23 Şubat 2011 Çarşamba

Ya Özür Dile ya da Canın Cehenneme!




28 Şubat’a az bir zaman kaldı. Kimimiz için unutulması gereken bir tarih 28 Şubat…

Kimimiz içinse asla unutulmaması/unutturulmaması gereken bir tarih.

Unutalım diyenler eski günahlarının üzerini örtmek isteyenler, geçmişlerinden utananlar ama özür dilemeyi becerebilecek kadar namusu olmayanlar. Unutalım diyenlerin bir kısmı da yaptıklarından utanmayacak kadar arsız olanlar.

Unutturmak istemeyenlerse 28 Şubat’ın acısını eşiyle, çocuklarıyla; okuluyla, sosyal yaşamıyla omuzlarında hala hissedenler.

28 Şubat 2011’den, 1997’nin 28 Şubat’ına bakınca uzunca bir film şeridi geçiyor gözlerimin önünden.

Ben ki, o sürecin bir kısmında öğrenci, bir kısmında çalışan, bir kısmında askerdim. Yaşadıklarım hissettiklerim, lain sürecin çok azına tekabül eder.

Birde benim gibi tuzu kuru olmayan, başörtülüler var ki asıl bedel ödeyen onlar oldular. Okul önlerinde, hastane bahçelerinde kamu dairelerinde aşağılanmaktan, kovulmaktan göz göre göre ölüme yollanmaktan daha ağır ne olabilir?

Hepsini yaşadılar. Hepsine isyan ettiler.

Sayıları her geçen gün azaldı, yavaş yavaş terk edildiler. Önce eşleri, anne babaları, sonra çocukları, yakın akrabaları dümen suyuna gitmeyi önerdiler.

Onlar teslim olmadı ama etraflarındaki herkes teslim oldular.

İşte böyle bir zamanda Merve KAVAKÇI ismiyle tanıştı Türkiye. Fazilet Partisi milletin oylarıyla Kavakçı’yı milletin meclisine getirdi.

Sonra olanlar malum…

Ecevit’in titrek sesiyle “Bu kadını haddini bilirin” talimatıyla millet meclisine doldurulmuş et yığınları, dolgu malzemeleri önce kürsüyü işgal ettiler sonra da 45 dakika hukuka ve insan haklarına tecavüz ettiler. O malzemelerden bir kısmı bugün hala meclisi işgal ve iğfal ediyor!

İşte o yemin töreninin gerçekleştiği günün ertesinde Milliyet rumuzlu gazetede Yağmur Atsız imzasıyla “Bloknot” adlı köşede “Faziletmeab” başlığıyla bir yazı yayımlandı.

Aydın Doğan’ın gazetelerinde, bin yıl süreceği iddia edilen bu süreçle ilgili yüzlerce iğrenç makale ve haber yayımlandı aslında ama bu yazı diğerlerinden farklıydı!

Zira yazının müellifi her nedense letafetiyle, zarafetiyle ünlüydü.

Bugün bile Yağmur Atsız’la ilgili olumsuz konuştuğumda gerek sağcılardan, gerek İslamcılardan övgü dolu sözler işitiyorum. Tabi Karaalioğlu’nun Star gazetesinde yazan Atsız’ı okuyanlar, Yağmur Atsız’ı sadece son 4 yıldır yazdıklarıyla hatırlayanlar insan hakları kavramına, azınlıklara, farklı kültürlere hoşgörüsü ve sempatisiyle hatırlayacaklar. Ama hafızası biraz güçlü olanlar onu “Faziletmeab” ile hatırlayacaklar ki bu kara leke Atsız’ın alnından ömür boyu silinmeyecek!

