12 Aralık 2012 Çarşamba

17 Eylül 2012 Pazartesi


ŞAŞIRTICI OLAN NE?
Gaziantep saldırısı pek çok açıdan ilginç bir zamanlamaya sahne oldu. Bir yanda Suriye’de yaşanan iç savaş ve bu iç savaşa ilişkin Türkiye- Suriye- İran arasında kopan ilişkiler; diğer yanda PKK’nın Şemdinli saldırıları ile start alan “cephe savaşı” stratejisi çok ihtimalli bir saldırıyı ve dolayısıyla bir kafa karışıklığını birlikte getirdi. Görünen bu iki aktörün dışında Suriye meselesiyle ilintili veya ilintisiz başkaca aktörlerin bölgedeki muhtemel hesapları doğal olarak akla getirilmedi bile.
PKK’nın Şemdinli’de ilçe merkezini ele geçirmek için giriştiği ve gerek hazırlanışı gerekse sonuçları itibariyle ancak bir “fantezi” olarak değerlendirilebilecek bu kalkışma örgüte yüz’lü rakamlarla ifade edilen kayıplar getirdi. Ancak örgüt bu kayıplara rağmen “yıkılmadım, ayaktayım” dercesine Şemdinli saldırısıyla eş zamanlı olarak bölgede yol kesmelere, insan kaçırmalara devam etti. Yetmedi büyük zayiat verdiği belirtilen Şemdinli’de ilçe merkezinde/sivil alanda ağır silahlarla saldırılar düzenledi.
Öte yandan Suriye’de diğer Arap Baharı ülkelerinde görülmeyen şiddette bir iç savaş yaşanırken, Esad rejiminin arkasına aldığı uluslararası destekle giriştiği “temizlik operasyonu” sonrası; Esad rejiminin çarçabuk yıkılamayacağının anlaşılması, Suriye’nin iç tehdide destek vermekle suçladığı ülkeleri de tehdit eden açıklamaları, Suriye rejimini PKK ile birlikte Gaziantep saldırılarının en önemli şüphelisi yaptı.
Gaziantep saldırısının hemen ertesinde kamuoyunda çok da dikkat çekilmeyen bir başka gelişme daha yaşandı. 2 Temmuz'da PKK’lılar tarafından kaçırılan AK Parti Gürpınar İlçe Başkanı Hayrullah Tanış Mazlumder’in girişimleriyle serbest bırakıldı. Ailesinin başvurusu üzerine uzun süredir serbest bırakılması için girişimlerde bulunulurken, Gaziantep saldırısının hemen arkasından İlçe Başkanının serbest bırakılması PKK’nın üzerine çevrili okları yanıltmaya yönelik bir hamlesi olarak okunsa da sonuçta ailesi ve yakınları açısından İlçe başkanının özgürlüğüne kavuşması her türlü politik mülahazanın üzerindeydi.
Saldırıya ilişkin Kandil’den yapılan açıklamalarda “Gaziantep saldırısını örgütün gerçekleştirmediği, PKK’ya bağlı birimlerin hiçbirinin bu saldırıda yer almadığı, PKK başkanlık konseyinin sivillerin hedef alınmaması için alınmış kararlarının olduğu, bugüne kadar örgüt tarafından hatalar yapıldığı, Batman, Bingöl ve Silvan saldırıları gibi sivil hayatı hedef alan saldırıların hata olduğu ve bu saldırıları gerçekleştirenlerin cezalandırıldığı” belirtiliyordu.
Örgüt daha öncede çeşitli kereler sivil alana yönelik saldırılar düzenlemiş, bu saldırıları önce inkar etmiş daha sonra ise kabullenmek zorunda kalmıştı. Gaziantep saldırısı eğer benzetilecekse, belki en çok, tamamıyla sivillerin hayatını kaybettiği ve kamuoyunda çok tepki çekmiş olan Ankara Kumrular’daki saldırıya benzetilebilir ve o saldırı da hatırlanacağı üzere, PKK tarafında değil, örgütle doğrudan ilişkisi olmayan(!) TAK tarafından üstlenilmişti.  Doğal olarak kamuoyu bu arka planı göz önüne alarak örgütün yalanlamasını dikkate almak konusunda tereddütlü davrandı. Nitekim soruşturmayı yürüten resmi makamların ısrarla saldırıyı PKK’ya mal etmesi, kamuoyundaki zaten angaje olmaya hazır inancı kuvvetlendirdi.
PKK’nın yalanlamaları her ne kadar kamuoyunda güven oluşturmasa da bölgenin diğer aktörlerini göz ardı ederek yürütülecek bir soruşturmanın sağlıklı olmayacağı aşikar. Aslında devletin diğer ihtimalleri göz ardı ederek saldırıyı sadece PKK’nın düzenlediği şeklinde bir kanaate sahip olduğu da doğru olmayabilir! Kamuoyuna yansıtılan görüşler ile devlet katına sunulan raporların aynı olmaması da çok kuvvetle muhtemel!
Bölgede yıllardır savaştığı düşman bir örgüt varken, güney komşusundaki iç savaş nedeniyle İran ve Suriye ile de düşman haline gelen Türkiye çok ihtimalli bir oyunla karşı karşıya. Bu ihtimallerin hepsinin Türkiye’ye karşı düşmanlık üretmesinin kendilerince haklı gerekçeleri olabilir.
Kandil, her ne kadar saldırının kendi tarzları olmadığını, bu saldırıyı kendilerinin gerçekleştirmediğini, Türkiye’nin Irak Kürdistanı, Suriye ve İran’la husumetini göz ardı ederek ihaleyi kendilerine bıraktığını söylese de bu saldırının PKK ile ilişkili kişilerden bağımsız gerçekleştirilebilmesi mümkün görünmüyor.
Saldırı Suriye istihbaratı tarafından gerçekleştirilmişse bu işte PKK’nın Suriye kanadıyla ilişkili olan kişilerin bilgisi dışında olması akla zarar! İran tarafından gerçekleştirilmiş ise İran PKK’sı (PJAK) ile İran arasında yapıldığı bilinen ancak teyit edilmeyen anlaşmanın hangi maddeler içerdiği, Suriye sorunuyla ilgili İran’ın PJAK üzerinden karşı hamle yürütüp yürütmediği sorulması gereken sorular olarak hafızalarda kalıyor. İran, Suriye siyasetiyle Türkiye’den ayrışsa bile doğrudan Türkiye’ye yönelik bir eyleme girişir mi, maşa kullanmak varken elini kirletir mi bu da akılda tutulması gereken sorulardan.
PKK ihtimali dışında Gaziantep saldırısı ister İran tarafından, ister Suriye tarafından isterse başka aktörlerce organize edilmiş olsun, her halükarda saldırının ardında PKK ile bir şekilde irtibatlı kişilerin izini aramak hiç kimse için garip olmayacaktır.
İhaleyi PKK’nın önüne bırakmadan önce diğer alternatifleri de göz önüne almak ve hatta bütün aktörlerin ortaklığını birlikte değerlendirmek ihmal edilmemesi gereken bir seçenektir.



