29 Aralık 2023 Cuma

MÜNACAAT

 

Yapmadıklarım için pişmanım.
Yapamadıklarım için mahcubum.Ben yoruldum hayat’ diyemiyorum, yorulacak kadar gayret etmedim.
Yarım asırdır sıkılı bir yumruk gibiyim, 
Parmaklarımı bir an gevşetmediğin için müteşekkirim.
Sevdim sevildim, öptüm öpüldüm.
Elime yabancı bir el değmedi.
Bir damla günah karışmadı kanıma.
Önüne koyabileceğim başka bir şeyim olsaydı koyardım.
Fakirim, çaresizim, affımı dilerim.
İstetmedin çok şükür, yokluk bilmedim.
Vermedin daha çok şükür, vermediğin için de teşekkür ederim.
Gözümü kamaştırmadı dünya, arzu duymadım güzellikleri için.
İstemedim istetmedin.
Mahcup ettim seni biliyorum, sen beni hiç mahcup etmedin.
Örttün ayıplarımı gizledin günahlarımı, kimseye göstermedin.
Seslendin ama kulak asmadım. 
Duyurdun duymadım, duymuşum gibi davrandım.
Anlattın ama anlayamadım.
Saklımın olmadığı bir tek sen varsın.
Herkesten bir çok şeyi saklayan ben, senden hiçbir şeyi saklayamadım.
Olmadı beceremedim, yapabilsem yapardım.
Herkes ayıplarımı vurdu yüzüme sen bir gün ayıplarımı karşıma çıkarmadın.
Af diledim arsızca, bir kez olsun geri çevirmedin.
Aranıyordum, teslim etmedin kimseye
Kimseye teslim olmama da müsaade etmedin.
Film her halükarda devam edecek biliyorum.
İyi son yoktur farkındayım.
Sadece kötü sondan kaçmaya çalışıyordum.Yapabilseydim yapardım’ derdim ama yapabileceklerimi de yapmadım.
Yoruldum diyemiyorum yormadın hiç ama ben yordum biliyorum.
Sevdirdiklerin için teşekkür ederim.
Lakin nefret ettirdiklerin için daha çok teşekkür ederim.
Düştüğümde ayağa kaldırdın.
Bitti zannettiğimde yeniden başlattın.
Haklı bir öfke, uslanmaz bir gönül verdin.
Herkesle kavga edecek kadar güç, gerektiğinde savrulacak bir yumruk verdin.
Beni terketmen için haklı sebeplerin vardı, terk etmedin.
Elin hep omzumdaydı hissettim.
Aşk verdin, öfke verdin, kavga verdin.
Sevdin, sevdirdin.
Ben seni sevdim ama biliyorum ki sen beni benden çok sevdin.
Boyun eğdırmedin dik tuttun başımı,
Herkese kafa tutacak güç verdin.
Ben sitem ettim sen hiç sitem etmedin.
Sen sevdirmesen ben sevemezdim.
Herkese hırçındım, herkese asi.
Bir tek sana mutedilim.
Sevgine güvenmesem sitem de edemezdim.
Gün geldi küstüm.
Yakınlığını bilmesem küsemezdim.
Verdiklerinle mutlu oldum, vermediklerine hiç gücenmedim.
Hamdım pişemedim. 
Yandım sönemedim.
Razıyım senden lakin rızandan emin değilim.
Mahcubum, affımı dilerim.



Üstün BOL
27 Aralık 2023

10 Aralık 2023 Pazar

OTORİTENİN GÖNÜLLÜ REHİNELERİ

 



Herkesi adaletsizce hapse atan bir hükümetin yönetiminde,

âdil insanların olması gereken yer de hapishanelerdir.

(Henry David Thoreau)


Henry David Thoreau dünyada ‘Sivil İtaatsizlik’ düşüncesinin babası olarak kabul ediliyor. 1848 Yılında yazdığı ‘Sivil İtaatsizlik’1 makalesi bugün hala sivil itaatsizlik düşüncesinin temel taşlarını oluşturuyor. Genç yaşta hayatını kaybeden Thoreau’nun insanlık ailesine bıraktığı en büyük miras bu makale.

Fakir bir ailenin çocuğu olarak 1817 yılında dünyaya gelen Thoreau zor geçen çocukluk hayatının ardından 16 yaşında Harvard Üniversitesine kaydolur. Mezuniyetinden sonra bir devlet okulunda öğretmenlik yapar. Okul yönetiminin öğrencilere şiddet uygulamasını tavsiye etmesi üzerine istifa eder, kısa bir süre kardeşiyle birlikte özel okul işletir. Farklı işlerde çalışır, ilk kitabı ‘Concord ve Merrimack Irmaklarında Bir Hafta’ başarısız olunca inzivaya çekilir.


Amerikan hükümetinin Meksika savaşını sürdürmek ve köleliğin devamını sağlamak için çıkardığı vergileri ödemeyi reddeder ve hapse atılır. Thoreau’nun ‘Sivil İtaatsizlik’ makalesinin temelinde bu olay atar. Thoreau bu makalesinde zalim yönetimlere karşı en etkili direnme yönteminin vergi ödemeyi reddetmek olduğunu söyler.


Thoreau, kendisinden sonra gelen düşünür ve aktivistleri de derinden etkiler. Gandi ve Martin Luther King Sivil İtaatsizlik makalesinden etkilenerek direnişlerine yeni şekiller verirler. Esasen Gandi, sivil itaatsizlik eylemlerini sürdürürken bu makaleyle karşılaşır ve tanımlamayı çok beğenerek kullanmaya başlar. Gandi, sivil itaatsizlik kavramını benimsese de eksik bulur. Bu tanımlamanın kendi direnişini tam olarak karşılamadığını düşünmektedir. Bir süre sonra Sivil İtaatsizlik yerine Sivil Mukavemet kavramını öne çıkarır ve mücadelesinin sonuna kadar da bu kavramı kullanır.


1848’de yazılan, 1849’da basılan Sivil İtaatsizlik makalesi beklenen ilgiyi ancak 1980’li yıllarda Avrupa’da görür. Devlet otoritesine mutlak bağlılığın sorgulandığı, bireyin taleplerinin öncelendiği bu yıllarda özellikle Avrupa solu üzerinde makale adeta patlama yapar. Türkiye’de ise 1980 darbesiyle ağır yara alan sol kesim Özal’ın liberal politikalarıyla sivil toplum örgütleri üzerinden yeniden örgütlenir. Bu dönem, sivil toplum örgütlerinin anlaşılmasından çok örgütlenme kapasitesinin kullanıldığı yıllardır. Aynı dönemde Sivil İtaatsizlik/Sivil Toplum kavramının ilginç bir biçimde İslami camiada karşılık gördüğünü ve ülke gündemine bugünkü anlamıyla İslamcılar(!) eliyle sokulduğunu da kabul etmeliyiz.

Thoreau, takipçilerinden farklı olarak o yıllarda itaatsizlik eylemleri sonrasında otoritenin vereceği cezaları kabul etmek gerektiğini düşünmektedir. Hapis cezası verilirse Thoreau girip yatar. Kendisinden sonra gelenler ise otoritenin vereceği cezaları daha doğrusu devletin cezalandırmasını kabul etmeme taraftarıdır.


Önce İnsan Sonra Yurttaş!


‘Hükümetlerin en iyisi en az hükmedendir’2 diye başlar Sivil İtaatsizlik makalesi. Devamında da şöyle der: ‘Bu söz uygulandığında “hükümetlerin en iyisi hükmetmeyendir”e varılacak.’ Thoreau’nun otorite karşısında duruşunu özetleyen bu cümle, sivil itaatsizlik düşüncesinin de ana fikrini oluşturur. Bununla birlikte Thoreau hükümetsiz, otoritesiz bir toplum da düşünmez. Sınırlarını, ölçülerini bilen insan üzerinde hükmetme iddiasını toplumsal düzenle sınırlayan ve birey ve özgürlükleri üzerinde tahakküm kurmaya cüret etmeyen bir otorite mevcut olabilir. Ona göre bunun tesisi için ‘Önce insan sonra yurttaş’3 olunduğunun kabul edilmesi gerekmektedir.


‘Her insan devrim yapma hakkının, yani hükümetin zorbalığına ve yetersizliğine artık dayanamadığında hükümete bağlılığını reddetme ve hükümete itaat etmeme hakkının farkındadır.’4 Thoreau önce insan olma düşüncesini bu felsefe üzerine inşa eder.


Devlet ve insan arasındaki ilişkiyi bir makinaya benzetir. ‘Makinalar hep sürtünmeyle çalışır. Muhtemelen o sürtünmenin makinaya vereceği zarar yaptığı işin yararı sayesinde dengeleniyordur. Ama sürtünme artık makinayı ele geçirdiğinde, yani baskı ve hırsızlığı teşkilatlandırdığında, bence artık o makineyi yok etmek gerekir.’5 der.