Ne demiş üstad ve üstaz bakalım on üç yıl önce…

“Bizde milletvekilliği ile herzevekilliği birbirine karıştıranların sürüsüne bereket... İsmiyle gayrı - müsemma "Fazilet"in son numarası Merve Hanım da bunlardan biri. Yalan - dolan - soygun - talan konularında muhtemelen DYP ve ANAP'ı bile geride bıraktığı anlaşılan bu riyakarlar şimdi daha ilk günden hır çıkarmak üzere bu kızcağızı topun ağzına sürdüler. Merve Mekke yakınındaki bir tepenin adıdır. Yanılmıyorsam haccetme seremonisinde bir rolü vardır. Onun için mü'minler arasında hayırlı ve uğurlu telakki edilir. Ama bu bizim Merve'nin kendine hayrı ve uğru yok ki başkasına olsun. Benim anlamadığım, hemşiresi, gazetecilerin sorularına yanıt vermemesi için kendisine İngilizce "Don't talk!" (Konuşma!) diye uyarıda bulunmuş. Oysa bunların kartbabaları ve elebaşıları, Bedevilerin çanak yalayıcısı ve hınk deyicisidir. Öyleyse niçin Arabca değil de İngilizce? Örneğin "Uskut, ya Merve!" (Sükut et, ey Merve!) dese daha yerinde olmaz mıydı? Zaten bizim millet son yıllarda Türkçe'yi unutup İngilizce'yi benimsemedi mi? Ama "pidgin English" imiş, yani Zenci ve Asyalı müstemleke yerlilerinin kırık dökük İngilizcesi... Varsın olsun! Yine de herkes anlamış tabii...Ben bile!!

Şu satırların yazıldığı sırada Merve Hanım'ın yandan çark mı edeceği, yoksa küstahlıkda ısrarlı mı olacağı henüz belli değildi. Ama ne farkeder ki? Niyetinin hadise çıkarmak olduğu ayan - beyan ortadayken artık ağzıyla kuş tutsa kaç para eder? Cehenneme kadar yolu var!

Bir de, senki yasalar pek umurlarındaymış gibi, "Başörtüsüne ilişkin yasa yok!" yavesi... Bir kere kamu alanında çalışanların kılık kıyafetine ilişkin olarak 5 Eylül 1925 tarihli ve "MUSTAFA KEMAL" imzalı kararname var. Ayrıca herşey için yasa şart mı? Bir işin "ruhuna uygunluk" diye bir tavır yok mu? Anıtkabir'e ihramla gitsenize, sıkıyorsa!!! Ben camiye bornuzla, cenazeye mayoyla gelsem hoşunuza gider mi? Bu sorularım aynı zamanda hürriyetperverlik ve tolerans şampiyonluğunu kimseye kaptırmayanlara da yönelikdir!..

Efendim, bırakalımmış da yumuşasınmış... Sanki özel hayatlarına karışan var. Bunların adam olmaya niyetleri bulunmadığını ne zaman farkedeceksiniz? Boynunuz kör testerenin altına yattığı vakit mi? Çok değil on dört ay öncesini düşünsenize! "Çok kan dökülecek. Fıstık gibi olacak..."lafını ben mi söyledim? Sivas'da 37 kişiyi, ki sözümona canciğer kuzusarması arkadaşlarınızdı çoğu, ben mi diri diri yakdım?
"Ben tadsızlık çıkarmam. Usuller ve töreler neyse uyarım." diyen MHP'li Hanım Milletvekili daha mı az Müslüman? Faziletmiş!! Hadi ordan, meymenetsizler!!!” (1)



Tamamen sınıf farkı üzerine kurulu faşistçe ifadeler. Tam olarak Muammer Kaddafi’nin Arap milliyetçiliğine eş “Beyaz Türk” ırkçılığı…

Bu ifadeler üzerine söz söylemek istemiyorum. Zira söyleyeceğim her şey suç kapsamına girer! Doğrusu bu ucuz yazıyı muhatap almak da istemem…

Bir süredir en çok yönlendirdiğim yazı Atsız’ın bu eski tarihli yazısı… Çünkü ünlü yazarımız Arap devrimine methiyeler düzerek, Türk gençlerine Arap devrimcilerle keşke tanışıyor olsalar diye sesleniyor.

