31 Ekim 2010 Pazar

YASAK RAPORU / HAYALLE GERÇEK ARASINDA




Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu Cumartesi günü (30 Ekim) iki yüz kırk sekizinci (Rakamla 248) eylemini gerçekleştirdi, Sıhhiye Abdi İpekçi Parkında.
Ecenur, Diyarbakır’da iki yıldır okuluna başörtülü girebilmek için direniyor.
Kocaeli’nde, Sakarya/ Akyazı’da, Van’da, Bursa’da, Konya’da çoğunlukla Mazlumder öncülüğünde bir araya gelmiş aktivistler var.
Kimi her hafta, kimi on beş günde bir yasağı unutturmamak için çalışıyor.
Ankara’da neredeyse bütün üniversitelerde bazılarında bütün fakülte ve bölümlerde, bazılarında sadece belirli fakülte ve bölümlerde başörtüsü yasağı sürüyor.
Anadolu’nun çeşitli illerindeki üniversitelerde de yasakta direnenlerin olduğunu biliyoruz.
Bazen yasak öyle anlamsız bir hal alabiliyor ki, aynı stajı farklı iki hocadan alan aynı sınıftaki tıp fakültesi öğrencilerinin birinin başı açılmaya zorlanırken diğeri “Size saygı duyuyorum” denilerek içeri alınabiliyor.
İçeri girebilen giremeyen arkadaşı yüzünden derse girdiğine sevinemiyor, diğeri içeri alınmadığı için giren arkadaşına imreniyor.

CHP ve AKP arasında sanki bir mutabakat var.
Hizmet alan/hizmet veren ayrımında fit olmuş durumdalar.
Bu anlaşmaya sadık kalındığı sürece CHP sessiz takibini sürdürecek.
AKP ise seçime kadar yasağın fiilen çözümünü bekleyecek.
Bu arada omzu kalabalıklar resepsiyona gelmemişmiş, başörtülüler girdi diye salonu terk etmişmiş çok önemli değil!

CHP ile AKP arasındaki yazılı olmayan uzlaşma beyanatlara da yansıdı geçtiğimiz günlerde.
Eğitim Bakanının İlkokullarda Başörtü talebini provakasyon olarak nitelemesi ve zamanlamasına dikkat çekmesi manidardı.
Hemen ardından Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül’ün kutsal devletçi açıklaması geldi. “Gerekirse devlet çocukların velayetini alır”
Bunlar tesadüf değildi elbette.
İsterseniz Eğitim Bakanı’nın “Tam da türban sorununu çözüyorduk” diye bahsettiği üniversitelere bakalım, çözülen neymiş, Ankara üniversiteleri çapında bir değerlendirelim.

Gazi Üniversitesi İktisat Kampüsü: YÖK’ün yazısından sonra iki hafta başörtülü öğrenciler derse girebildi. Sonra dekanın canı sıkıldığı için derslikler dışında kampüse dahi başörtülü girişler yasaklandı.
Hacettepe Üniversitesi: Kampüslerde farklı bölümlerin farklı uygulamaları var. Kimi az sayıda kampüse başörtülü girilebilirken, çoğunlukla kampüse yaklaşılamıyor bile! Derslerde sözlü uyarı, ardından tutanak tutuluyor. Özellikle bazı bölümlerde hocalarla ve yobaz öğrencilerle uzun tartışmalar, gerginlikler yaşanıyor. Bazı kampüslerde öğrenci yurduna, öğrenci yemekhanesine ve kütüphaneye başörtülüler alınmıyor.
Başkent Üniversitesi: Kampüs girişlerinde birkaç tartışma sonrasında girişler serbest. Derslerde sözlü uyarı yapılıp, tutanak tutuluyor. Hocalar öğrencileri “Yakında Danıştay’dan karar çıkacak göreceksiniz” diye tehdit ediyor.
ODTÜ Bütün Bölümler: Kimya bölümü gibi gerici alanlar dışında genellikle hocalarla sıkıntı yaşanmıyor. Ancak; kampüs girişlerinde her sabah Üniversitenin GÜVE’leri tarafından otobüsler durduruluyor. Başörtülü öğrencilerden otobüslerden inmeleri isteniyor. Kimliklerine el konulmaya çalışılıyor. Uzun tartışmalardan sonra direnen öğrenciler içeri girebiliyor. İstisnasız her sabah güve’lerle öğrenciler arasında gerilim yaşanıyor. Bununla birlikte yobaz öğrenciler ve yobaz otobüs şoförleri ile de boğuşmak zorunda kalıyor başörtülüler.
Ankara Üniversitesi: Pekçok kampüse başörtülü girilemiyor. Öğrenciler başlarını açmak ya da peruk takmak zorunda kalıyor. Derslerde keyfi uygulamalar var. Yasağın en katı uygulandığı bölümler bu üniversitede.