Thoreau, devletle insan ilişkisini makine sürtünmesi örneğiyle izah eder ama insanı da çok özel bir yere konumlandırmaz. Hatta bu konuda oldukça gerçekçidir: ‘Halkların faziletli eylemlere imza attığı pek görülmemiştir. Çoğunluk sonunda köleliğe son vermek için oy verdiğinde ya artık kölelik konusu ilgilerini çekmiyor olacak, ya da artık oy verseler de pek bir şey değişmeyecek; zaten kölelik neredeyse bitmiş olacak.’ 6


Aynada Görünmeyen


Thoreau’nun inşa ettiği sivil itaatsizlik kavramının resim, şiir, sinema gibi bir çok alanda yansımalarını da görmek mümkün. Fransız Edgar DEGAS7 özellikle dans çizimleriyle tanınan bir ressam. Ünlü bir tablosunda DEGAS ayna önünde dans eden balerinleri resmeder. Ancak aynanın tam önünde olmasına rağmen balerinlerden birinin silüetinin aynaya yansımadığı görülür.


Agnelius Silesius8 da DEGAS’tan yüz yıllar önce bu tabloya benzer bir şiir yazar:


Güle dair bir neden yok

Gül açar çünkü gül açar.

Ne gözetir kendini

Ne görülmek arzular.


Onlarca partnerin sahne aldığı, kaba bir pazarlama düşüncesinin sivil toplum olarak lanse edildiği bir zamanda, Thoreau’nun sivil itaatsizlik düşüncesinin izinde varlığını aynaya yansıtmadan ve görülme arzusu taşımadan sürdürebilen oluşumlara bugün sivil toplum örgütü diyoruz.


Atasoy Müftüoğlu’nun kitaplarında yazdığı, konferanslarında anlattığı ilginç ve bir o kadar da trajikomik bir gerçeklik var. 2009 yılında İsrail yine Gazze’ye saldırırken geçici ateşkes kapsamında Refah sınır kapısı insani yardımlar için açılırken, kameraların kayıt aldığı sırada Türkiye’den gelen yardım örgütlerinin kendi bayraklarını, isimlerini kameralara göstermek için birbirleriyle itişip kakıştığını anlatır Müftüoğlu. Yardım örgütleri sivil toplum örgütü değildir diyerek (değildir) meselenin içinden çıkabiliriz elbette. Ama sadece yardım örgütleriyle sınırlı bir hastalıktan bahsetmiyoruz. 7 Ekim’den bu yana süren Gazze katliamından sonra da benzer sahneler yaşanıyor. Eyleme katılmak isteyenlere kendi bayrağını sallama şartı getiren, siz bizim eylemimize katılamazsınız diyen, organize edilen eylemlere sadece kendisi değil mensuplarının da katılmayacaklarını beyan eden örgütler var karşımızda. Daha kötüsü otoriteden izin alamadığı/korktuğu için miting düzenleyemeyen veya otoritenin izin verdiği yerde miting düzenleyen yapılarla karşı karşıyayız.


Eski yıllara bakıldığında sivil toplum örgütü adıyla kurulan siyasi, dini / ideolojik yapıların sokağa çıkmadıklarını; eylem, miting yapmadıklarını, bir yerlerden işaret/izin almadıkça ağızlarını açmadıklarını görüyoruz. Sivil toplumun miting yapma özgürlüğünü bile elinden alan, miting yapılacaksa ben yaparım bana tabi olacaksınız diyen bir irade/otorite ile karşı karşıyayız. Eskiden sivil toplum örgütü olduğunu zannettiğimiz dernek ve vakıfların aradan geçen aylara rağmen miting yapmayı düşünemeyen/cesaret dahi edemeyen yapılara dönüştüğünü görmek üzüntü verici!


Gönüllü Rehineler!


Kötü Yahudilerin (siyonistlerin) Gazze katliamına gerekçe gösterdikleri olay 7 Ekim tarihli rehine alma eylemiydi. Bu eylem Filistin devletinin ordusu (HAMAS) tarafından gerçekleştirilen askeri bir operasyondu. Yani meşru bir devletin, meşru bir ordunun kendi toprakları üzerinde düşman kuvvetlerine karşı gerçekleştirdiği bir harekât. HAMAS iki rehin alma yönteminden birini gerçekleştirdi ve topraklarında işgalci olarak yer alan düşman kuvvetlerine karşı silahlı bir eylem yaptı.


Diğer rehin alma yöntemi ise bütün dünyada ve Türkiye’de gönüllülük esasına göre kullanılıyor. Basın-yayın, sosyal medya, akademi, sinema vb. yollarla gerçekleştirilen bu rehin alma eyleminde, insanlar kendi ayaklarıyla düşmana giderek teslim oluyorlar! Onların iradesi dışında hareket etmeyeceklerini, onların sözleri ve davranışlarından başkasını meşru görmeyeceklerini, her ne şart altında olursa olsun ‘beslendikleri sürece’ isyan etmeyeceklerini beyan ediyorlar.


Gönüllü rehinelik diye tanımladığımız bu yaklaşım bireysel olarak gerçekleşebileceği gibi kurumsal olarak da yapılabiliyor. ‘Siz izin vermediğiniz, işaret etmediğiniz sürece eylem, miting, açıklama yapılmayacaktır’ diyerek otoriteye bağlılıklarını bildiren koca koca örgütler; bu bağlılıklarının neticesinde nasıl ödüllendirileceklerinin, bu sadakatin bilançolarına nasıl yansıyacağının hesabını yapıyorlar! Bu gönüllü rehineler Gazze için yapılan eylem organizasyonlarına ne kişisel ne de kurumsal olarak katılmayarak, otorite önünde ileride sicillerine işlenebilecek bir ‘suç’tan da kaçmaya çalışıyorlar! Bununla birlikte ‘Kazara bir kabahat, bir suç işlenmiş olabilir’ diyerek, Milli İrade Platformlarında en önde yer alarak biat tazelemekte mahsur görmüyorlar.

Ya da benzer şekilde ABD’nin ‘Yahudi’ Dışişleri Bakanının Ankara ziyaretinde protesto edilmesi, sivil toplum eliyle engelleniyor! MAZLUMDER, AKV gibi kuruluşların önderliğinde kurulan platformlar dar bir çerçevede eylemler organize etse de alana hâkim niceliksel olarak büyük dernek ve vakıflar alandan çekildiği için bu eylemler görülmeyen, gösterilmeyen cılız faaliyetler olarak kalıyor.


Avrupa’da ve dünyanın diğer ülkelerinde sivil itaatsizlik giderek sivil mukavemete evrilirken Türkiye’de sivil toplumun vazifesinin denetim olduğuna dair kanaat yaygınlaştırılıyor. 1990’larda sivil toplum olgusunu en iyi anlayan ve bunun üzerine yoğunlaşarak başarı elde eden İslami camia, kurduğu bütün düşünsel/ahlaki yapıyı bir arka bahçe organizasyonuyla heba ediyor.


Sivil İtaatsizlikten Denetime!


Sivil toplumu, etkin olmaktan edilgen olmaya iten denetim vazifesi üretilmiş bir görev olarak karşımızda duruyor. Otorite sivil toplum düşüncesini kendi çıkarlarına uygun bir organizasyon şemasına dönüştürmeye çalışıyor. Sivil toplum, yapılmış, sonlanmış bir iş ve eylem için elbette denetim vazifesini yerine getirecektir (Kamu nezdinde kurulu bulunan İnsan hakları kurulları, tüketici ve hasta hakları komisyonları gibi). Ancak; sivil toplumun asıl vazifesi; otoriteyi, yapacağı/yapabileceği insan hakları ihlallerine karşı önceden uyarmak, gerekiyorsa legal güçleri ile tehdit etmek (oy vermemek, satın almamak, kamuoyu desteği sağlamamak, protesto etmek, açıklama yapmak vs.), otoriteyi düşünceleriyle yönlendirerek yönetmek, söz hakkının kendisinde değil, toplumu oluşturan özgür insanlarda olduğunu idarecilerinin belleklerine kazımaktır.


Otoritenin yaptığı iyi şeyleri alkışlamak parti teşkilatlarının görevidir. Sivil toplum iktidarda kim olursa olsun otoritenin hatalarına odaklanır. Otorite, yaptığı iyi şeyleri zaten görevi bu olduğu için yapmıştır, bir lütufta bulunmak için değil! Sivil toplumun görevinin sadece kamunun denetlenmesi olduğu düşüncesi modern otoritelerin planladığı bir rehin alma girişimidir.


Gerçeklik algısını yönetenler, o resimdeki aynaya yansıyan balerinlere işaret ediyorlar. Ne kadar ritmik, estetik dans ettikleri, ne kadar mutlu oldukları aynanın bize gösterdiği ve sürekli gözümüze sokulan bir yanılsama. Kimse aynanın önünde dans eden öteki balerinin yansımasının neden görülmediğini sorgulamıyor. Aynada gösterilenle gerçekte olanın farkına hakikat diyoruz. Aynada yansıması olup olmadığına bakmadan ve hatta o sahte siluetlerle yanyana gelmemeyi bilerek-isteyerek tercih eden, görülmek arzusuyla yanıp tutuşmayan, rehin alınamamış akıllara saygı duymamız; gönüllü rehinelerle ise insaniyet namına irtibatımızı kesmemiz gerekiyor.


Konuyla bağlantılı yazı için: https://hertaraf.com/koseyazisi-14-28-mayis-secimlerinin-golgesinde-sivil-toplum-mumkun-mu-3765


1Sivil İtaatsizlik, Henry David THOREAU, Dergah Yayınları

2A.g.e. Syf.11.

3A.g.e. Syf.13.