Oysa daha dün aynı yazar, aynı insanlara zavallı bedeviler diyordu. Çelişki mi diyelim, oryantal mi?

Şöyle bir düşünelim şimdi. 28 Şubat sürecinde Müslümanlar, namuslu solcular (namussuzları zaten darbe taraftarıydı), liberaller sokağa çıksa Demirel ve adamlarına karşı çıksalardı…

Sokaklarda çatışmalar yaşansa ve halk iradesini çiğnetmemek için geri adım atılmasaydı ne yazacaktı Yağmur Atsız… “Muhtemelen” bugün Arap devrimine yazdığı şeyler olmazdı yazdıkları…

“Muhtemelen” eylemcilerin katli caizdir diye orduya seslenecek, “Ooolum bak böyle yaparsanız size kağıttan kaplan derler” ona göre diye klavye tutacaktı. Tabi bunların hepsi kendi ifadesiyle “muhtemelen” yazacakları…

Her neyse…

Doksan dokuzdaki bu ucuz yazıdan sonra Yağmur Atsız’ı hep takip ettim. Nerede yazıyor, ne yazıyor hep gözlerim üzerindeydi.

Star’da yazmaya başladıktan sonra ise daha bir özenle sürdürdüm takibini.

Ne zaman demokrasiden, Hrant’tan, Orhan Pamuk’tan, Kürt Meselesi’nden, Alevilik’ten bahsetse irkildim ve onun adına utandım. Bekledim ki bunca zaman içinde, üç Mayıs 1999 da yazdığı bu yazı için özür dilesin.

Hem Merve Kavakçı’dan, hem Fazilet Partisinden hem de Fazilet Partisine oy verenlerden…

Bugüne değin günah çıkardığını, tövbe ettiğini duymadım, görmedim.

Muhtemelen yediği herzeden memnun ki telafisine ihtiyaç duymuyor.

Uskut ya Yağmur!

Herze’liğin de, küstahlığın da, meymenetsizliğin de bir sınırı var…

O halde kendi ifadesiyle bitirelim: “Cehenneme kadar yolu var!”



Not: Yağmur Atsız’ın yazısında bazı vurgular tarafımdan yapılmıştır. Yazının orijinal metnine http://www.milliyet.com.tr/1999/05/03/yazar/atsiz.html linkinden erişebilirsiniz.

