haline getirirken Che’nin kapitalizme karşı savaştığının farkında bile değildi…
Zaman zaman günah çıkartması gerektiğinde “ben eskiden nasıl bir devrimciydim” diye nostaljik nutuklar attı etrafına solcu…
Geçmiş kazanılmış bir sermayeydi onun için…



Özal’ın “merkez” dediği şey bile hiç olmadı bu ülkede…
Ağız tadıyla “merkez sağ”, “merkez sol” diyebileceğimiz bir yapılanma hiç gerçekleşmedi…
Ve 29 Mart’ta yapacağımız seçim sağ’ın sağ’ıyla, sağ’ın sol’u arasında bir tercihten ibaret sadece…


O halde bunca kavga niye edildi diyeceksiniz…

Kardeşler arasında olur öyle şeyler…


Cyrano de Bergerac

25 Şubat, Ankara

13 Şubat 2009 Cuma

KUŞDİLİ...

yine hilal hanım, yine kuşdili...





11 Şubat 2009 Çarşamba

9 Şubat 2009 Pazartesi

POLİTİK DİL, POLİTİK YAŞAM



http://haberola.com/kosegoster.asp?kid=11&yid=1517

Yirmisekiz Şubatın hemen ertesinde Türkiye’de sivilleşme üzerine okuyup yazmaya başladım.
Ortada onlarca yıldır devam eden bir yapboz vardı ve onlarca yılın tamiratını bir çırpıda –defalarca- yıkıp alaşağı edebiliyordu omzu kalabalıklarımız!

Körfez depremi darbenin hemen üzerine geldi…
Kimi yardım örgütlerinin yardımlarına el konulmuş, çadırlarına müdahale edilmiş,
ilgili personel bölgeden uzaklaştırılmıştı.
İlgim giderek artıyordu.
Televizyonlarda izlediğimiz irtica çığlıklarından başka bir gerçeklik olmalıydı.
Farklı bir ses arıyordum, herkesin her konuda aynı şeyi düşünmesi, yazması, konuşması…
Bir terslik vardı…

Bunca benzeşlik varsa biri bizi kandırıyor olmalıydı.
İnsan hakları örgütlerini takip etmeye başladım, ne diyorlardı…
Mazlumder, İnsan Hakları Derneği ve diğerleri…
Yurt içi yurt dışı diğer yapılanmalar…

Ortalıkta kansız bir terör esiyordu, üstelik herkes bu yargısız infazdan memnundu…
Gazetelerimiz, televizyonlarımız karargâhtan yayın yapıyor, karargâhtan “görülmüştür” damgasıyla basılıyordu…
Başka bir dünya vardı insan hakları örgütlerinin gündeminde…

Televizyon dilinden farklı konuşuyorlardı, tekel medyasının dilini kullanmıyor,
aksine en makbul yazarları topa tutuyorlardı.

Herkes bulunduğu kabın şeklini almaya razıyken, herkes beslendiği çanağın hakkını vermek için çabalarken…
Aykırı bir ses yükseliyordu yeryüzünden…

Belki daha öncede var olan ama duymadığımız, duymak istemediğimiz bir ses…
İhtiyaç duyduğumuzda kulaklarımızı kabarttığımız ama başkalarının ihtiyacı varken kulaklarımızı tıkadığımız bir ses…

İki yüzlülüklerimizle bizi yüzleştiren, bencilliklerimizi günyüzüne çıkarıp bizi utandıran bir ses…

Öteki olmaktan şikâyet ederken, hep bir öteki bulan ve kendi dışındakileri ötekileştiren bir aymazlığımız var bizim.
Sağcı olmamız, solcu olmamız bir şeyi değiştirmiyor.
Sağcılarımız kendini sol karşıtlığı üzerinden tanımlıyor, solcularımız sağ karşıtlığından başka malzeme bulamıyor.

Kendini tanımlarken fikri altyapısı yetersiz olanlar kurtarıcı gibi sarılıyor bu kavramlara…
Sağcılık, solculuk ayıp örtüyor çünkü.
Ne olduğunu bilemeyen, olduğu şeyin altyapısını kuramayan sağcılıkla, solculukla örtüyor üzerini...

En baba fikir önderlerimiz bile onlarca yılın ezberini konuşmaktan sıkılmıyor.
Fikri bir tembellik bu!

Tembelliğimizden ezberciyiz, ezberci olduğumuz için sahici değiliz…
İnanmıyor kimse bize, biz kandırdığımızı sanıyoruz insanları…

Politik dil, politik bir yaşam sunuyor bize…

Ve biz önümüze konulan her şeyi yemekten mutluyuz…



Cyrano de BERGERAC
08.02.2009 / ANKARA

tagore