4A.g.e. Syf.16.

5A.g.e. Syf.16.

6A.g.e. Syf.19.

22 Kasım 2023 Çarşamba

YER ÇEKİMİ

 






Hamdolsun yer çekimi kesintisiz devam ediyor!

Yoksa bu dünyanın yükünü nasıl kaldırabilir insan.

Öncesinin ne kadarı kayıp bilmiyorum ama 2003’ten bu yana yazdıklarımı biriktirmişim. Üşenmedim Filistin için yazdıklarımı saydım.

Ayrı ayrı tarihlerde tam 12 yazı, her biri İsrail’in katliamlarından sonra yazılmış 12 yazı.

Bu yazılar bir haftadan fazla süren katliamlara ilişkin yazılar.

İsrail’in günübirlik işlediği cinayetler, zulümler, barbarlıklar değil.

Terör devleti 1,5 yılda bir, büyük katliamlar yapmış Filistin’de.


Beylik sözlerimiz var hepimizin.

Beylik tabancalarımız gibi.

Topluca katliamlar yapıldığında çekip saydırıyoruz takır takır.

İster klavye başında ister kamera karşısında.

İnsanlar öldürülürken gazı alınması gereken canlılarız hepimiz.

İşte şimdi tam da çarşaf çarşaf boykot listeleri yayınlama zamanı.

Birkaç ay sonra önlerinde kuyruk oluşturacağımız markaları boykot ediyoruz.

Boykot sözü prim kazandırır hem, kimi kurumlarımıza.


Sadece boykot değil, miting de yapalım partilerimiz ve kutsal derneklerimiz adına.

Herkes bizim bayrağımızı sallayacaksa öteki dernekleri de davet edebiliriz.

Bu da getirisi yüksek bir yatırımdır sahip olduğumuz ve kaybetmekten korktuğumuz şeyler adına.

Binlerce kişinin ölmüş olması boykot edilmesi, miting yapılması gereken bir şeydir.

Teker teker ölümler ne ki toplu ölümlerin yanında.

Rahatladık, gazımız alındı, selfiler çekildi bayraklarla alanlarda.

Hatıra kalsın çocuklara dediğimiz ne varsa yapıldı iç huzuruyla.

Şimdi bütün beylik tabancalarımızı sokabiliriz kılıflarına.

Haberdir monşer, haber!

Bütün toplu ölümler bir haberdir sonuçta.


‘Herkes biliyor geminin su aldığını

Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini

Herkeste bu buruk duygular

Sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi’

(https://www.youtube.com/watch?v=_axf6ckSn58 )


Herkes biliyor zarların hileli olduğunu.

Alanlardayız paramparça!

Üçer-beşer kişilik guruplar halinde.

İçimiz yanıyor ama değiliz hiç birimiz ölecek yaşta.

Anlamlı bulduğumuz her şey ‘a’ ile başlıyor.

Sevdiğimiz kızın adı da, alfabe de, anarşi de, aşk da.

Ama başlayamıyoruz hiçbir şeye başlamamız gerektiği anda.


İngiliz şair Thomas ELİOT’un ilk okuyuşta beni çarpan sözleri var aklımda.


Hep yanı başında yürüyüp duran o üçüncü de kim?

Saydığımda bir sen varsın bir de ben birlikte

Ama ağaran yola doğru ne zaman baksam

Bir başkası var yanı başında hep yürüyen

Kahverengi bir abaya sarınmış süzülüyor, başı örtük

Erkek mi kadın mı, bilmiyorum

Ama kim o senin öte yanında?’


Hangi kitabında okuduğumu not almamışım ama ‘Melek Tarifi’ yazmışım günlüğümün notları arasına.

Her Filistinli bugün tam da bu zamanlarda öte yanında süzülen bir melek görüyor olmalı. Yer çekimini sevimli kılabilecek tek şey yanıbaşlarında yürüyüp duran o üçüncüden başka ne olabilir ki?


HANZALANIN YÜZÜ


Naci El Ali Mossad tarafından 1987 Ağustosunda şehit edildi.

Şehit edildi ama dünyanın bütün Filistinlilerine, dünyanın bütün İsraillerine karşı direnmeye yetecek, yenilmez bir kahraman bıraktı: HANZALA!

Hepimizin on yaşındaki oğlu o.

Hiç büyümeyen, küskün ve kırgın arkadaşlarına.


Rachel Corrie ise 2003 Martında İsrail askerlerince, Gazze’nin güneyinde Refah’ta karşısında durduğu bir buldozer tarafından ezilerek öldürüldü.


Ölüm haberini televizyonda izledikten sonra aklıma gelen ilk soru, ‘Ben de bir başkası için aynısını yapabilir miyim’ oldu.

Mesela Güney Afrika’da, Kolombiya’da, Meksika’da, İrlanda’da, İskoçya’da sömürgecilere karşı ben de canımı ortaya koyabilir miyim hiç tanımadığım insanlar adına?


Hemen ardından da şu geldi: ‘Müslüman olmayanlar cennete gidebilir mi?’

Böyle bir fedakarlıktan, böyle bir vazgeçişten sonra bu sorunun aklıma gelmiş olması o anı hatırladıkça hala utandırıyor beni.

Rachel Corrie’nin her ölüm yıldönümünde, Filistin’e her İsrail saldırısında bu utanç yeniden arar bulur benliğimi.


Rachel’in ölümünün üzerinden yıllar geçmişti.

2010 yılında içimi kemiren bu utancı temizleyebilmek için Rachel’in anne babasına bir mektup yazdım. https://ustunbol.blogspot.com/2010/03/sevgili-cindy-ve-sevgili-craig.html E-mail adreslerini bulup Cindy ve Craig’e gönderdim.

Günler sonra e-postanın iletilemediği mesajı geldiğinde ise yaşadığım büyük bir hayal kırıklığıydı.

Ve sonra dedim ki, Allah hiçbir şeyi zayi etmez. Bu mektup ulaşacak onlara.

Bu dünyada veya ötekinde.


Bugüne kadar Hanzala ile Rachel’i hiç ayrı düşünemedim.

Ne zaman birini ansam hemen diğerinin fotoğrafı canlandı gözümde.

Hem de yukarıdaki fotoğrafları.

Bize sırtını dönen Hanzala’nın yanında bize gülümseyen hemen hemen aynı yaşlardaki Rachel’in fotoğrafı.

Tesadüfe inanmam, hiç tesadüf görmedim ben!

Hanzala’ya sırtını döndüren Naci El Ali bizi cezalandırmak istemişti.

Allah ise Rachel’in bize dönük, gülümseyen yüzü ile gösterdi Hanzala’nın yüzünü hepimize!


Hanzala tek bir yüzden ibaret olsaydı Rachel ile birlikte ölmüş olurdu.

Naci el Ali kahramanının ölümsüz olmasını istemişti.

O yüzden bir yüz çizmedi ona.

Allah ise Naci El Ali’nin muradı yerine gelsin diye her seferinde yeni yüzler halketti Hanzala için.

Önceki gün Ahmet Yasin’in yüzünde görebilirdiniz Hanzala’yı.

Dün Rachel Corrie’nin yüzünde göründü bize.

Bugün konuşsa da içimiz ferahlasa dediğimiz Ebu Ubeyde’nin gözlerinde.











KONVANSİYONEL BİR SİLAH OLARAK BOYKOT



Kassam Tugaylarının 7 Ekimde başlattığı askeri operasyonun ardından vahşi İsrail saldırıları ikinci ayına girdi. Bu saldırıların insanlık dışı olduğundan, uluslararası hukuk gibi politik argümanları ihlal ettiğinden, bu NAZİ artıklarının hedef gözetmeksizin sivilleri katlettiklerinden bahsetmeyeceğim. Hitler onlara ne öğrettiyse NAZİ artıkları da onu yapıyor. Bunca yıllık tecrübeye rağmen içinizde daha iyisini bekleyenler varsa sorun sizde. GAZZE katliamının hepimize öğrettiği şey ise şu: Müslümanlara güvenerek yola çıkılmaz! Halkı Müslüman olan ülkeler gibi bir düzeltme yapmamı, siyasi iktidarları suçlamamı bekleyenler boşuna beklemesin. Doğrudan senden ve benden bahsediyorum. Güvenilmez olan biziz, iktidar senin aynan!


1990 yılından itibaren İsrail vahşeti sonrasında gerçekleştirilen eylemlere ve boykot kampanyalarına bizzat şahidim. Bir çoğuna katılmak dışında organizasyonlarında da yer aldım. Özellikle Tüketiciler Birliği üzerinden organize ettiğimiz boykot kampanyalarında dikkat ettiğimiz husus çarşaf çarşaf listeler yayınlamak yerine, boykot kapsamına aldığımız ürün ve markaların boykot ettiğimiz NAZİ artıklarının sembolleri olmasıydı.


En genel tabiriyle ‘Yahudi Malı’ diyebileceğimiz bu ürünler boykot ettiğimizde can yakmalıydı. Bu sebeple de bir sakız markasıyla uğraşmak yerine ABD dolarını, sadece bir yiyecek içecek markası olmayan emperyalizmin küresel silahları kola (Cocacola, Pepsi) ve hamburger markalarını (Mcdonalds, Burgerking) boykot etmeyi tercih ederdik. Listeye elbette çarşaf liste haline dönüştürmemek kaydıyla telefon markaları, temizlik ürünleri ve benzeri ürünler de eklenebilir.