(1) 03.05.2009 Milliyet Gazetesi / Bloknot / Faziletmeab

16 Şubat 2011 Çarşamba

KIBRIS / FİLİSTİN ÜZERİNDEN İKİYÜZLÜLÜĞÜN RESMİ



İlginç şeyler oluyor, gerçekten ilginç şeyler.
Daha bir ay önce Mısır’da halk ayaklanacak, Hüsnü Mübarek devrilecek dense hangimiz inanırdık. Veya ortalama Anadolu insanı 40-50 yıl önce kan dökerek katliamdan kurtardığını düşündüğü Kıbrıs Türkü’nün bugün has…ir diye pankart açacağını akledebilir miydi?
Oluyor işte… Bazen hayat apansızın çırılçıplak bırakıyor gerçek karşısında.
Kuzey Kıbrıs’ta o pankart açılıp ardından da Başbakan Erdoğan’ın “besleme” yanıtı geldiğinde düşmüştü aklıma…
Aslında Başbakan daha o pankart açılmadan aylar önce adadaki maaşların yüksekliğine dikkat çekmiş, “Yan gelip yatıyorlar”a benzer ifadeler kullanmıştı.
Ama Kıbrıs sorunu bizler için aslında bu kadar kısa vadeli değil.
Askerliğini bir şekilde Kıbrıs’ta yapmış olanlarımız yerli Kıbrıs Türkü’nün, Türkiye’yi işgalci gördüğünü zaten anlatıyordu. 1965’ten sonra Türkiye’den Kıbrıs’a gönderilip yerleştirilen Türklerle, Kıbrıs’ın yerli ahalisi arasında bir sınıf farkı ve mücadelesi olduğu da biliniyordu.
Hatta yerli Kıbrıslıların ve hatta bizzat Rauf Denktaş’ın aile efradının Güney Kıbrıs pasaportu taşıdığı yurt dışına çıkışlarda bu pasaportun kullanıldığı da düşmüştü gazete sayfalarına…
Ortalama bir Kıbrıslı yerli için gelecek tasarrufu Türkiye’den aldığı maaşla İngiltere’ye yerleşip gününü gün etmekten ibaret değil miydi sonuçta?
Benim derdim Yerli Kıbrıslıların sonradan Kıbrıslı olanları ne kadar sevdiği, ne kadar haklı veya haksız oldukları değil. Zorla güzellik olmaz!
Kıbrıs seni sevmiyorsa, sende onu sevmezsin olur biter.
Hem enflasyonumuzda bir puan düşer aşağı, bütçe açığımızda azalır…
Mesele uluslararası bir ikiyüzlülük!
Söz konusu Kıbrıs olduğunda Türkiye’yi işgalci kabul edip işgal ettiği topraklardan çıkmasını talep edenlerin, mesele İsrail işgali olduğunda tornistan yapması…
Eğer adına adalet ve ahlak diyebileceğimiz bir şey varsa ülkelere ve şartlara göre bu mekanizmalar farklı işletilemez.
İşletiliyorsa Kıbrıslının da, İngilizin de, Yunanlının da ahlakını ve adaletini tartışırız, tartışılacak neyi kaldıysa…
İsrail denilen çete 1945’ten sonra organize şekilde dünyanın her yerinden yahudi’yi /Ukrayna’dan, Rusya’dan, Yemen’den, Almanya’dan, Macaristan’dan, Fransa’dan, İran’dan…/ sürüler halinde Filistin topraklarına getirdi.
Daha Filistin topraklarına adım atmadan İsrail vatandaşı yapıldılar.
Yetmedi, ellerine silah tutuşturulup karşıda görülen ev ve arazilerin kendilerine vaad edildiği söylenerek içindekileri çıkartmaları, direnenleri öldürmeleri, bütün mal varlıklarına el koymaları söylendi. Onlarda öyle yaptılar. Silahsız Arap yerliler silahlı barbarların elinde ya katledildiler, ya da evlerinden, ocaklarından sürüldüler.
Bunlar binlerce yıl önce olmadı 1950’den bugüne hala devam eden bir süreç söz konusu…
Sonra bizim adalet dağıtıcısı batılı dostlarımız(!) Dediler ki…
“Tamam, eskiden kimi barbar yahudiler, barbarlık ettiler, yaktılar, yıktılar ama bu işgalden bu katliamdan buyana üçüncü nesil yaşıyor Filistin topraklarında. Yeni cenereyşının hiçbir günahı yok!
Onlar için üzerine doğdukları bu topraklar vatan oldu!
Onları bu topraklardan çıkarmak, “Sizin babanız katildi yavrum” demek yeni nesle haksızlık olur.
Olan olduğuna, ölen öldüğüne göre bugünkü şartları kabul edelim bitsin…”
Dünyanın Filistin’e çok da uzak olmayan başka bir ülkesinde, Kıbrıs’ta ise aynı batılı dostlarımız(!) şöyle dediler:
“Kıbrıs sorunu çözülmeden sizi AB’ne almayız. Kıbrıs’ta federatif bir devlet kurulabilmesi için Türkiye’nin ordusunu adadan çekmesi ön şartımızdır. Kıbrıs halkı kendi iradesiyle geleceğine karar verecektir.”
Ama her nedense adaya sonradan iskan edilen yunanlıların adayı terk etmesi hiç öngörülmedi.
Adadaki yunan ordusu işgalci olarak tanımlanmadı hiç!
Şimdi eğer, İsrail denilen şebeke 1945 öncesi demografik yapıya dönecekse ve işgal ettiği topraklardan defolup gidecekse evet bence de Türkiye adadan çekilmeli ve 1969 öncesi demografik yapıya dönülmelidir.
Ama yok İsrail’in yeni nesli masumsa ve babalarının cinayetlerinden sorumlu tutulamayacaksa, yeni nesil İsrailliler için kanla, vahşetle yoğrulmuş topraklar vatan oldu ise, Kıbrıs’tan da kimsenin çıkmasına gerek yok…
Zira Kıbrıs’da, Filistin’de olduğu gibi yerli halkı öldürerek, katlederek elde edilmiş bir toprakta yok. Yaşananlara olsa olsa, en fazla iki ordu arasında savaş denilebilir.
Türkiye’nin garantörlük hakkına hiç değinmiyorum bile.
Batının her zamanki ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı, ahlaksızlığı ortada…
Ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı vurgulamak dışında Kıbrıs’ın bende bir hatırası da yok!
Resmi tezlerin arkasında durmuyorum. Türkiye’nin tezlerinin haklılığı, yerli Kıbrıslıların eleştirisi, Rumların/Yunanlılarının antitezleri beni ilgilendirmiyor.