Eğitim Bakanının tam da çözdüğü başörtüsü sorunu böyle yaşanıyor işte Ankara’da. Birde işin hakaret kısmı var ki şimdi ona hiç girmeyeyim. “Göz zevkimi bozuyorsun”dan, “Çok çirkinsin”e kadar uzayan kabarık bir liste var elimde…

İşin birde mahalle baskısı var elbette.
Çocuklar iki tür baskının altında eziliyorlar.
Bir yanda kendileri gibi düşünen ama “Yine başımıza iş açacaksınız, ne güzel alışmıştık” diye söylenen kuru bir kalabalık…
Diğer yanda “Burası beyaz Türklerin, sizi istemiyoruz” diyen ulusalcı yobaz öğrenciler.
Bırakın ulusalcılara anlatmayı, daha kendi mahallesine derdini anlatamayan çocuklar bunlar.
Ve bunca karmaşa arasında psikolojileri altüst olmuş durumda.
Yarın başlarına ne geleceğini bilmiyorlar, bu şekilde ne kadar devam edebileceklerini de…
Çoğu ailesinin desteğini alamıyor.
Çoğunun maddi imkanları sınırlı.
Değil bir dönem, birkaç gün bile okulu uzatmaya takatleri yok.
Ailelerine verilmiş sözleri var kimisinin…

Ve biz erkekler kahramancılık oynuyoruz bu çocuklar üzerinden.
Zafer Üskül’ün yaptığını tersten yapıyoruz…
Bir direnişi Ecenur üzerinden örgütlüyoruz.
Küçücük bir çocuğun omuzlarına yıkıyoruz bütün yükü.
Onun psikolojisini düşünmeden, kendi yapamadıklarımızı ona yaptırmaya çalışıyoruz.
Üniversitelerde sorunu bir avuç kızın omuzlarına yıktığımız gibi…
Çünkü büyüyecek kızlarımız var bizim!
Bugün yarın onlar üniversiteye başlarsa sorun kalmasın istiyoruz.
Birileri bedel ödeyecekse, bizim kızımız ödemesin, başkalarının kızları ödesin istiyoruz.
Eğer o vakte kadar çözülmezse sorun Budapeşte’de, Viyana’da, Amerika’da okuturuz nasılsa… O da çok dert değil!
Elimizi taşın altına sokmak yerine, birilerinin elini sürekli iteliyoruz.
Sakallı erkek öğrenciler boşu boşuna uyarmıyor başörtülü arkadaşlarını “Başınızı belaya sokacaksınız, akıllı olun” diye.
Bir erkek için, bundan ibaret olabiliyor bazen her şey.
Ve Zafer Üskül sakalsız bir erkek olarak faşizimcilik oynayabiliyor devlet katında.

Zafer Üskül “Heyt be! Ben eskiden nasıl solcuydum” tiriplerinden kurtulsa ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı gibi davransa mesela.
Bir sabah toplasa komisyon üyelerini tebdili kıyafet ODTÜ otobüsüne bindirse…
Birkaç tane başörtülü kızın otobüsten inmemek için nasıl direndiğini görse ve bir el uzatsa…
Sonra mimarlık fakültesinde bir derse girse mesela…
Çirkinleşen hocaya “Hey Teacher” diye seslense…
Tutanak tutan öğretim görevlisine karşı, başörtülü kızın tutanağını imzalasa…
Ve sonra; ben dahil, Üskül dahil bütün erkekler sussa.
Çok şey mi istiyorum…

Zafer Üskül Hemen İstifa Etmeli

Natalie BRACHT

Alman asıllı bir İngiliz vatandaşı…

Yahudi asıllı eşinden boşanmasıyla başlıyor her şey.