Boykot organizasyonlarını yaparken ve markaları açıklarken büyük bir kamuoyu baskısı altında da kalırdık. Şu markayla, şu şu markalar da İsraile destek oluyormuş; şunlarla bunlar da Yahudi malıymış, siz nasıl Müslümansınız filan gibi birkaç günlük duygusal mesainin eseri, ‘Müslümanca hassasiyetler’ bizim Müslümanlığımızı sorgulardı.


Öncelikle belirtmek gerekir ki, boykot bir yaşam biçimidir. Yediğimiz, içtiğimiz, tükettiğimiz her ürünün daha satın alınırken bir ihtiyaç olup olmadığından başlayan devamında bu marka ve şirketlerin kimleri nasıl desteklediğine kadar giden bir bilinç halidir. Yediğiniz dondurmadan, çocuğunuzun çok sevdiği hamburgerciden, kullandığınız cep telefonunun bilgisayarın markasına kadar giden; ama çok iyi fotoğraf çekiyor, ama çok hızlı, ama çocuk üniversitede arkadaşlarından geri mi kalsın, ayakkabısının markası şu olmazsa okula nasıl gidere kadar ilerleyen mazeretlere rağmen bir süreçtir boykot! Yeri gelmişken yerli malı kullanmanın bir fakirlik olarak algılandığı, marka giymemenin bir eksiklik olarak kabul edildiği küçük dünyalarınızda geliştirdiğiniz hassasiyetlerin göz yaşartıcı olduğunu da belirtmeliyim!


Hele hele boykot duyarı kasmak için ‘Yahudi Malları’nı satın alıp kameralar önünde dökmeler, yakmalar gibi takipçi davetleri, beğeni çağrılarının ne kadar gülünç olduğunu farketmenizi dilerim. Her ne sebeple olursa olsun evimize girmiş olan ve bugün sahiplerinden iğrendiğimiz ürünlerimiz var. Evdeki çamaşır makinasını veya televizyonu camdan dışarı atmak yerine sokağa kola dökmenin ucuz cazibesi kasıp kavuruyor seni anlıyorum! Ama mesele bu değil. Her ne sebeple olursa olsun elimize geçen ürünleri yakarak, parçalayarak sadece yeni tüketim kültürünün bir parçası oluruz. Sahip olduğunuz ürünlerin helal olanlarını kullanım ömrü boyunca kullanmanızı, istenilen verimi alamadığınızda ihtiyacınızı gerçekten karşılamadığında yerlisi ile değiştirmenizi tavsiye ederim. Kola ve benzeri kimyasal ürünleri ise ailenizi zehirlemek yerine dökebilirsiniz.


İsrailin katliamları daha bitmeden, birkaç gün önce öfkeyle boykot edilmesini önerdiğiniz, boykot etmeyenlere saldırdığınız kimliğiniz yoruldu değil mi? Bugün hala katliam devam ederken, o markanın patates cipsinin ne kadar güzel olduğunu hatırladınız. Hamas da saldırmasaydı kardeşim hem bizim iktidardaki abiler de zorda kaldı ne gerek vardı demeye başladınız mı? Başladınız, başladınız! Boykot birilerinin gazı alınması için yapılması gereken bir çağrıydı! Mitingler de öyle. Miting yaparak gazını aldığınız kitleler ellerinden geleni yaptıklarını düşünerek sıcacık yuvalarına döndüler. Daha ne yapılabilirdi ki! Yunanistan, İngiltere, Almanya, İrlanda, Endonezya, ABD ve diğer ülkelerdeki sürekli eylemler bile utandırmadı sizi. Tıpkı boykot düşüncesi gibi eylem düşüncesi de duygusal bir rahatlamanın, bir boşalmanın nesnesiydi sizin için. Gelir geçerdi, geldi ve geçti.


Boykotun birinci kuralı şu: yerli malı kullanmadan herhangi bir boykot başarı elde edemez. İkinci kuralı geniş kitlelerin katılımı ve sınırlı sayıda sembol marka ve ürünler için boykot çağrısı yapılmasıdır. Elbette boykotu bir yaşam biçimi haline dönüştürenler iğneden ipliğe kadar harcadıkları her kuruş için hassasiyet gösterecektir. Ancak geniş kitlelerin bu çapta bir boykota katılmayacağını öngörerek daha sınırlı ve kapsayıcı bir boykot planlaması yapılmalıdır.


Çarşaf listelerin en büyük eksiği çerçeve genişletildikçe başarı oranının düşmesi ve boykotun ‘O var mıydı, bu var mıydı?’ denilerek ‘Amaaan varsa da yoksa da...’ ya evrilmesidir. Kafa karıştıkça hassasiyet azalır ve inandırıcılık kaybolur. Hele hele boykotu kırmak için özellikle sosyal medya üzerinden yerli marka ve ürünlerin boykot listelerine eklenmesi, boykotu delmek için uygulanan en yaygın yöntemdir.


Siz boykot etmeye çalışırken düşman da boş durmaz ve sizin listelerinize yeni ürünler ekleyerek, listeyi genişleterek dağıtmaya başlar. Bir süre sonra sizin listelerinizden çok içeriği bilerek değiştirilmiş listeler dolaşıma girer ve siz de kendinizi bu listeleri paylaşırken bulursunuz.


TROY kart üzerinde düşünürsek derdimizi daha kolay anlatabiliriz. Master ve Visa kartlara karşı başlatılan kampanya şimdiden başarılı oldu. Ülke içi bir ödeme sistemi olmasına rağmen milyonlarca kişi hesap ve kredi kartlarını değiştirdi. Master ve Visa kartlarını iptal ettirdi. Bu müthiş bir başarı! Üstelik bu başarı TROY kartı üretenlerin pazarlayanların değil sivil inisiyatifin başarısı. TROY kartı yönetenler uyku halindeyken sosyal medyada birkaç isim bu dönüşümü gerçekleştirdi.


Benzer şekilde çarşaf çarşaf listeler yayınlamak yerine İsraile öfke duyan kitleleri kola, hamburger markalarına yöneltseydik, bu markaları zarar ettirerek kapanmalarını sağlasaydık daha başarılı bir kampanya sürdürmüş olmaz mıydık? Biraz ondan, biraz bundan, biraz da ötekinden koy diyerek yaptığımız ortaya karışık duygusal devamlılığı olmayan boykot kampanyaları düşmanın tercih edeceği kampanyalardır. İçimiz rahatlasın diye boykot kampanyası yürütülmez. En başta söylediğim gibi boykot bir yaşam biçimidir. Boykotu yaşam biçimine dönüştüremeyenler duygusal, gelişigüzel tepkiler verirler. Duygu yoğunluğu azaldığında ise her şey eski haline geri döner.


Biraz zaman geçsin, bizi ‘Nasıl müslümanlarsınız’ diyerek suçlayan arkadaşların boykot ettiklerini iddia ettikleri markaların önünde kuyruğa girdiklerini göreceksiniz. Boykot duygusal bir tepkinin değil rasyonel bir iradenin silahıdır. Rasyonel iradesi ile sürdürülebilen bir boykot korkutucu bir konvansiyonel silahtır. Bu rasyonel akıl düşman için tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük bir tehdittir.


 