Beni sevmeyen Kıbrıs’ı bende sevmiyorum. Kıbrıs üzerinde değer verdiğim tek toprak parçası Peygamber Efendimizin Halasının mezarı. Ve o mezarı Güneylilere emanet etmeyeceğim gibi Kuzeylilere de emanet etmem.
Hatta mezarın Güney tarafında yer alması daha güvenli.
Muhtemelen kuzeyde kalsa çoktan yıkılmıştı!

1 Şubat 2011 Salı

YOLLAR VE KUŞLAR



Çocukluğum yol kenarlarında hayvan otlatarak geçti. Yollar asfalt değildi o zamanlar.
O zamanlar şimdiki gibi bin bir çeşit araçta bulunmazdı yollarda.
Ford minibüsler uzak ve yakın köylere yolcu taşırlardı.
Mesafe yakınsa günde birkaç kez ve mümkün olduğunca okul saatlerinde…
Uzaksa sabah akşam bir kere.




Minibüsü kaçırdıysanız yakın akrabalardan kalacak bir yer ayarlamanız gerekirdi: ne ki bırakın yakın akrabaları, akraba olmayanların evinde kalmak bile, hiç zor olmazdı.
Bu tek tük araçların geçtiği yol kenarlarında en büyük oyunumuz araç-plaka oynamaktı.



Herkes bir plaka tutar ve sonra geçen arabaların plakaları sayılırdı. Kimin tuttuğu plaka daha çok geçmişse o kazanırdı.
Ve bu oyun akşama kadar sürerdi zira akşama kadar ancak 15-20 araç geçmiş olurdu.
Ben genelde DR veya DD plakalı araçları tutardım…
Çünkü şimdiki neslin hiç bilmediği “NAFA” araçları genelde DD, DR plakalı olurdu.



Yol kenarlarında dolanırken bir gün yolcu otobüslerine binebilmeyi hayal ederdim.
Uzak yerlere gidebilmek, saatlerce günlerce hiç inmeden yolculuk edebilmek…
Öyle keyifli gelirdi ki, düşünmesi bile…
Sonra büyüdük ve şimdi yolcu otobüslerinden nefret ediyorum!
İlginç zamanlardı gerçekten.




Ve Kuşlar Geçer İçimizden…
Bir gün, yine çocukken, yine hayvan otlatırken…
Fırtınalı bir günde…
Gökyüzünden büyük bir karaltının üzerime geldiğini görmüştüm.
O güne kadar görmediğim büyüklükte kuşlar üzerime üzerime geliyordu. Bulunduğum açık alandan koşarak ağaçların arkasına saklandım.
Hayatımda hiç korkmadığım kadar çok korkmuştum.