Üstün BOL

20 Temmuz 2012 Cuma

Kerem'e Ağıt

Ardımda hiçlik dereleri
Önümde varlık gülleri
 Ellerim Kerem’in elleri
Uzaktan çocuk haberleri
Dediler ki Kerem ölmüş
Güzellikler deren ölmüş

Canımın bağı oğlum
Kalbimin ağı oğlum
Acının dağı oğlum
Derdin otağı oğlum
Yel eser ağu oğlum
Önümde duran ova
Bir kan çanağı oğlum
Gökyüzü boydan boya
Hüzün ırmağı oğlum
Senin güzelliğinden
Yerler ağmalı oğlum
Hasretin inceden akan su gibi
İçimi doldurup taşırır gibi
Her adımda kurulu bir pusu gibi
Deniz diplerinin yosunu gibi.
Dereler tepeler çağlıyor oğlum.

Rabbim aramızda gizimiz var
Bir sandık içinde çeyizimiz var
Uzar mahşeredek dehlizimiz var
Batan günlerde akar güzümüz var
Ağaçlar dallarını eğiyor oğlum

Cennetin güzel çocuğu
Gözleri gül tomurcuğu
Yavruların yavrucuğu
Unutma şu babacığı
Şu babacık gönlünü dağlıyor oğlum


Özden harabeyim ben
Onulmaz yareyim ben
Kendime çareyim ben
Kerem’im divaneyim ben


Aleeddin ÖZDENÖREN

10 Haziran 2012 Pazar

SÖZ KONUSU MÜSLÜMANLAR OLUNCA, SESSİZLİK!