6 Kasım 2023 Pazartesi

MÜSLÜMANLARA ADANMIŞ BİR ÖMÜR

	28 Şubat’ın en janjanlı günlerinde bitirdim okulu. İçimde hala canlılığını koruyan bir öfke ile birlikte. Her alanda geri çekilmişiz. Her alanda yenilmişlik duygusu, aşağılanma duygusuyla karışmış.
	Müslümanlığa ait ne varsa, hangi kurum, okul, cemaat hepsine girilmiş, hepsi darmadağın edilmiş. İki kişinin bir araya gelmesi bile anlamsız sonuçlar doğuruyor.
	Devlet işi gücü bırakmış, kimin parmağında gümüş yüzük var, kim Cuma’ya gidiyor onun derdine düşmüş. Başörtüsünü omuzundan aşağı sarkıtmanın yasak olduğu zamanlar. Pardesü ya da çarşaf zaten doğrudan suç aleti hükmünde. Başörtüsünü geleneksel biçimde bağlarsanız, kelebek modeli örterseniz makbul vatandaşlar oluyorsunuz aksi halde herhangi bir şüpheye yer olmaksızın vatana ihanetle suçlanabilirsiniz.
	Herkes baskı altında, herkes takip ediliyor, kurumlar talan ediliyor. Ama bu baskı, takip ve talandan muaf olan bir örgüt var: Fetullah Gülen Cemaati.
	Onlar sanki gizli bir el tarafından korunuyor ve kollanıyor! Türkiye genelinde yaygın biçimde İslama ait bütün yapılara saldırılırken gizli bir el size onları işaret ediyor. Fetullah Gülen’in televizyonu, Fetullah Gülen’in bankası, Fetullah Gülen’in kreşleri ve okulları, Fetullah Gülen’in üniversiteteleri ve hastaneleri bu zorlu günlerde kuruluyor, büyüyor, güçleniyor!
	Devlet resmen ve alenen mütedeyyin insanları Fetullah Gülen’e ait yapılara yönlendiriyor. Dindar insanlar Kur’an okumayı öğrensin diye Fetullah Gülen’in okullarına gönderiyor çocuklarını. Üniversite mezunu genç kızlar başlarını açmak şartıyla, genç erkekler gazete aboneliği ve burs verme şartıyla Fetullah Gülen’in ‘mabetlerinde’ çalışabiliyor!
	Yıllarca Fetullah Gülen’in nasıl bir Amerikan projesi olduğunu konuştuğumuz insanlar bile Fetullah Gülen’in tezgahına düşüyor. Bir süre sonra ‘Onlardan başka kimsenin İslama hizmet edemediğini, Fetullah Gülen’den başka hiç kimsenin ayakta kalamadığını, Cemaate sahip çıkmamız gerektiğini’ söylüyor ‘eski İslamcı’ abilerimiz!
Gazete abonelikleri, öğrenci bursları, ayni yardımlar oluk oluk akıtılıyor. Kısa bir süre öncesine kadar Amerikan istihbaratına çalışmakla suçlanılan Fetullah Gülen en büyük önderi oluyor kalabalık bir kitlenin. Bütün bu olanları, en başta kendi yakınlarımızın savruluşunu büyük bir öfkeyle takip ediyoruz. Ceberrut devlete karşı Fetullah Gülen’le yan yana yürüyen arkadaşlarımız canımızı sıkıyor.
Her şeyden soğumuşuz, öfkemizi yatıştıracak bir kurum var mı bilmiyoruz. Büyük bir hayal kırıklığı, tarif edilemez bir yılgınlık içerisindeyiz. İçimizi soğutacak bir şey var mı? Belki muhataplarımızla gerçekleşecek bir karşılaşma, fiili bir hesaplaşma, ödediğimiz bedelin en azından bir kısmını ödeterek gerçekleştirilecek bir arınma! O dönem,1999 yılında Tuzla Belediyesinde kısa süreliğine Mühendis olarak çalışırken, Fazilet Partisi ilçe teşkilatında genç ve dinamik bir ekiple geçiriyorum günlerimi. Bir akşam Tüketiciler Birliğinin o günkü adıyla Müstakil Tüketiciler Birliği’nin toplantı davetiyle karşılaşıyoruz. Bana anlamsız gelen, zaman kaybı gelen bir davet bu. Sivil toplumdan umudunu kesmiş, sadece öfkesini biriktiren, ve nerede nasıl bir karşılık verebileceğinin hesabını yapan gençleriz hepimiz. İstemeye istemeye en çok da Fatih’in ısrarıyla bir akşam vakti derneğin Bayrampaşadaki genel merkezine gidiyoruz. Bedenen orda olsam da zihnen orada değilim, gerilerde bir yerde oturup, bir an önce bitse de gitsek modundayım. Daha önce defalarca dinlediğim havanda su döven bir konuşma olacak, sonra da mutlu mesut ayrılacağız oradan. Faaliyet raporlarına şöyle toplantı yaptık, şu kadar kişi katıldı nev’inden hamasi şeyler yazılacak. Yıl sonunda programa ait fotoğraflardan bir slayt yapılacak, başkan yeniden yönetime aday olacak ne kadar çalıştıklarını, bu görevi ne kadar hakettiklerini anlatacak. Bir dolgu malzemesi olarak işlev göreceğiz. Bunun böyle olacağından adım gibi eminim! Genel Merkezde 30-40 kişi varız. Bülent Deniz açılış konuşmasını yapıyor. Ben o sırada yeni aldığım cep telefonuyla yılan oyunu oynuyorum. Program uzasa da bu oyun beni oyalar diye mutluyum. Bülent Deniz Avukat Muharrem Balcı’ya veriyor sözü. Sivil toplum üzerine konuşmaya başlıyor Muharrem abi. İsmini birkaç kez duyduğumu hatırlıyorum. Başörtüsü eylemlerinden, mahkemelerden, basın açıklamalarından. Gazetelerde karşılaştığım bir isim, hepsi o kadar. Tamamen ilgisiz görünsem de, oyun oynamaya devam etsem de kulağım onda. Sert bir giriş yapıyor Muharrem Balcı, bize sivil toplum örgütü olarak anlatılan kim varsa hepsini gömüyor. Sendikalar, meslek örgütleri, odalar, işveren örgütleri hepsini. Kafamı kaldırıp ne diyor bu adam diye bakıyorum. Elimde olsa hepsini bir araya toplayıp yakacağım örgütlerin hepsini darmadağın ediyor. Başımı eğip tekrar oyuna dönüyorum. Etkileyici konuşmasına devam ediyor Muharrem Balcı. Hem bir çok yeni şey öğreniyorum, hem de söylediği her şeye katılıyorum. Hukuk önünde hesap sormaktan bahsediyor. Kişisel hırslarımızla yapacağımız işlerin sadece geçici bir tatmin oluşturacağını, toplumsal dönüşümün kişisel hesapların çok ötesinde ve üzerinde olduğunu anlatıyor. Yenemediğim öfkemin, sakinleştiremediğim iç sesimin durulduğunu hissediyorum. Ama hemen teslim olmak kendime ihanet gibi geliyor, biraz daha beklemeliyim. Konuşma bir süre sonra ister istemez Müslümanların mevcut durumuna, mücadele ve çıkış yollarına geliyor. Muharrem abi konuşmanın bu kısmında müslümanların birbiriyle kardeş olamadığına, kardeşlik söyleminin hayatta karşılığını bulamamış bir ezber olduğuna değiniyor ve şöyle diyor: ‘Türkiye’nin 81 ili var. Birkaç tanesi hariç hepsine gittim, gördüm. Bugüne kadar gittiğim hiçbir ilde otelde kalmadım. Hepsinde benim kardeşlerim vardı. Ben otelde kalmak istesem onlar beni bırakmazlardı.’ Bu söz üzerine başımı telefondan kaldırıp programın bitişine kadar gözlerinin içine bakarak onu dinliyorum. Programdan sonra da Muharrem Balcı’yı, ne söylediğini, ne yazdığını, nerede nasıl durduğunu hep merak ve takip ettim. Daha tanışmamızın üzerinden birkaç ay bile geçmemişken bir e-mail grubunda belki de haddimi aşarak, benden çok daha tecrübeli insanların, söz hakkı benden daha çok olan insanların arasında sağa sola sataşırken, abartılı bir özgüvenle yazdıklarıma cevap verişinin tadı hala damağımda. Başka ağır abilerin kes sesini diyeceği bir ortamda, özgüvenime atıf yapması beni kırmak yerine teşvik etmesi hatta yazdıklarımı müthiş bir anarşizm diyerek övmesi onu farklı kılan yanıydı. Daha sonra da ortak e-mail gruplarında, watsapp gruplarında hep beraber olduk. Bir şey sormak istediğimde, bir konu hakkında fikrini almak istediğimde hep oradaydı. Ağır bir abiydi ama hiç ağır abi pozlarına girmedi. Mahya Yayınları tarafından basılan Hukukun Yaygınlaştırılmasına Adanmış Bir Ömür Muharrem Balcı kitabını okurken 24 yıllık tanışıklığımız film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Ben Muharrem Abinin en çok neyinden etkilendim sorusunu düşünürken bir sohbetimizde söyledikleri geldi aklıma. İmana karşılık gelmeyen ama müslümanların çokça tartıştığı mevzular hakkında soru sormuştum bir gün. Aslında öğrenmek istediğim sorunun cevabı değildi, meseleye nasıl yaklaştığını merak etmiştim. Soru neydi tam hatırlamıyorum. Peygamber aleyhisselam Mirac’a bedenen mi yükseldi, rüya aleminde mi; ay gerçekten ikiye yarıldı mı, yoksa bu bir göz yanılsaması mıydı gibi meselelerdi. Şöyle söylemişti: ‘Ben İmana karşılık gelmeyen meselelerde tartışmam, nasıl inanıyorsan inan. O senin bileceğin bir iş’. Peki İmana karşılık gelen veya amele karşılık gelen meselelerde kime sorarsın, kime danışırsın dediğimde: ‘Biz iman ettiğimizi söylediğimizde İslam’ı öğrenmeye niyet etmiştik. Karşımıza bir problem çıktığında onu çözmek için okuyor, araştırıyor, bulduğumuz neticeyi başkalarının çözümleriyle karşılaştırıp teyit ediyorduk. O günden bu yana çok teknik istisnalar dışında dinimizle ilgili hususları kendimiz araştırdık, çözümleri kendimiz bulduk. Bu bize dinin bir emriydi, araştırmadan, öğrenmeden kimseye bir şey sormazdık. Birkaç istisna dışında hayatım boyunca bu böyle oldu’. Burcu ne bilmiyorum Muharrem abinin. Ama kaybolduğu zaman bile yol sormaya direnen ben, alacağım cevabı almıştım. Onun kadar okumadım belki, onun kadar araştırmadım, yoğunlaşmadım. Ama o günden sonra öğrenmek istediklerimi kendim araştırdım, kendim kurcaladım. Başkaları ne söylemiş kıyasladım. Kimsenin ezberine tamah etmedim, kimsenin aklına teslim olmadım. Yüzlerce genç hukukçunun hayatına dokundu Muharrem Balcı. Ömrünü her alanda Hukukun Yaygınlaştırılmasına adadı bu doğru. Ama en az o kadar da hukukçu olmayan her yaş grubundan insanın hayatına dokundu. Onlardan biri de benim. Var olsun. Ömrü bereketlensin.