O zamanlar televizyon girmemişti daha hayatıma ve psikopat korku filmleriyle tanışmamıştım.
Yıllar sonra öğrendim ki üzerime gelen kuşlar, fırtınadan kaçarak acil iniş yapan göçmen kartallarmış.
Kışları genelde “Cıdık” kurarak çıktığım kuş avları dışında ilk temasım bu olmuştu kuşlarla.
Nereden bilecektim ki yıllar sonra en büyük hobim kuşlar olacak…





Ankara’dan otobüse binip herhangi bir yöne seyahat ettiğinizde eğer biraz dikkatliyseniz havada süzülen veya elektrik direklerine konmuş yabani kuşlar göreceksiniz.
Kuş dediysem Serçe’leri, İspinoz’ları, Tepeli Toygar’ları, Saksağan’ları, Leylek’leri, Karga’ları kastetmiyorum.
Deliceler, Şahinler, Doğanlar… Yabani kuşlar…




Hafta sonu Amasya’dan Ankara’ya otobüsle yolculuk etmemiş olsaydım ve otobüsün camından onlarca yabani kuş göremeseydim okuyamayacaktınız bu satırları.
Birkaç yıl önce bu kuşların beş on kilometrede bir ancak görülebildiğini düşününce…
Kuşların yaşam alanları bunca tehdit edilmişken, azalmışken, tarımsal ilaç kullanımı, şehirleşme, tarım alanlarının sürekli genişletilmesi ve çevre kirliliği hızla artmaktayken neredeyse her kilometrede bir yabani kuş görebilmek nasıl bir mutluluk tarif edemem.






Bizimle bunca iç içe yaşayan ancak varlığından bunca habersiz olduğumuz başka bir canlı türü yok!
Bırakın şehirlileri, köylülerimiz bile birlikte yaşadığı kuşları tanımıyor. Bütün kuşlar Serçe, bütün uçucular Kuş!
Bu yabancılaşma affedilir gibi değil…

Ankara’da Gizli Bir Vaha: MOGAN GÖLÜ


Eğer Ankara’daysanız ve bu şehirde yapacak hiçbir şey bulamıyorsanız…
Ve üstelik kuşları seviyorsanız…
Mogan sizi çağırıyor.
Mogan gölü göçmen kuşlara ev sahipliği yaptığı gibi, yıl boyu konaklayan kuşları da barındırıyor içinde.





İki yüz’ün üzerinde kuş türü Mogan’ın sazlıkları arasında sizi bekliyor.
Bazen bir Yalıçapkını, bazen bir Saz Delicesi, Balıkçıllar, Kızıl Şahin, Turna, Çeltikçi, Baykuş çok şanslıysanız bir Mavi Gerdan’la karşılaşmanız içten bile değil.
Hele birde sabah namazından sonra uyumayıp çıkarsanız Mogan’a gördüğünüz göreceğiniz en güzel gün doğumuyla karşılayabilirsiniz günü…
Yapmanız gereken sadece Büyükşehir Belediyesinin rekreasyon alanından uzak durmak ve Mogan’a el değmemiş noktalardan giriş yapmak…
Hücrelerinizin yenilendiğini hissedeceksiniz.
Allah’ın her gün, her saniye, her an yaratışına tanık olacaksınız.
Belki çocukluğunuza gideceksiniz benim gibi…
Hayvan otlattığınız, araç plaka oynadığınız zamanlara…
Ve belki o zaman bir miktar Ankara ürkütmeyecek sizi…
Belki ama…
Ve bir miktar…



NAFA: Şimdiki Devlet Su İşleri Araçları
Cıdık: Kuşları bacaklarından yakalamak için kullanılan ipli düzenek

(http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5543)Adresinde yayınlanmıştır.

tagore