İfade hürriyeti, üzerine çok konuşulan alanlardan biri. Yazarlar, çizerler, sanatçılar, engellendiğini düşünenler sadece Türkiye’de değil dünyanın neredeyse bütün ülkelerinde yasaklanmalarına, engellenmelerine ilişkin söz söylüyorlar ve eylem yapıyorlar. Çoğunlukla bu kesimler seslerini duyurabilecek iletişim kanallarına sahipler ya da seslerini çıkarmalarına yetecek kadar politik, sosyal alanın bir parçası durumundalar. Bu kesimler bir şekilde haksızlıklara karşı mücadele edebilme alanları oluşturabilirken, toplumun başka bir kesimi tüm engellenmişliklerine rağmen bu mecralardan olabildiğince uzaklar. İsim yapmış kişilere yönelik ihlallerde kampanyalar düzenleyen, gösteriler tertip edenler sokaktaki insanların kısıtlanması ve yasaklanması durumunda ise bir o kadar sessizliğe bürünüyorlar. Söz konusu ihlaller Müslüman bireylere yönelik olduğunda ise sessizlik iki katına çıkabiliyor. Bu durumda genel argümanlar, bu bireylerin “zaten iktidar”da oldukları, “kendilerinden olan bakanların milletvekillerinin, bürokratların sorunları bir telefon ile çözebileceği”, “başka mağdurların yanında bu kesimin mağduriyetinin göz ardı edilebileceği” gibi sakat bir retorik üzerine oturuyor. Çoğunlukla iktidarın bütün hatalarının sorumlusu olarak, iktidara oy veren sokaktaki/”cahil” insanın gösterildiği bir sosyal alanda iktidara oy vermek gibi büyük bir suç işleyen insanlar ‘kendilerine aydın’ bir tabaka tarafından böylece aşağılanıyor ve kendilerinden bu şekilde intikam alınıyor. Herkes için adalet’in yalnızca sloganlarda kaldığı, kendi adaletini tesis ettikten sonra baskıcı unsurlarla kol kola girmekten, yan yana durmaktan imtina etmeyen bir özgürlükçülük anlayışının giderek bütün halk katmanlarında daha da yaygınlaştığı bir toplumda yaşananlar bizi hiç şaşırtmıyor. İki binli yılların başından itibaren Siyasi iktidarın muhafazakar kimliği nedeniyle hakları gasp edilen, özgürlük alanları kısıtlanan ve talepleri görmezden gelinen insanlar seslerini duyurmanın bir yolunu bulamazken, hem iktidar yandaşı particiler tarafından hem de iktidar karşıtlarının hışmına uğrayarak çift taraflı bir mahalle baskısının altında eziliyor, seslerini çıkaramaz, hak talep edemez hale geliyorlar. İşte bu nedenle burada, yazıp çizemeyen, yazılı ve görsel alanda kendini ifade edemeyen, kendisini ifade edebilmesinin tek biçimi kılık kıyafeti, ticaret yapma şekli, alışveriş alışkanlıkları ve sözcükleri olan bu insanların yaşadıklarına değinmek ve bu insanlar üzerinden birbirlerine karşı silahlanan kesimleri konuşmak gerekiyor. Sesi kısılan, baskı altına alınan ve susturulan insanların sosyal hayatta altında ezildikleri çift taraflı mahalle baskısı örneklerine baktığımızda şöyle bir tablo karşımıza çıkıyor. Bir arsa kooperatifinin olağan genel kurulu yapılıyor. Gündemin ilk maddesinde yer alan açılış, yoklama ve saygı duruşu maddesine dindar üyelerden biri itiraz ediyor ve bu toplantının bir iş toplantısı olduğunu, buranın kamu dairesi olmadığını ve yönetimin herhangi bir yasal zorunluluk olmadığı halde ne anlama geldiği bilinmeyen bir maddeyi (saygı duruşunu kastediyor) dayatamayacağını söyleyerek toplantıyı terk ediyor. Kooperatif yönetimi ise aralarında bir komiserinde bulunduğunu, bu tür toplantılarda bu gündemin adetten olduğunu söyleyerek işleme devam ediyor. Muhafazakarların çoğunlukta olduğu toplantıda bir arıza çıkarmamak, tatsızlığa neden olmamak için toplantıyı terk etmek isteyen diğer dindar insanlar başka dindar insanlar tarafından ikna ediliyor ve toplantı saygı duruşuyla devam ediyor. Divan başkanı gündem sırası geldiğinde herkesi saygı duruşuna davet ediyor, ancak saygı duruşunun kim için yapıldığı, ne için yapıldığı hiç kimse tarafından bilinmiyor! Aynı toplantının mali işlerinin görüşüldüğü maddede ise yine muhafazakar insanlar kooperatifin parasının faizsiz bir bankada değerlendirilmesini talep ettiğinde aslen azınlıkta bulunan “çağdaş” bir kesimin hışmına uğruyor, bahsedilen kurumların güvensiz olduğundan, İran ve Suudi Arabistan bağlantısından, Mercümek davasından, Bosna parasından, laiklik-şeriat sarmalından bahisle yeni bir şedid mahalle baskısıyla muhataplarını susturuyor; kendisine şeriatçı, İrancı, Arabistancı, denmesin diye insanlar bu taleplerinden de vazgeçiyor. Kişisel yatırımlarını hiçbir şekilde faizle çalışan bankalarda değerlendirmeyen insanlar dini görüşlerine aykırı kabul etmelerine rağmen, faizli bankacılık sistemi ile çalışan bankalara mahkum ediliyor. Bir başka mahalle baskısı dindar insanların aslında suçsuz olduğuna inandığı halde, özellikle 28 Şubat gibi olağan dışı dönemlerde haksızlık karşısında sesini yükseltememesiyle karşımıza çıkıyor. Bunun en dikkat çekici örneklerinden biri 28 Şubat sürecinde cafcaflı bir operasyonla gözaltına alınan, silahlı örgüt kurarak devleti yıkmaya çalışmakla suçlanan