Önce İngiliz hükümeti ardından da Alman hükümetinin baskıları sonucunda 5 çocuğundan ayırılıyor.

Annenin her nedense Müslüman olduktan sonra psikolojik rahatsızlıkları olduğunu keşfediyor eski eşi. Çocukların eşinden ayrı tutulmasını istiyor.

Çocuklar bir Alman yetimhanesine alınıyor. Günlerce anneye çocuklarının nerede olduğu söylenmiyor.

Daha sonra çocuklarının yerini buluyor Natalie. Çocukların Anneleriyle Haftada bir defa, kızlarından her biriyle sadece beş dakika süreyle ve bir görevlinin denetimi altında görüşmesine; her 4–7 haftada bir kere, kızlarından biriyle sadece 20 dakika, iki gardiyanın refakati altında görüşmesine izin veriliyor. Tipik nazi terörü!

Uzun ve acıklı bir hikayesi var Natalie’nin..



Soner ERÇİM

ODTÜ güvenlik görevlisi…

2008’in Mart ayı…

AK Parti ve MHP başörtüsü konusunda uzlaşmış, meclisten yasal bir düzenleme geçmiş ve üniversitelerde başörtüsü yasağı kaldırılmış.

Soner ERÇİM ertesi gün ODTÜ kapılarını başörtülülere açıyor.

Hemen ardından da üniversite yönetimi tarafından önce başka bir bölgeye sürgün ediliyor, ardından güvenlik görevlisi olmasına rağmen başka bir işle görevlendiriliyor.

Yetmiyor, attığı her adımdan dolayı soruşturma geçiriyor…

Bu da yetmiyor, bir sabah 5 dakika geç kalması bahane edilerek işine son veriliyor.

“Yüce yargıcılar” Soner Erçim’in görev yerine geç gelme bahanesiyle memuriyetten atılmasını haklı buluyor ve ERÇİM işsiz ve çocuklu bir şekilde sefalete terk ediliyor.



ECENUR

Daha YÖK yazısı ortalıkta yokken, daha seçime çok varken! Ecenur diye bir kız ilkokula başörtüsü ile girmeyi deniyor Diyarbakır’da.

2009’dan bahsediyorum, daha referandumdan söz edilmezken, Kılıçdaroğlu daha teşrif etmemişken hayatımıza…

Sencer hocam bilim kurulu başkanı olmadan mesela…

Babası ne olursa olsun başörtüsüyle girecek diyor. O Okuldan diğerine, oradan bir diğerine sürgün ediliyor, Küçük Ecenur.

Hakkında soruşturmalar açılıyor, cezalar alıyor ama ailesi vazgeçmiyor kararlılığından.

Bir gün bir yerde yeter artık diyor Eğitim Bakanlığının memurları.

Ne haliniz varsa görün…

Ecenur aylar sonra verdiği mücadele için provakatörlükle suçlanacağından habersizdir henüz…



Nimet ÇUBUKÇU

Baştan söyleyelim eğitimin milli’si, milsiz’i olmaz. O yüzden Eğitim Bakanı!

Torna tornadır. Milli torna, Milsiz torna diye ayrılmaz tornacılar.

Neyse topa ilk giren o oldu.

Ecenur dışında Adana ve Mersin’de de başörtülü ilkokula girme talepleri yansıdı kamuoyuna.

Zamanlamaya dikkat çekti Eğitim Bakanı.

“Tam üniversitede başörtüsü sorununu çözüyorduk ki…” diye devam etti.

Pası alan medya bir anda ailelerin ‘hizbullah’la bağlantısını deşifre etti!