	Türkiye Halkı Seçimini Yaptı. 

	Halk, Recep Tayyip Erdoğan'a Türkiye Cumhuriyetini yönetmesi için bir 5 yıllığına daha yetki verdi. Bu seçim sonucunun iddia edildiği gibi ülkede yeni bir dönemin başlangıcını simgeleyip simgelemediği tartışılsa da, anlaşılan o ki, halk, yalnızca yönetim yetkisi vermekle kalmadı, aynı zamanda depremzedelere ve göçmenlere yönelik ötekileştirme söylemlerine de prim vermediğini ilan etti.
	
	Sadece bununla da kalmayıp, lise mezunu olmanın veya hasbelkader iki yıllık bile olsa bir yüksek okul bitirmenin entellik kabul edildiği, eline çok satan kitaplardan birini alıp ne kadar kültürlü olduğunu ispat etmeye çalışan, kendisi gibi düşünmeyen insanlara hakaret eden, onları küçümseyen ve aşağılayan gelişimini tamamlayamamış bir kafa yapısına da dersini vermiş oldu.

	Bir yandan yurtdışı misafirlerine dayanışmasını sergileyen halk diğer yandan da iktidarın her politikasını tasvip etmediğini, ceketimi koysam kazanırım aklının çok gerilerde kaldığını gösterdi. İstanbul ve Ankara gibi seçim sonuçlarını ciddi şekilde değiştirebilecek büyük şehirlerde iktidarın oy kaybetmesi aklını başına topla uyarısının yanı sıra bir sonraki seçimde dengelerin nasıl değişebileceğine de işaret ediyordu.

	Seçmen, iktidarı yetkilendirirken, aynı zamanda istişarenin, liyakatin, adaletin tesis edilmesini, hukukun yaygınlaştırılmasını talep ettiğini de bildirdi. Tarafların seçim propagandaları sırasında seçmenlere vaatlerine baktığımızda birbirini aşan söylemlerin, biz daha fazlasını getireceğiz dilinin bu mesajın anlaşıldığı anlamına geliyor. Ekonomik sorunlara ilişkin yaklaşımda ise patates soğan fiyatları önemli olsa da bu şartların düzeltilebileceği, esas olanın daha temel problemler üzerinde yoğunlaşmak olduğu açıkça ilan edildi. Seçmenin muhalefetin 15 bin lira bayram ikramiyesine itibar etmeyip Erdoğan’ın 2000 liralık bayram ikramiyesiyle yetinmesi, deprem bölgesinde bedava ev yerine, Erdoğanın yüzde 50 kredili evinden yana rey kullanması da bunu ispatlıyor. 

	Bu genel değerlendirme sonrasında Türkiye’nin ilk kez tecrübe ettiği iki turlu seçim daha sipesifik bir değerlendirmeyi hak ediyor. Bu sebeple tarafların söylemlerini ve stratejilerini ayrı ayrı ele almak gerekiyor.
	
	BAŞKANLIK SİSTEMİ VE GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER SİSTEM TARTIŞMALARI

	Türkiye Başkanlık Sistemi daha çok tazeyken güçlendirilmiş Parlamenter Sistem tartışmaları etrafında bir seçime girdi. Muhalefet bloğunun en büyük motivasyonu Erdoğan karşıtlığı ise ikinci motivasyon Başkanlık Sisteminin kaldırılması idi. Başkanlık Sisteminin doğru ve yanlışları başka platformlarda tartışılabilir elbette ancak; seçmen nezdinde bu stratejinin inandırıcı bulunmadığı aşikar. Seni Cumhurbaşkanı yaparsak ben de Başbakan olacağım, icranın başında ben olacağım şeklinde gelişen ve bir mal paylaşımı kişisel menfaat devşirme şeklinde anlaşılan bu sistem değişikliği iddiası inandırıcı olmadı. 
	Muhalefeti bir araya getiren bu strateji seçimler yaklaştıkça fiilen de ortadan kalktı. Masaya cebren ve hile ile eklenen iki büyükşehir belediye başkanı, masanın görünmeyen ortağı HDP ile birlikte 7, çok tepki gelmezse 8 cumhurbaşkanlığı yardımcısı olacağının açıklanması sadece seçmen açısından değil, masanın altı ve üstü açısından da güçlendirilmiş parlamenter sistemden vazgeçildiğinin ilamı anlamına geliyordu. 
	Muhalefeti bir araya getiren motivasyon ortadan kalktıktan sonra, 28 Mayıs itibariyle masa da dağıldı. Ancak ilginç bir şekilde seçimin hemen ardından iktidar partisinden yetkili isimler başkanlık sisteminin özünü teşkil eden yüzde 50 şartının yeniden değerlendirilebileceğini açıkladı. Bu açıklama seçim kalabalığında çok konuşulmadı ama ilerleyen zamanlarda sistem içinde olabilecek değişikliklere işaret etmesi açısından önemli bir işaret fişeği olarak duruyor.

	MUHALEFET AÇISINDAN STRATEJİK HATALAR

	Sistem tartışması etrafından geliştirilen strateji muhalefet bloğu açısından yanlış bir yaklaşımdı. Referandum ile kabul edilmiş bir sistemi, cumhurbaşkanlığı seçiminin temel taşı haline dönüştürmek, cumhurbaşkanlığı seçimini sistem referandumuna dönüştürmek muhalefetin en büyük eksiklerinden biriydi. Seçim kazanıldıktan sonra gündeme getirilecek bir sistem değişikliği seçmen nezdinde daha makul karşılanabilirdi. Seçmenin birincil önceliği hiçbir zaman sistemin değişmesi olmamıştı. Muhalefet seçmenin bu tavrını doğru okuyamadı ve kendi doğrularının seçmen tarafından kabul edilmesini bekledi.
	Meral Akşener’in ısrarla üzerinde durduğu seninle kazanamayız anlayışı bir gerçeklikten çok, güç dengelerini kendi lehine kullanma çabasıydı. Kılıçdaroğlu ana muhalefet partisinin lideri olarak elbette Cumhurbaşkanlığı adaylığını en fazla hakeden liderdi. Akşener’in kendine daha geniş bir alan açabilmek için Kılıçdaroğlu’na karşı çıkması, iki belediye başkanını özellikle öne sürmesi sürecin en kırılgan noktalarından biriydi. Doğru bir stratejiyle Kılıçdaroğlu kolaylıkla seçimi kazanabilirdi. Akşener’in masadan kalkmasının hangi saiklerle gerçekleştiği, kimlerin masadan kalkması için Akşener’i ikna ettiği ve devamında hangi başka yapıların yeniden masaya oturttuğu hala açıklanabilmiş değil! Yaşar Okuyan’ın Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşmesi ve Kemal beye bilgi ve belge verdiğine dair açıklamalar da beklenilen özen ve önemle değerlendirilmedi. Seçim sonrasında Akşener’in haklı çıktığı, sonuçları öngördüğü şeklindeki değerlendirmeler gerçeklikten uzak olduğu gibi romantik değerlendirmeler. Seçim sonuçlarına doğrudan etki eden en önemli etken Akşener’in kendine alan sağlamayı esas alan çıkarcı politikalarıdır.

	Belediye başkanlarının, cumhurbaşkanı yardımcısı seçimi yapılmadığı halde kendilerine ihdas edileceği öngörülen bir makam için araziye sürülmeleri, olmayan bir başkan yardımcılığı seçimi için kendi menfaatleri adına çalışıyorlar izlenimi sokakta beklenen karşılığı görmedi. Üstelik seçim propaganda sürecinde yaklaşık bir ay şehirlerinden ve asli görevlerinden uzak durmaları, bu sürede şehrin yaşadığı sel, taşkın, otobüs, metro arızaları gibi insanların hayatlarına doğrudan temas eden sorunlarda görevlerinin başında bulunmamaları sürekli negatif puan getirdi. Her iki başkanın da fanatik taraftarları dışında ortalama seçmen arasında başarılı bulunmaması, çukur yollar, şehrin bakımsızlığı, taşkınlara önlem alınamaması, metro ve otobüs arızalarının şehri kilitlemesi gibi sorunlar karşısında şehri yönetemeyen bu isimlerin ülkeyi nasıl yöneteceği tartışmaları, bu iki ismin getirisinden çok götürüsü olduğu gerçeğini ortaya çıkardı.

	Belediye Başkanları ile ilgili ortaya çıkan bir başka problem ise hem başkan yardımcıları olacakları hem de belediye başkanlıklarına devam edeceklerinin açıklanmasıydı. Hukuki bir zaruret bulunmamasına rağmen milletvekili adayı olan bakanların etik açıdan bakanlık görevlerinden nasıl istifa etmeleri gerekiyorsa, cumhurbaşkanlığına aday olduğunu söyleyen belediye başkanlarının da istifa etmesi gerekiyordu. Bakanların istifa etmesini isteyen ittifak bileşenlerinin belediye başkanlarının istifa etmesine gerek olmadığı şeklindeki ikircikli açıklamaları ittifakın güvenilirliğine ilişkin kıymetli bir olgudur.