ve ömür boyu hapse mahkum edilen İBDA-C adlı yapının kurucusu olduğu iddia edilen (kendisi kabul etmiyor) Salih Mirzabeyoğlu davasında yaşanıyor. Asıl adı Salih İzzet Erdiş olan Mirzabeyoğlu’nun hiçbir silahlı eylemi ve silahla teması bilinmiyor. Farklı düşünceleri olmaktan başka bilinen bir suçu olmayan Mirzabeyoğlu, bu fikirlerini yıllardır onlarca kitabıyla kamuoyuyla paylaşıyor. Karşımızda bir yer altı yapılanması da olmadığı, hareketin bütün düşüncelerini web sayfaları ve kitaplar yoluyla kamuoyuyla paylaştığı bilindiği halde Mirzabeyoğlu birilerine gözdağı vermek için hapse mahkum ediliyor. Ancak bu da yetmemiş olmalı ki dava sürerken cezaevinde işkence yapılıyor işkence fotoğrafları çekilerek Star gazetesinde Fatih Çekirge tarafından kolaj yapılarak işkence insanların gözünde meşru ve olağan hale getirilmeye çalışılıyor. Saçları zorla kazınmış, zorla traş edilmiş, kaşında, yanaklarında, alnında yer alan işkence izleri gazete manşetinde “tıraş olurken yüzünü kesti”, “kafasını copa çarptı”, “cezaevinin demirlerine vurdu” gibi cümlelerle karikatürize edilmeye çalışıyor. Bu yapılırken İslami düşünceye sahip insanlara seslerini yükseltmemeleri, itaat etmeleri öğretilmeye çalışıldığı gibi, yayınlanan ve alay edilen işkence fotoğrafları marifetiyle de Mirzabeyoğlu’na sahip çıkabilecek, onu savunabilecek insanlara nelerle karşılaşabilecekleri gösterilmiş oluyor. Tabi ki bu operasyon silahlı güçlere sınırsız destek veren silahsız sivil çeteler eliyle kamuoyunda meşrulaştırılıyor. Bu çetenin mensupları bugün televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında demokrasi nutukları atabiliyor ve geçmişe ilişkin bir özeleştiri, bir utanç da barındırmıyor. Ülke’de bu tür bir operasyon yaşanırken Avrupa’da oryantalist bir bakış açısıyla hem Müslümanların zihinlerine hem de birlikte yaşama iradesine sahip Müslüman olmayan insanların bilinçaltına başka bir operasyon yapılıyor. Londra sokaklarını süsleyen bir afişte NATO’nun Afganistan’da ne işi var sorusuna afişin fotoğrafı yanıt veriyor. Afişte burkalı iki kadının arasından başını uzatan bir kız çocuğu görülüyor ve zımnen Afganistan’da “bu kız çocuğu için varız ve var olmaya devam edeceğiz” deniyor. Çünkü NATO Afganistan’da olmazsa bu kız çocuğu da büyüyünce burka giymek zorunda kalacak. Batı’nın Müslümanlara bakış açısı ve insan zihninde Müslümanlara karşı oluşturmaya çalıştığı algı bu ülkede inşa edilmeye çalışılan algıyla farklı materyaller kullanılsa da bire bir örtüşüyor. Batı’nın bu algısı Türkiye’de en bariz şekilde Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz karakteriyle kendini gösteriyor. Bu karakterle çizer bir aşağılamayı canlandırdığı gibi bir biçimlendirmeyi ve bir tariflemeyi de gerçekleştiriyor. Çizdiği karakterin maceralarıyla kendi camiasının aşağılama güdüsüne karşılık verirken aynı zamanda yandaşlarının Müslümanları nasıl görmesi, onları nasıl değerlendirmesi gerektiğini politik argümanlarıyla birlikte çizimlerine yansıtıyor. Öte yandan Müslümanları da kendi karakteri dışında bir çerçeveye girmeyi telkin ederek biçimlendirmeye çalışıyor, bu karakterle benzer özellikleri olanları aşağılanabilir, hakir görülebilir nesneler haline dönüştürerek bu çerçevenin dışında kalmaya zorluyor. Buna benzer bir başka karikatür ise 28 Şubat sürecinde Sultanbeyli’de sokağın ortasına dikilen Atatürk heykelinde karşımıza çıkıyor. Ama şüphesiz bu heykel Turhan Selçuk’un çizgilerinden çok daha kaba, çok daha zorba ve çok daha ilkel bir mahalle baskısı olarak halen karşımızda duruyor. Ve esasen gerek tiplemeleriyle, gerekse varlığını halen sürdüren uygulamalarıyla rejimin hayatlarımızı nasıl biçimlendirmeye çalıştığını gözler önüne seriyor. Uzun yıllardır pek çok alanda sürdürülen operasyonun önemli basamaklarından biri de İslami kelime ve ifadelerin değersizleştirilmesi ile yapılmaya çalışıldı. 1970 Yılında Necmettin Erbakan meclis kürsüsünde vekilleri “Selamün Aleyküm” diye selamlayıncaya kadar Müslümanlar kendi aralarında selamlaşmayı bile “başka bir dil” ile yapıyor, “Selamün Aleyküm” demekten korkuyorlardı! Erbakan’ın bu çıkışı Müslümanları uzun zamandır kaybettikleri özgüvenle yeniden tanıştırırken karşı cephede de reaksiyona neden oldu. Bu konuşmanın hemen ardından varlığını halen sürdüren boyalı kalemler eliyle Erbakan’a yönelik bir küçümseme, alaya alma ve değersizleştirme operasyonu başlatıldı. Ve bu operasyon mevcut iktidarla yaşanan bölünmeye kadar sürdürüldü! Yakın zamanda ise buna benzer bir cezalandırmayı 28 Subat sürecinde 14 yaşındayken katıldığı bir eylem nedeniyle devleti yıkmaya teşebbüs suçuyla yargılanan önce idama sonra müebbet hapse mahkum edilen Yakup Köse yaşadı. Cezaevinde tekbir getirdiği, “Allahu Ekber” dediği için birkaç ay önce 6 aylık hapis cezası Yargıtay’ca onanan Köse eğer bir değişiklik olmazsa tekbir getirdiği için hapis cezasını çekmek üzere cezaevine girecek. Erbakan’la başlayan “tehlike” Türkiye’nin basınında, siyasetinde, bütün ‘beyaz’ kesimlerinde ülke insanının bilinçaltına dini motiflerin bir alay konusu, bir gericilik figürü, bir eğlence materyali, bir suç unsuru olarak işlenmesiyle bugüne kadar sürüyor ve hız kesmeden halen varlığını sürdürüyor. 