Hizbullah davasından ceza almış, hüküm giymiş veli haberleri doldurdu gazete sayfalarını.

Oysa JİTEM gibi bir yapılanmaydı ‘hizbullah’.

Made in T.C.

İster derin devlet deyin adına, ister başka bir şey.

Hepimiz biliyoruz ki ‘hizbullah’ PKK’ya karşı bir antigüç olarak kullanıldı.

Operasyonlar bu örgüt üzerinden yapıldı.

Önce desteklendi örgüt, beslendi, sonra da sağıldı.

Sadece PKK ile değil İslami unsurlarla da çatıştırıldı. Kimi cemaat liderleri, mensupları, imamlar… Bu örgüt eliyle öldürüldü…

Sonra ömrü biten her eşya gibi raftan tavan arasına kaldırıldı.

Hepsi bu…



Zafer ÜSKÜL

AKparti milletvekili.

İnsan Hakları İnceleme Komisyonu başkanı.

Pası en iyi o değerlendirdi. Hem CHP tribünleri de arkasındaydı.

“Çocuğuna zorla başörtüsü takıp eğitim hakkını engelleyen velinin velayetini elinden alır devlet” dedi.

Sosyal demokrasiden, faşizme uzanan ince uzun bir çizgi işte…

CHP bile faşizmde bu noktaya ulaşamamıştı daha.

İster Natalie’nin çocuklarını elinden alsın nazi Almanyası, ister çocukların velayetini almakla tehdit etsin TC!

Zafer ÜSKÜL’ün insan Hakları Komisyonu başkanı olması facianın büyüklüğünü ortaya koyması açısından önemli.

Ulusal ve uluslar arası sözleşmelerde çocuğun velayetinin, her türlü haklarının, eğitiminin, tercihlerinin ebeveynleri üzerinde olduğunu bilemeyecek kadar yoksun olabilir mi hukuk bilgisinden?

Ailelerin dini ve felsefi görüşlerine göre çocuklarını biçimlendirebileceklerinden gerçekten habersiz mi?



* *

Soner ERÇİM memuriyetten atılıp hayat karşısında çırılçıplak bırakılırken ne Zafer Üskül ne de Nimet Çubukçu yoktu yanında.

Üniversiteli kızlar başörtülü oldukları için kapılar yüzlerine kapanırken Eğitim bakanını hiç göremedik aramızda.

Çözüldü çözülecek dediği sorunun Ankara üniversitelerinde ne halde olduğundan bile habersiz Çubukçu.

Çocukların her sabah üniversite güve’leriyle nasıl çatıştıklarından, üstelik her sabah bu sinir harbini yaşamanın nasıl bir duygu olduğundan da habersiz.

Ecenur okuldan okula sürgün edilirken, soruşturmalar geçirip, cezalar alırken, suratsız öğretmenler, idareciler karşısında titrerken Eğitim Bakanı yine yoktu ortalıkta.

Çünkü konjenktür Üskül’e de, Çubukçu’ya da tehlikeden uzak durmayı söylüyordu. “Arızalı” tiplerle yan yana gelmek, onları haksızlığa uğrasalar da müdafaa etmek siyasi hayatları için tehlikeli olabilirdi.



Her türlü siyasi beklenti bir şekilde izole edilebilir belki.

Bakan Çubukçu’nun oportünist gerekçeleri olabilir.

Aynı şeyi, aynı derecede hissetmeyebiliriz mesela onlarla.

Başörtülü kızların yaşadıkları anlamlı gelmeyebilir. Açsınlar başlarını girsinler ne var bunda diyebilir.

Ama zafer Üskül’ün durumu hiçbir şekilde tevil edilemez.

Zira başkanı olduğu komisyon buna izin vermez.

Yurttaşla devlet arasında tercih yaparken devletten yana tavır koyan bir insan hakları komisyonu başkanı olamaz.

Olursa bu bir utanç vesikası olur.