	HDP ile gizemli bir ilişki stratejisi masanın en büyük handikaplarından biriydi. Ankaradan haberi olan herkesin bildiği bir gerçeği ısrarla inkar etmek, HDP tarafından yalanlanmasına rağmen bu stratejiye devam etmek masanın inandırıcılığını özellikle ortalama milliyetçi seçmen nazarında zorda bıraktı. Legal bir siyasi parti olarak HDP ile meşru görüşmelerin kamuoyuna açık biçimde gerçekleştirilmesi, HDP’nin meşru taleplerinin sahiplenilmesi, karşı çıkılacak söylemlerine ise itiraz edilmesi daha sağlıklı ve güvenilir bir zemin tesis edilmesini sağlayacaktı. HDP ile gizli-açık görüşülürken HÜDAPAR ekseninde dile getirilen muhalefet dili ise inandırıcılıktan çok sıkışmışlığın, çaresizliğin göstergesi idi.

	Bu süreçte muhalefet masasında yer alan partilerin açmazları ve kimi yanlış hesapların faturasının da Kemal Kılıçdaroğlu’na kesildiğini hatırlamalıyız. Akşener’in partisinin hesapçı yaklaşımına değinmiştik. Masada resmi olarak yer alan diğer partiler Akşener’in partisine göre daha samimi davransalar da Türkiye’de seçmen davranışlarını okuyamadıklarını söyleyebiliriz. En küçük partiden başlayacak olursak;
	Demokrat Parti ve Başkanı Gültekin UYSAL’ın çekirdek ailesinden alabileceği kadar oyu varken CHP’nin bu partiye 3 vekillik ve kazanması halinde Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı verecek olması büyük bir hesap hatasıdır. Buna benzer bir hatanın Cumhur ittifakında DSP ortaklığı ile yapıldığı görülecektir. Demokrat parti listesinden milletvekili seçilen ve daha önce defalarca parti değiştirerek her parti değiştirdiğinde dili ve üslubunu değiştiren isimlerin Millet ittifakına nasıl bir katkı yaptığı, Demokrat Partinin kaç teşkilat mensubunun olduğu ve seçimlerde ne kadar çalıştığı ittifak bileşenleri tarafından mutlaka değerlendirilmelidir! 
	Saadet, DEVA ve Gelecek partilerinin ise talip oldukları seçmen oylarının hassasiyetlerini öngöremediği açıktır. Saadet partisinin pazarlıklarda anlaşılması halinde Cumhur ittifakına katılacağı, pazarlıkta anlaşılamadığı için millet ittifakında yer aldığı açıktır. Bir önceki seçimde de aynı senaryonun gerçekleştiği siyaseti takip edenlerin bilgisi dahilindedir. Deva ve Gelecek partisi ise Akparti seçmeninin Akpartiye yönelik eleştirileri ile Erdoğan’a yönelik eleştirilerini bir tutarak büyük bir yorumlama hatası yapmıştır. Akpartiye kırgın Akparti seçmeni, Akpartiye oy vermeyerek partisini cezalandırabilir ancak; aynı seçmen partisine kırgın ve kızgın da olsa Erdoğan’a karşı aynı tavrı sergilemeyecektir! Deva ve Gelecek partisinde siyaset yapanların büyük çoğunluğunun  AKpartiyle değil Erdoğan’la husumet sebebiyle ayrıldıkları düşünüldüğünde parti yöneticilerinin nerede yanıldıkları daha kolay anlaşılabilir. Bununla birlikte Deva ve Gelecek partisinin Akpartiden almayı ümit ettiği oyların çok çok gerisinde kaldığı da gözardı edilmemelidir.

	Saadet partisinin oy kaybı ise parti yöneticileri tarafından çok daha titiz biçimde değerlendirilmelidir. Millet ittifakına katılma kararıyla başlayan, eski milli görüşçülerin isyanı, MGV ve AGD gibi yanaşık gençlik örgütlerinin eski yöneticilerinin itirazları dikkate alınmamış, emir demiri keser denilerek büyük bir kumar oynanmıştır. Rahmetli Aliya’ya çok yakışan bilgelik sıfatını sevenleri parti başkanlarına giydirmeye çalışsa da hayallerle gerçeklerin farklı olduğu seçim sonuçlarından anlaşılmaktadır. Milli Görüşün varisi olduğunu iddia eden Saadet Partisi, çoluk çocuk diyerek küçümsediği Merhum Necmettin Erbakan’ın oğlu Fatih Erbakan’ın taze partisi YRP’ye açıkça yenilmiştir. Seçimden aylar önce YRP’ye oy vermeyi aklının ucundan bile geçirmeyen çoğu seçmeninin neden sandıkta Saadet Partisi yerine YRP’ye oy verdiği üzerine parti yönetimi düşünmelidir.

	Millet ittifakını oluşturan partiler değerlendirilirken ittifaka katılmaması şaşırtan bir başka partinin durumunu da görmek gerekir. Bağımsız Türkiye Partisi eski genel başkanı Haydar Baş’ın Kemal Kılıçdaroğlu ile yakın ilişkileri hepimizin malumudur. Haydar Baş’ın ölümünün ardından parti başkanlığına seçilen oğlu Hüseyin Baş da Kılıçdaroğlu ile yakın ilişkilere sahiptir. İttifak oluşumu sırasında Hüseyin Baş’ın Kılıçdaroğluyla görüştüğü devamında ittifaka katılacağı düşünülürken masada yer alan diğer partilerce bu katılımın engellendiği de bilinmektedir. Hüseyin Baş’ın Bağımsız Türkiye Partisi parti disiplini ve teşkilatlanma açısından Demokrat Partiden fersah fersah önde iken ittifak dışında bırakılması büyük bir siyasi hatadır. Hele hele ittifaka hiçbir katkısı olmadığı bilinen demokrat partiye başkan yardımcılığı ve üç vekil verildiği düşünüldüğünde hatanın büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır.

 	MİLLET İTTİFAKININ KAMPANYA STRATEJİSİ
	
Millet ittifakının seçim kampanyasının 14 Mayısa kadar olan kısmı ayrı, seçimin ikinci tura kalmasıyla şekillenen ikinci kısmı ayrı değerlendirilmelidir. 14 Mayısa kadar olan süreçte, son derece ve gereksiz biçimde naif bir dilin kullanıldığı (liderlerin dil ve üslupları açısından değil slogan ve görsel materyal açısından) Yine Baharlar Gelecek gibi ne dediği ne anlatmak istediği çok da anlaşılmayan sloganların öne çıkarıldığı görülmektedir. Bu slogan İstanbul seçimlerinde sıklıkla kullanılan 1789 kanlı Fransız devriminden çalınma ‘Her Sey Güzel Olacak’ sloganının devamıdır. İstanbul seçimlerinde iş görmüştür (sonuca bakarak görmüştür desek de aslında ne kadar işe yaradığı tartışılır. İstanbul seçimlerinin dokusu gereği en kötü sloganla bile seçimin kazanılacağı aşikardı) ancak bu seçimde rakibin Binali Yıldırım olmadığı unutulmamalıdır. 
	Yine Baharlar Gelecek sloganının karşısında ise Türkiye Yüzyılı gibi son derece iddialı bir atıf bulunmaktadır. Erdoğan’ın 2010 yılına kadar kullandığı yol, köprü, sanayileşme gibi seçim sloganları, 2010’dan sonra çılgın projelere evrilmiş, 2023 yılı itibariyle ise Türkiye Yüzyılı gibi bir üst çıtaya çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında Cumhur İttifakının propaganda üstünlüğü çok açık biçimde görülmektedir.
	Diğer yandan propagandanın ikinci temel unsuru olan ‘Ben Kemal Geliyorum’ sloganı da sorunludur. Rakibinin kendine taktığı ve çoğu zaman alay etmek için kullanılan ‘Bay Kemal’ tanımlamasını kabul etmek, rakibinin diline teslim olmak ve onun üstünlüğünü kabul etmek demektir. Toz pembe bir görüntü sergilemek için yapıldığı anlaşılan bu kampanya dilinin hakim değil esir bir dil olduğu aşikardır. Üstelik gençlerin sevecen Kemal amcası tablosunun geçmişte parlamentoda sergilenen sert üslupla çeliştiği de kısa sürede ortaya çıkacaktır. Millet ittifakını oluşturan siyasi partilerin bir çok konuda benzemezliği ve seçim sürecinde birbirleriyle çelişen açıklamaları da eklendiğinde başarılı bir kampanya sürecinin yaşandığı söylenemez. 