1970’li yıllardan, 2012’ye geldiğimizde hakim devlet algısında hiçbir değişikliğin olmaması üzerinde düşünülmeyi hak eden bir konu olmalı. Bununla birlikte İslami gelenek içinde bir zamanlar sıkça kullanılan “Hacı”, “Hafız”, “Şaban”, “ Abuzer” gibi Müslümanlarca değerli kabul edilen isimler özellikle sinemanın ve televizyonun yaygınlaşması ile birlikte bir başka operasyona maruz kaldılar. Bu alanlara yazılı basında kısa sürede adapte olarak bu isimleri aşağılama, alay ve eğlence figürü haline dönüştürdü. Dindar aileler çocuklarının okulda, sokakta, işyerinde arkadaşları tarafından alaya alınmaması, aşağılanmaması için bu isimleri kullanmaktan vazgeçtiler. Bu operasyonu yapanlar dine ait kavramları, isimleri aşağılayarak bir algı oluşturmanın yanında dine ait kelime ve ifadelerin ancak eğlencelik/alay konusu olabileceğine dair bir bakış açısını yerleştirmeyi amaçladılar. Bunun açık örneklerinden biri Leyla&Mecnun dizisinde karşımıza çıkar. Sokağın dilini yansıtan dizide kullanılan, “Hacı”, “Hafız” gibi isimler bütün toplum kesimleri tarafından normal karşılanmaktadır çünkü dini ifadelerin normalleşebilmesi, olağanlaşabilmesi için önce eğlencelik olması gerekmektedir! Müslümanların kendilerini ifade ediş biçimlerini kısıtlama ve engelleme de en başarılı çalışma isimler üzerinde gerçekleştirilmiştir diyebiliriz. Soyadı kanunu uygulamalarında İslami ifadelere karşı nüfus memurlarının sergilediği katı karşı tutum aradan geçen onca yıl sonunda şekil değiştirerek farklı boyutlarda halen sürdürülüyor, “devlette devamlılık”ın nasıl bir şey olduğu belki de böylece ispat ediliyor!. Örneklerimizin sonuncusu ise halen kanayan bir yara olarak varlığını sürdüren Müslüman kadınların kendini ifade edişinin en bariz, en görünen örneği olan başörtüsü ve başörtüsü üzerinden onlarca yıldır yürütülen toplum mühendisliği çalışmalarıdır. Muhafazakar bir iktidar döneminde adına kamu dediğimiz alanda başörtülü bireylerin mesleklerini icra edemeyişi ve üstelik bu engellemenin “henüz vakti değil” gibi “tanrısal” bir bahaneyle muhafazakar kesimler tarafından engellenmesi çift taraflı mahalle baskısının en önemli örneklerinden biridir. Genel olarak bütün kamu alanında ama özel olarak Eğitim Bakanlığında halen sürdürülen katı tutum, öğretmen ve memurlar dışında okula çocuklarını başörtüleriyle göndermek isteyen velilerin ve öğrencilerin başına gelenler resmi ideolojinin halen sapa sağlam ayakta olduğunu ve üstelik bu yapının muhafazakar bürokratlar eliyle nasıl sürdürüldüğünü açıkça göstermektedir. Kılık kıyafetin de bir ifade biçimi olduğunu düşündüğümüzde onlarca yıldır başörtülü bireylerin ifade hürriyetleri kısıtlanmakta, inançlarıyla kariyerleri arasında bir cenderede sıkıştırılmaktadır. Halen herhangi bir partinin seçilebilecek yerden başörtülü aday göstermeye cesaret dahi edememesi, Başörtülü aday göstermeye korkuyor, olması bile kadın nüfusun yüzde 65’inin kendini ifade edememesidir. Kadınlara yönelik bu ayrımcılığa “kendine kadın örgütü” yapıların duyarsız kalması, daha da önemlisi bu yapıların söz konusu başörtüsü olduğunda takındığı şirret tutum da kayıtlara geçirilmelidir. Başörtülülerin herhangi bir kurumda çalışmasına reaksiyon gösterilirken aynı başörtülü kadınların temizlik görevlisi olarak aynı kurumda çalışması hususunda ortaya konan geniş katılımlı mutabakat düşüncelerin hayata yansımasına yönelik kısıtlamanın ne kadar bilinçli şekilde yapıldığının göstergesidir. Ülkenin laiklik konusunda en hassas kurumlarında dahi başörtülü temizlik görevlisinin makbul kabul edilmesi, ancak mesleki formasyon söz konusu olduğunda aynı çevrelerin başörtülülere karşı takındığı tavır psikolojik hastalıkların ilgi alanına girmeli ve etrafımızda sıkça karşılaştığımız bu vakalar mutlaka tedavi edilmelidir. Benzer şekilde örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yakın tarihte 28 Şubat sürecinde bedel ödeyen dindar insanlar, bu kez “muhafazakarlar iktidarda” denilerek hem muhafazakarlar tarafından hem de karşıtlarınca yeni bedeller ödemeye zorlanmaktadır. Bir yandan muhafazakar siyasetçilerin ve yandaşlarının mahalle baskısı, diğer yandan kendine muhalif diyen başkaca insanların siyasal iktidarla hesaplarını dindarlar üzerinden görmeye kalkmaları, her yönden mahalle baskısıyla kendini ifade imkanı bulamayan dindar kimlikli insanları boğmaktadır. Üstelik giderek vicdan sahibi kesimler de farkında olmadan bu mahalle baskısının bir figürü haline dönüşmektedir.