Zafer ÜSKÜL bu utanca izin vermeyecektir sanırım. İstifa ederek insan hakları komisyonunun saygınlığını kurtaracaktır. Çok lafı eğmeden, bükmeden doğrudan hata yaptığını itiraf ederek, özür dileyerek olmalı bu istifa.


Hizbullah meselesine gelince…

Bu aile içi bir durum!

Devlet kendi arşivlerine dönerse, hizbullah’ın kim olduğuyla devlet kayıtlarında nasıl yer aldığıyla ilgilenirse mesele kalmaz.

Ama yok, kol kırılır yen içinde kalır derse o başka!

20 Ekim 2010 Çarşamba

N.Ç.





Sayılarla aram iyi değil…
Her şeyin ama istisnasız her şeyin nesneleştirilmesinden nefret ediyorum.
Beni rahatsız eden bir başka şeyde muhafazakârlaşmak…
Birkaç temel ölçütü var muhafazakârlaşmanın.
Önce eskiyle ilinti tartışmasız olacak.
Sonra her şey itina ile tevil edilecek.
Büyüklerimizin vardır bir bildiği denilecek
Eskiyle yeni arasında hem eskici, hem yenici bir yerde durulacak.
Duruma göre eskiye, duruma göre yeniye tapılacak.
Eskinin yanlışları bile kutsal olacağı gibi, yeninin de her şeyi mutlak doğru kabul edilecek…
Ama hepsinden önemlisi her şart altında itaat ve uyum gerek ve yeter şart olacak…

Hızla muhafazakârlaşıyoruz farkında mısınız?
Bunu söyleyince sanki dindarlaşıyormuşuz gibi anlıyor herkes.
Oysa muhafazakârlaşmak uzaklaşmaktır dindarlıktan.
Hem muhafazakârın dinlisi, dinsizi de olmaz.
Kemalist bir solcuyla, milliyetçi bir sağcı arasında işte bu yüzden zerre fark bulunmaz…

Kadın bedeni üzerinde dozajı giderek artan bir şiddet zorla sokuluyor gözümüze.
Televizyon dizilerinde tecavüz meşrulaştırılıyor.
En çokta “erkek ihtiyaçlarının”, “erkek fantezilerinin” meşrulaştırılması yapılmaya çalışılan.
Çünkü kadın bedeni üzerinden bir meşrulaştırma bu, geçer akçe üzerinden.
Modern zamanlardan önce de böyleydi.
Geleneksel Türk toplumlarında erkek evlat hep el üstünde tutuldu.
Savaşı ve gücü kutsayan binlerce yıllık bir gelenekten bahsediyoruz.
En dindar geçinen ailelerde bile erkek evlatlarının kız arkadaşı olması gururla karşılanıp, tebessümle geçiştirilirken; kız çocuklarında bu davranış ahlaksızlığın sembolü kabul edilip, değişik oranlarda şiddetle karşılık buluyor.

Kendi gençliğinde zina dahil Allah’ın sınırlarını zorlayan, ihlal eden nice büyüğümüz ailesi söz konusu olduğunda ahlak abidesi kesilebiliyor.
Bir araştırma yapılsa dindar erkeklerin gençliklerinde veya sonrasında ne kadarının zinaya bulaştığına dair…
Sanırım hiçbirimiz sonucu görmek dahi istemeyiz.

Solcular açısından da durum parlak değil.
Nice anlı şanlı sosyalistin “kadın eti” kullanımını meşru gördüğüne şahidim.
“Beden işçisi” diyerek işçi sınıfı üzerinden bir kutsallaştırmayı da ahlaksızca buluyorum.
Burada da aslında kadının “ihtiyaç giderici” fonksiyonuna vurgu yapılıyor.
Doğrusu sosyalist kadınların bu saçmalıklara nasıl tahammül edebildiklerini de anlamış değilim.

Pipa Bacca’nın Kocaeli’de tecavüz edilerek öldürüldüğü haberinin ardından arkadaşlarıyla böğürerek konuşan tiplere şahit olmuştum.
Burası Türkiye diyordu bu yaratıklar. “Sen ne akılla kalktın da otostopla buralara geldin. İtalya’dan buraya gelinceye kadar başına bir şey gelmediğine dua et!”