	14 Mayıs akşamı seçimlerin ilk turunun kaybedildiğinin anlaşılması ile birlikte Kemal Kılıçdaroğlu ce CHP propaganda dilinin uğradığı değişim bir şok ve panik halinin ifadesidir. İlk turda daha düşük tonla dillendirilen sığınmacılara yönelik sert üslup ikinci turla birlikte saldırgan ve kontrolsüz bir üsluba bürünmüştür. Milliyetçi seçmenin oyunu alabilmek için insanlık değerlerine aykırı biçimde sergilenen bu dil ittifakın kazanmak için bütün tuşlara bastığını göstermektedir. ATA ittifakının desteğini alabilmek için yapılan bu hamlelerin bir pazarlığa dönüşmesi, tarafların kazan-kazan diyebileceğimiz bir paylaşıma yönelmeleri seçim sürecinden bu yana güvenilirlik sorunu yaşayan ittifakın seçmen gözündeki yerini de netleştirmiştir. 
	Millet ittifakının en büyük handikaplarından biri de daha önceki seçimlerde olduğu gibi seçimlere yurtdışı müdahalelerle yanaşıkdüzen görülmesidir. Batılı devlet yetkililerinin, dergi ve sermaye sahiplerinin mevcut iktidar ve lideri aleyhindeki tavırlarına karşı Millet İttifakı ‘Durun bakalım bu bizim işimiz, siz ne karışıyorsunuz?’ diyememiş işin daha vahimi 12 Mayıs tarihinde yaptığı açıklamayla Amerika ve Batılı güçler adına diplomatik bir krize sebep olacak bir dil ve üslupla Rusya’ya posta koymuştur. ‘Ben batının adamıyım, arkamda Amerika ve Batı var’ demek olan bu açıklama siyaseti okuyamamanın, yerel ve uluslararası dengeleri bilmemenin en büyük facialarından biridir.

	Bunca eksiği ve stratejik hatası varken Millet İttifakının yenilgisine ilişkin 300 milyar dolar efsanesi gibi kendi seçmeninin bile inanmadığı projelerden söz etmeye gerek bile yok.


    CUMHUR İTTİ FAKININ HANDİKAPLARI

	15 Temmuz darbe girişiminden itibaren Erdoğan iktidarının daha otoriter bir yapıya büründüğü, kimi özgürlük alanları ve özellikle ekonomi yönetiminin hataları sebebiyle ülkenin bir uçuruma sürüklendiği, bu şekilde devam etmesi durumunda geriye dönülemez bir sürece girileceği yerli-yabancı bir çok kalem erbabı tarafından dile getiriliyordu. 2023 seçimlerinde oy kullanacak 5 milyon yeni seçmen ve bu yeni seçmenlerin tercihleri sebebiyle Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması imkansız görülüyordu!
	Dünyanın içinden geçtiği pandemi sonrası derinleşen kriz, seçimlere birkaç ay kala gerçekleşen ve Türkiyenin 11 ilini derinden sarsan deprem işleri daha kötü hale getirmişti. İktidarın yıpranmışlığı, devlet yönetiminde ortaya çıkan metal yorgunluğu, yanlış atamalar, yanlış kararlar neticede seçimin mağlubunu açıkça gösteriyordu.
	Ama öyle olmadı! Önce aday kriziyle boğuşan muhalefet aylarca süren toplantılardan sonra kerhen bir isim üzerinde uzlaştı. Bütün bunlar olurken yılların yorgunluğuna, yıpranmışlığına  rağmen doğru stratejilerle ve doğru bir kampanyayla Erdoğan Cumhurbaşkanlığını, partisi ise meclis çoğunluğunu elde etti. Bu başarıda doğru strateji ve kampanya yönetimi kadar Millet ittifakının zaaflarının kullanıldığı da gözden kaçmamalı.

CUMHUR İTTİFAKININ DOĞRU VE YANLIŞLARI 

	14 Mayıs seçimine kadar Cumhur İttifakında bir panik havası seziliyordu. DSP’nin ittifaka katılması bu panik havasının neticelerinden biriydi. Millet İttifakında Demokrat Partinin temsil ettiği boş küme neyse, Cumhur İttifakında da DSP boş kümeyi temsil ediyordu. Bu boş kümeye karşılık gelen partiler arasında Akparti DSP’ye 1 vekil vererek zarardan karlı çıktı denilebilir.
	DSP dışındaki partilerle yapılan ittifaklarda ise Akparti’nin doğru hamleler yaptığını söyleyebiliriz. İttifakın büyük partisi MHP değerlendirme dışı bırakılırsa BBP’nin düşük oy oranına rağmen kemalist olmayan milliyetçi seçmenin tercihini Cumhur ittifakı lehine kullanması açısından doğru bir tercih olduğu söylenebilir. BBP’nin daha önceki seçimde de tavrı dikkate alındığında ittifak dışı bırakılması doğru olmazdı.
	Akparti’nin en stratejik hamleleri ise HÜDAPAR ve YRP hamlesiydi. Neredeyse blok oy kullanan HDP seçmenine karşı, HDP’den çok da hazzetmeyen ve muteber bir aday bulması halinde oy verebilecek seçmenin tercihini bu katılımın etkilediği söylenebilir. Bugüne kadar Kürt seçmenin tek adresi olduğunu söyleyen HDP’ye karşı doğru bir adımdı bu. HÜDAPAR’ın Cumhur İttifakına katkısını sadece oy olarak görmek bizi yanıltabilir. Hüdapar-HDP kavgasını bilenler sayısal çoğunluğa rağmen HDP’nin Hüdapar’a diş geçiremediğini ve hatta çekindiğini bilirler. Bu katılımın Kürt coğrafyasında seçim ve sandık güvenliğini son derece yüksek bir seviyeye çıkardığını da görmeliyiz. Bölgenin nüfus yapısı ve seçmen kitlesi nedeniyle sandıklarda yaşanan baskıcı uygulamaların, toplu oy kullanma girişiminin bu seçimde Hüdapar desteğiyle minimuma indiği söylenebilir. Milliyetçi seçmenin Hüdapar-Hizbullah benzetmesi sebebiyle Cumhur İttifakından uzak duracağı ve bu durumun ittifaka oy kaybettireceği düşüncesi de gerçekleşmiş görünmüyor. Kürt seçmenin hem Hüdapar hem de HDP üzerinden siyasette temsili kaybedilecek oylardan daha kıymetli olduğundan bu kayıplar göze alınabilir kayıplardır.
	
	Yüzde 1 bile oyu olmayan YRP’nin Cumhur İttifakına katılması ise Akparti’nin siyaseti okuma aklının hala rakiplerinin önünde olduğunu gösteriyor. Oy kaybedeceğini öngören Akparti, seçmeninin Millet İttifakına kaymasını YRP ile engelleyerek ilaveten Saadet Partisinden kopacağını öngördüğü oyların da YRP’de birleşmesini tesis etti. YRP’nin aldığı 2,8 oranı partinin gerçek oy oranından çok bu dengelere ve siyaset okumalarına dayanıyor olmalı.
	 
	Seçimin ikinci tura kalmasıyla birlikte Cumhur İttifakının özgüveninin arttığı bununla birlikte rakibinin geçirdiği dil ve söylem değişikliğine rağmen ilk turda sergilediği söylemlerden vazgeçmediği seçmen tarafından not edildi. İkinci turla birlikte kendisini destekleyecek ATA ittifakı bileşenleriyle pazarlığa oturmaması ve hatta en başta pazarlık kapısını kapatması da olumlu hamlelerdi.
	Daha önemli olan ise Millet İttifakında öne çıkan ortaklar arasındaki uyumsuzluğun, Cumhur İttifakında gizlenmesinin başarılmasıydı. Hüdaparla asla yanyana gelmeyecek milliyetçi ortakların seçim neticelenene kadar birlik ve beraberlik içerisinde bir tablo sergilemesi daha derli toplu, daha tutarlı bir ittifak görüntüsü oluşturdu.
	Milletvekilliğine aday olan bakanların bakanlık görevlerinden istifa etmemeleri, kamu kaynaklarının örtülü ya da açık biçimde seçim kampanyalarında kullanılması tatsız hatıralar olarak geride kalsa da seçmen nazarında çok itibar görmedi. 
	Cumhur İttifakının seçim kampanyası boyunca öne çıkardığı savunma sanayi ve yerli üretim vurgusu seçimin belirleyici unsurlarından biriydi. Buna karşılık Millet İttifakının en büyük hatası, seçmenin bu hassasiyetini görmezden gelerek, elde edilen başarı ve kazanımları küçümsemesiydi. 
	Cumhur İttifakının en büyük zaafı ise Millet İttifakına karşı özellikle ilk turda sergilediği ‘Onlar yapamaz biz yaparız. Onlar 10 veriyorsa biz 20 vereceğiz’ tadındaki seçmen goygoyculuğu idi. Seçim ekonomisi yönetirken, bir yandan da EYT gibi bir haksızlığı gidermediği gibi yeni haksızlıklara kapı açan uygulamalar yapılırken, memur ve emekli maaşlarına alt sınır getireceğini belirten düzenlemeler yeni dönemin en büyük riskleri olarak kapıda duruyor. Ne kadar yanlış olduğunu söylesek de seçmen ve seçim sonuçları yapılan yanlışları tevil ediyor. 


Sonuç olarak, Türkiye'nin yeni dönemi büyük fırsatlar ve zorluklarla doludur. Sivil inisiyatifin aktif bir şekilde çalışması, insancıl değerlerin güçlendirilmesi ve toplumun refahının artırılması yeni yönetimin önünde duran en büyük problemlerdir. Sivil toplum, hükümetin adımlarını, reformlarını takip ederek, hukuk ve insan haklarının tesisi için çaba harcamalıdır. Ancak; bu çaba arka bahçe görüntüsüyle kimi kamu kaynaklarından istifade edebilme dürtüsüyle birlikte yürütülemez! Özellikle İslami camia kendine çeki-düzen vermeli ‘Gel bakalım Muharrem’ dilinin başka bir versiyonuna rızayla bütün birikimini heba etmemelidir!

tagore