2 Haziran 2012 Cumartesi

Barış yeniden mümkün mü?

İlk insandan günümüze kadar insan ırkı sürekli bir çatışma ortamında yaşadı. İnsanların çoğalması, yeryüzüne dağılması farklı coğrafyalarda farklı kimliklerin, ırkların, dinlerin tesisiyle birlikte; küçük çaplı anlaşmazlıklardan ırklar, kültürler, dinler arası büyük çatışmalar zamanına geçildi. Dünya, imparatorluklar döneminde yaşanan işgal ve fetih amaçlı savaşlardan, birinci ve ikinci dünya savaşları gibi endüstrileşmenin getirdiği ekonomik paylaşım savaşlarından sonra zirvesini 11 Eylül saldırılarından sonra bulan İslamifobik bir başka kültürel, sosyal ve fiili savaş ile karşı karşıya kaldı. Bu savaşta 11 Eylül sembolik bir anlama sahiptir. 11 Eylül saldırılarını kimlerin gerçekleştirdiği halen açıklığa kavuşmamış olsa bile 11 Eylül, İslam dünyası dışında kalan büyükçe bir dünyanın islamifobik tutum ve davranışlarını gizlemeye ihtiyaç duymadan ortaya koymaya başladığı bir dönüm noktası tarih olmuştur. Asya’nın merkezinde Filistin topraklarında 65 yıldır bütün ilahi ve modern hukuk ilkelerini çiğneyerek varlığını sürdüren Siyonist işgal, kendine dayanak olarak Avrupa’da yeşeren islamifobik düşünceden, Müslüman eşittir terörist denkleminden kuvvet almaktadır. Sovyet Rusya’nın yıkılışı ile soğuk savaşın sona ermesi “Batı”da düşman rengin ‘kırmızı’dan ‘yeşil’e dönmesine neden olmuş ve o güne kadar yakın tarihte doğrudan büyük çaplı bir çatışmanın tarafı olmamasına rağmen İslam coğrafyasına ‘düşman’ üniforması giydirilmiştir. Bu düşman ve düşmanlık tanımı kendini dünyanın efendisi gören başta Amerika ve onun kukla müttefikleri için zaman içerisinde çeşitli ekonomik gerekçelerle işgallere neden olmuş Afganistan, Irak gibi fiili işgallerin yanı sıra Pakistan gibi ülkelerde yönetimsel işgalleri ve başkaca ülkelerde kültürel işgalleri beraberinde getirmiştir. Amerika’nın fiilen işgal ettiği Irak ve Afganistan’da Amerikan ve/veya müttefik askerlerince işlenen cinayetler, Müslüman ahaliye karşı takınılan tavır ve kötü muamele doğal bir savaş ve işgal psikolojisinden ayrı olarak doğrudan islamifobik bir kültürel beslenmenin ve düşmanlığın ürünüdür. İşgal coğrafyasında, İslamın ibadethanelerine yönelik saldırılar, Müslümanların dini inançlarıyla alay edercesine mahremiyet kurallarının çiğnenmesi, İslamın kutsal kitabının yakılması ve Kur’an-ı Kerim’e yönelik başkaca kabul edilemez saldırılar Müslüman kadınlara yönelik tecavüzler bir insani/ahlaksal/cinsel sapkınlığın yanı sıra Müslümanlara yönelik islamifobik bir düşmanlığın ve aşağılama güdüsünün ürünüdür. Çok yakın zamanda Norveç’te İşçi Partisi'nin gençlik kampının basılması sonucu 77 kişi öldürülmüş ve saldırının hemen ardından Norveç polisi ve bütün dünya basını “Aşırı Dinci, Radikal İslamcı Gruplar”dan şüphelenildiğini duyurmuştur. Saldırının Norveç’li bir ırkçı tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıktıktan sonra bile herhangi bir terör saldırısında, ortada herhangi bir delil yokken bütün ağızların ısrarla bir süre daha ilk şüpheli olarak Müslümanları ve aslında İslam’ı mahkum etmeye çalışmaları islamifobia’nın zihinsel altyapısını göstermesi açısından dikkatlerden kaçmamalıdır. Avrupa’nın kimi ülkelerinde başörtülü ve sakallı öğrencilerin okullara alınmaması ve öğrenim haklarının engellenmesi, kimi ülkelerde Müslümanların kılık kıyafetlerine yönelik cezai uygulamalar, Müslümanların kendi mimari estetiklerine uygun olarak ibadethane yapmalarına izin verilmemesi gibi artık sıradanlaşan tutum ve davranışlar da uzun soluklu bir islamifobik bilinçaltı beslenmenin sonucudur. Bununla birlikte içinde Türkiye’nin de bulunduğu halkı büyük çoğunlukla Müslüman olan ülkelerde “kamusal alan”da ve okullarda sürdürülen başta başörtüsü yasağı olmak üzere Müslümanlara yönelik yasaklar başkaca bir aşağılık kompleksinin ve islamifobia’nın sonucudur. Buradan hareketle islamifobia’nın sadece avrupa’nın başını çektiği bir kültür havzasında yaşamadığını, kimi İslam ülkelerinde devşirme aydıncıklar ve politikacılar eliyle de Müslüman kimlikler üzerinden Müslümanlara yönelik bir başka etkin islamifobik damarın var olduğunu görmemiz gerekmektedir. Fransa’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Fransız ırkçısı partinin almış olduğu yüzde on sekiz oranındaki oyda değerlendirilmeye muhtaçtır. Fransız ırkçı partisi Front National’ın adayı Marine Le PEN babasından aldığı mirasla Fransa’da yaşanan ekonomik krizin faturasını ve aslında Fransa’da yaşanan bütün sorunların faturasını göçmenlere çıkarmasıyla bilinen bir siyasetçidir. Göçmenler olmasaydı Fransa’da milli gelir daha yüksek olacaktı diyebilen, göçmenler olmasaydı Fransa’nın daha güvenilir olacağını söyleyerek suç oranlarından bahisle Müslümanları suç işlemeye meyilli, Fransız toplumu üzerinde yaşayan asalaklara benzeten bu ırkçı ve aslen islamifobik zihin algısı İslamifobia cephesinin yıllardır sürdürdüğü çalışmalarının karşılığını yüzde on sekiz ile alırken, Avrupanın içine düştüğü İslam düşmanlığı kültürünün de meyvesini toplamaktadır. Irkçı Fransız partisinin ve ırkçı Fransızların, göçmenler ve onların ülkeleri olmasaydı bugün ortada Fransa diye bir ülkenin olmayacağı gerçeğini ıskalamaları, üstelik varlık sebeplerini düşman olarak ilan etmeleri sadece bir akıl tutulması olarak izah edilemez! İnsanlık tarihi boyunca, insanlığın büyük bir bölümünün topluca içine düştüğü en büyük çukurlardan biri olan islamifobia akımının bizleri nereye sürükleyeceğini bilemiyoruz. Ancak yaşadıklarımız ve tarihin bize aktardıkları insanın çiğnenmemesi gereken en önemli değerinin “onur” olduğunu göstermektedir. Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de veya başkaca fiilen, hukuken, sosyal açıdan işgal edilmiş ülkelerde direnmek en doğal haktır. Öyle gözüküyor ki bu direnişin topyekün bir savaşa dönüşüp dönüşmemesi bir politika olarak islamifobia üreten ve yaygınlaştırmaya çalışan ülkelerin elinde olacaktır. İnsanlığın ihtiyacı birilerini ötekileştirerek sömürüye açık hale getirmek değil, dünyanın içinde bulunduğu açlık, adil paylaşım, hastalık ve adalet gibi sorunlara çözüm üretmek olmalıdır. Bu gerçekleştirilmezse, İslam coğrafyası ötekileştirilmeye, aşağılanmaya, düşmanlaştırılmaya devam ederse olacakların sorumluluğu rüzgar ekenlere ait olacaktır.