Bir hayattan bahsediyoruz arkadaşlar!
Tecavüz edilerek son verilmiş bir hayattan.
Üstelik Filistin’de barışa dikkat çekmek için yola koyulmuş bir hayattan
Ve bu durum karşısında kimi biyolojik canlılar Türk erkeğinin cinsel gücüne ilişkin sıradan espiriler üretebiliyorlar.
Pipa Bacca’ya tecavüz ederek öldüren katil her akşam evine gidip kızının saçlarını okşuyordu düşünsenize!

Anadolu’nun doğusunda geçkin yaşına rağmen hiç evlenmemiş kızlar var.
Bir gün sorguya alınmışlar üniformalılar tarafından.
Sonra eve dönüp bir odaya kapanmışlar ve bir daha çıkmamışlar o odadan.
Kimse neden odadan çıkmadığını sormamış, onlar neden girdiklerini anlatmamış.
Ama sormayanda, söylemeyende hep biliyormuş nedenini!

Söz konusu erkek olunca ne çok hafifletici sebep bulabiliyoruz değil mi?
En hafifi “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” ile başlıyor tevillerimizin.

Onlarca kişinin N.Ç.’ye tecavüzünden bahsediyoruz.
Üstelik bu iğrençlik ülkenin okumuş yazmış çocuklarının elleriyle gerçekleşiyor,
göbeğini kaşıyan adamlardan çok…
“Yüce mahkeme” tecavüzün hafifletici sebeplerinden söz ediyor.

Tecavüz zanlılarının da çocukları var.
Ve onlarda yakalanıncaya kadar her akşam kızlarının başlarını okşadılar.
Hakimler de her akşam kızlarının başını okşuyor.

Erkek olmanın tadını çıkarıyor birileri…
Ve kız olmanın bedelini ödüyor diğerleri.
Her gün biraz daha nesneleşiyor dünya.
Her gün nesneler, biraz daha dünyalaşıyor.

Ve biz kayboluyoruz nesneler arasında…

15 Ekim 2010 Cuma

Üniversiteler Yetmez




İki hafta kadar önce MAZLUMDER Genel Başkanı ve beraberindekiler Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU ve CHP Milletvekili Haluk KOÇ ile CHP genel merkezinde bir saate yakın Kürt sorununu ve başörtüsü sorununu konuştular.

Görüşmeye hiçbir basın mensubunun alınmaması, parti fotoğrafçısının bile görüşmeyi fotoğraflamaması ilginçti.
Muhtemelen CHP yönetimi İslamcı bir örgütün Başörtüsü ve Kürt sorununa ilişkin taleplerini kendi çatısı altında kamuoyuyla paylaşacak olmasından korktu!

KILIÇDAROĞLU her ne kadar değişim taraftarı olsa da “Beyaz Türk”lerin CHP içinde ipleri tam olarak teslim etmediği bir gerçek. Öte yandan Alevi ve Kürt’te olsa KILIÇDAROĞLU’nun bir yanında da “Beyaz Türk” bir damar olduğunu unutmamalıyız.

Nereden biliyoruz? CHP Genel Başkanının başörtüsüne ilişkin her söz alışımızda “Sencer Hoca çalışıyor” demesinden biliyoruz. Kürt sorununa ilişkin her sözümüze “Haluk bey bölgeden daha yeni döndü, çalışıyoruz” demesinden biliyoruz.

Bu görüşmeden birkaç gün sonra ortaya çıkan İran ve Pakistan modeli çözüm önerileri Sencer hoca tavrını da, görüşmenin basına kapalı yapılmasını da açıklıyor aslında. Diğer yandan Kürt sorununa ilişkin MAZLUMDER taleplerini de CHP yönetiminin sindiremediği aşikâr!

Kürt sorununu şimdilik bir kenara bırakırsak başörtüsü sorununda baş döndürücü bir hızla gelişmeler yaşanıyor.
YÖK’nun İstanbul Üniversitesine yazdığı yazıyla başlayan ve diğer üniversitelerde başörtülü öğrencilerin ısrarlı talepleriyle genişleyen bir rahatlama gözleniyor. Bu hız elbette bazı yanlış okumaları da beraberinde getiriyor.

Öncelikle yasal açıdan dünle bugün arasında hiçbir fark olmadığını, yasalar açısından dün yasak olmadığı gibi bugünde bir yasak olmadığını belirtmeliyiz.

YÖK’ün yasağı kaldırdığı şeklindeki beyanların doğru olmadığının altını çizmeliyiz. Zira YÖK anayasa ve yasalarda bulunmayan bir yasak koyamayacağı gibi, olmayan bir yasağı da kaldıramaz.

Yaşanan, fiili durumun başka bir fiili durumla yenilenmesinden ibarettir.
Elbette üniversitelerde başörtüsü sorununun azalması sevindiricidir. Ancak sorunun sadece üniversitelerde yaşandığı gibi bir algıdan da uzak durmalı ve bütün alanlarıyla yasağa karşı çıkmalıyız.

CHP üniversitelerde yasağı kaldırmak konusunda –her ne kadar cılız itirazlar olsa da- sessiz bir destek veriyor. Ancak ön şart olarak da “hizmet alan-hizmet veren” ayrımına vurgu yapıyor.

Öğrencilerin hizmet aldığı ve bu nedenle -vergi dairesinde tahsilat yaparken başörtüsüz mükellef şartı aranmadığı gibi- üniversitelerde başörtüsüz olma şartı aranmayacağını söylüyor. Ancak, çalışma hayatında “hizmet veren”lerin başörtülü olamayacağına dair kesin bir kırmızı çizgi çiziyor.

AK Parti yönetimi ise seçimlere bir yıldan az bir süre kala “hizmet alan-hizmet veren” ayrımına sıcak bakıyor. Her ne kadar Başbakan “Kamusal alan diye bir şey uydurdular” dese de pazarlıklarda AK Parti razı edilmiş gibi.
Hizmet alana serbest, hizmet verene yasak!

Seçimlerin hemen ardından yeni anayasa çalışmalarının başlayacağı düşünüldüğünde bu fiili durumun yeni sakıncalar doğuracağı da anlaşılıyor.

Zira üniversitelerde yasağın fiilen ortadan kalkması anayasaya kılık kıyafetle ilgili düzenlemenin girmemesi anlamına gelebilir. Öyle ya olmayan bir yasak için neden anayasal düzenleme yapılsın!

CHP’nin seçim sonrası en önemli argümanı bu olacak. Başörtüsüne karşı çıkmak yerine yasağın olmadığını ve AKP’nin pirim yapmak için başörtüsüne dolandığını iddia etmek…

Yasağı sadece üniversitelerle sınırlı kabul etmek gibi bir yanılgıdan uzak durmalıyız. AK Partinin veya CHP’nin üzerinde mutabakata varacağı üniversitelerde başörtüsü çözümünün dönemsel olacağını ve YÖK yönetimine bağlı olarak şartların değişeceğini unutmamalıyız.

Anayasa’da mutlaka başörtüsüne ilişkin bir düzenleme yapılmasını sağlamak zorundayız. Fiili durumdan vazife çıkararak anayasal düzenlemeden kaçınan herkesi, hangi partiden olursa olsun rahat bırakmamalıyız.

İktidarın ben çözdüm sarhoşluğuna uzak olduğumuz gibi, muhalefet partilerinin gizli gündemlerine karşı da uyanık olmalıyız. Üniversitelerde yasağı gevşetirken kamuda tamamen yasaklayacak bir düzenlemenin veya fiili durumun karşısında olmalıyız.
Başörtüsü sorunu bu ülkenin vicdan sorunudur. Başı örtülü veya değil bütün vicdan sahipleri yasağa tavır almadan hiçbirimiz, hiçbir zaman özgür olamayız. Ve belki de bu yüzden başörtüsü sorunu öncelikle başı açıkların sorunudur. Vicdan sahibi başı açıkların…

tagore