Yeni Anayasa: Yeni Paradigma

İmparatorluklarla ulus devletleri birbirinden bariz şekilde ayıran bir şey varsa bu da korkuları olmalı! İmparatorluklar var olmalarını çok kültürlü, çok dinli yapılarını barış içinde bir arada tutmaya borçlu iken, ulus devletler var olmalarını insanlarını tek tipleştirmeye, birbirine benzetmeye, farklılıkları asimilasyon yoluyla “mamul ürün”leştirmeye borçlu olmalılar. İmparatorluklar ilk tehdit ve düşman olarak dış güçleri değerlendirirken, ulus devletlerde ilk düşman/tehdit iç kuvvetlerdir. Bu nedenle imparatorluklar -daha büyük düşündükleri için- iç huzuru güçlü olmanın ve “dış düşman”a karşı her zaman hazır olmanın formülü olarak kullanırken, ulus devletçiler terbiye edilmeleri gereken ilk tehdit olarak ülke içindeki farklılıkları görmüşlerdir. Bu, imparatorlukların insan merkezli bir devlet yapısına sahip olduğu anlamına gelmez elbette. İmparatorluklar da tıpkı ulus devletler gibi zamanı geldiğinde “çıban başlarını” ezmeyi ve haddini bildirmeyi bilmektedir. Ve fakat imparatorluklar “sistem”le barış içinde yaşadığı sürece farklılıkları yok etmeyi ve her şeyi tekdüzeleştirmeyi de düşünmemişlerdir. Ulus devletle imparatorluklar arasındaki temel farklardan biri de bu olmalıdır. Ulus devlete göre herhangi bir “tehdit” içermiyorsa bile farklılıklar terbiye edilmeleri, dönüştürülmeleri gereken unsurlardır! Ulus devlet kavramı bir Avrupa hastalığı olan ırkçılığın sonucudur. Ulus devlet hastalığının dünyaya Avrupa’dan ihraç edilmesi de bunun bir göstergesidir aslında. Alman, İtalyan, İngiliz, Fransız ulusçuluğu bugünde en aktif ve en kaba şekilde yaşanmaktadır ve fakat ne hikmetse bu ilkel ve kaba dünya görüşü, pazarlama gücünün de etkisiyle uygarlık, medeniyet gibi sunulmaktadır insanlığa. Bu pazarlamanın neticesinde ise “geri kalmış toplumlar”da ırkçılık ve ulusçuluk yükselen bir değer olarak karşımıza çıkarılmaktadır. Referansımız 1921 Anayasası! Birinci dünya savaşının ardından İmparatorluk bakiyesi topraklarda işgal güçlerine karşı farklı düşüncelerde direnişler örgütlenmiş, Meclisi Mebusan üyelerinin bir kısmı ile bu direniş ve örgütlenmeler millet meclisini teşekkül ettirerek 1921 anayasasını kabul etmiştir. 1921 Anayasası farklı etnik kimliklerden temsilcilerin, seçimle belirlenen Meclisi Mebusan üyelerinden ve Kuvayi Milliye temsilcilerinden oluşmaktadır. Genel olarak bir çerçeve anayasa hükmünde olan 1921 anayasası genel hükümlerden ibaret olmakla birlikte, ademi merkeziyetçi bir yapı ile yerel yönetimlerin otoritesi üzerine kurulu bir genel yapı tasavvur ediyordu. Bu yapı sağlık, eğitim, ticaret gibi hususları bir nevi muhtariyet çerçevesinde mahalline bırakmakta ve bugünkü anlamıyla güçlü bir yerel yönetim yapısını amaçlamaktadır. Bu genel yapının üzerinde de “devlet”i adalet, güvenlik, iç ve dış siyaset gibi bütüncül alanlar ile uluslararası ve uluslarüstü alanda temsil ile yetkilendirilen bir üst organ olarak meclis (parlamento) bulunmaktadır. (1921 Anayasası farklı etnik kimliklerin mutabakatı ile ve günün şartlarına uygun olarak kabul edilmiştir. Günümüzde ise bu madde Kürt sorununun çözümüne ilişkin birebir örneklik teşkil edemese de yol gösterici bir fonksiyon icra etmektedir. 1921 anayasasında güçlü yerel yönetim ve muhtariyet şu şekilde ifade bulmaktadır: 1921 Anayasası madde metni: ”Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şer’i adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükûmetin umumi tekâlifi ile menafii birden ziyade vilâyata, şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vaz edilecek kavanin mucibince evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti içtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dahilindedir.” 1921 Anayasasının paradigmasından yola çıkarak ve aslında ülkenin kurtuluş, devletin kuruluş felsefesini de dikkate alarak “etnik temele dayanmayan” bölgesel yapılar (Bölge Valilikleri, Amerikan, Alman eyalet modelleri) vasıtasıyla onlarca yıllık Kürt sorununa çözüm üretilebilir.) Devletin kuruluş aşamasında farklı etnik kimlikleri bir araya getiren bu çerçeve 1924 yılında bir yarılmaya uğramış ve farklı etnik kimlikler temelinde inşa edilmesine karar verilen devlet yapısı bir anda tektipçi bir noktaya evrilmiştir. Birlikte savaşan, birlikte direnen ve bedel ödeyen toplumlar 1924 anayasası ile yeni bir şekillendirmenin öznesi haline getirilmiştir. Devlet yapısındaki bu ani değişiklik beraberinde inkar ve asimilasyonu getirmiş, bu nedenle de ülkenin farklı bölgelerinde isyanlar baş göstermiştir. Bu isyanlar dini ve etnik kökenli isyanlar olarak genel bir sınıflandırmaya tabi tutulabilir. Nasıl olmuştur bu? 1924 Anayasasını kabul eden meclis kimlerden oluşmaktadır? 1921 Meclisine göre emir komuta zinciri içerisinde çalışan bir meclis vardır 1924’de. “Önder”, vekilleri kendisi belirlemekte, kendisi seçmekte, sadakat esasına göre meclis teşkil edilmektedir. Bu meclis yapısının doğal sonucu olarak da ulus devletçi 1924 anayasası çıkmaktadır ortaya. 1921 Anayasası ile temelleri atılan 1923 Cumhuriyetine karşı, 1925 yılında “Laik Türk Cumhuriyeti” inşa edildiğinde bu ulus devletçi, laik ve tek tipçi devlet algısına karşı Kürdistan coğrafyasından ilk itiraz yükselmişdir. İtirazın sahibi, ileride itirazının bedelini ödeyecek olan Şeyh Said’tir. (Şeyh Said isyanı salt etnik bir isyan olarak değerlendirilemez, ancak diğer dini eksenli isyanlardan etnik talepler barındırması nedeniyle ayrılabilir) Dini itirazlar ise Said-i Nursi/Kürdi örneğinde olduğu gibi şiddet kullanmadan yükselir. Şiddet içermemesine rağmen Said-i Nursi’de itirazlarının bedelini sürgünlerle, zindanlarla, zehirlenmelerle ve sürekli takibat altında tutularak ödeyecektir. Bu geleneğin devamında ise çeşitli legal partiler vasıtasıyla itirazlar, nispeten sivil düzeyde ama hep artarak canlı tutulmuştur. İlerleyen zamanlarda etnik temelli itirazlar da 1984 yılına gelinceye kadar çeşitli boyutlarda devam eder,1984’den sonra ise kitleselleşerek devlet açısından önlenemez bir hal alır. 1924 Anayasasını referans alan zihinler etnik ve dini kimlikleri devlet için tehdit olarak görmüş, etnik anlamda “Türk”leştirme dini anlamda “Sünni”leştirme (bu bağlamda diğer mezheplere rağmen Hanefileştirme) yoluna gitmiştir. Devlet elbette Sünnilik ve Hanefilik kavramlarına “kendince” anlamlar yüklemekte ve bu anlama/tanıma uymayanlara da rüştünü ispatlamaktadır! Bu projeye itaat etmeyen, etnik ve dini kimliğini muhafaza etmeye çalışan herkes doğal düşman olarak algılanmış ve gerektiğinde bu düşmanlar “hal” yoluna gidilmiştir. 1924 Anayasasının çizdiği doğrultuda toplum değiştirilmeye, insanlar eski bağlarından, kimliklerinden kopartılarak yeni bir kültür inşa edilmeye çalışılmıştır. Dil devrimi, kılık kıyafet devrimi, ölçü ve tartıda yapılan değişiklikler, takvim düzenlemesi, eğitim ve dini bürokraside düzenlemeler ulus devlet projesinin başarısı için yapılan çalışmalardır. Bu proje 1924 yılından bugüne kadar millet hafızasına farklı dozlarda enjekte edilmiş, kimi siyasi hareketlerin korkuyla karışık ve çekinik itirazları en ağır şekilde cezalandırılarak bütün muarızlar hizaya sokulmaya çalışılırken, ulus devlet projesinin askeri ve siyasal bürokrasinin hücrelerine kadar yerleşmiş olduğu tetkik edilmiştir. Bugün için dahi devlete vaziyet eden siyasi otorite değişmiş olmasına rağmen, hastalığın tam olarak bünyeden atılabildiği söylenememektedir. Gelinen noktada varlığını baskı ve şiddetle kabul ettirmeye çalışan ulus devlet projesi iflas etmiştir. Bu proje ardında gözyaşı, zulüm ve ödenmiş bedeller dışında hiçbir şey bırakamamıştır. Yeni Anayasa, Yeni Paradigma Anayasalara ihtiyaç duyulmasının nedeni mevcut anayasanın günün ihtiyaçlarına karşılık veremeyeceğinin anlaşılması ve gelecek tasavvurunun mevcut anayasa ile kurulamayacağının görülmesidir. Güvenlik temelli politikaların Kürt sorununu çözemediği, Kürtler dışındaki diğer etnik kimlikleri de tanımadığı, bununla birlikte onlarca yıldır dindar insanlar üzerinde gerek kılık kıyafet özgürlüğü, gerekse örgütlenme hakları üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanan bir anayasa yapısının olduğu, Müslümanlar dışında farklı dine mensup ülke yurttaşlarının ayrımcılıkla karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Diğer yandan ülkenin kendine referans aldığı liberal kapitalist düzen göz önüne alındığında “Açık Pazar” kriterleri açısından da mevcut anayasa yeterli gelmemektedir. Kamuoyunda oluşan “yeni anayasa” talebinin aslında bu iki temelden kaynaklandığı söylenebilir. Bir yanda hak ve özgürlükler temelinde talepleri içeren bir muhteva, diğer tarafta neo liberal, kapitalist çizginin “ticari” kaygılarından oluşan bir siyasa! Her ne gerekçeyle temellendiriliyor olursa olsun yeni anayasa seçimlerden sonra ülke insanının en temel beklentisidir. Yeni anayasa çalışmalarında toplumla siyasal partilerin durduğu yeri belirleyen unsur da 1921 ve 1924 anayasalarıdır. Geniş toplum kesimleri (özellikle yaşanan sorunlara çözüm arayan halk kitleleri) 1921 anayasasının kapsayıcı, bütünleştirici yapısını referans alırken mecliste temsil edilen neredeyse bütün siyasal aktörlerin ulus devletçi 1924 anayasasından yana olmaları manidardır. Neredeyse bütün siyasal aktörlerin değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerde mutabakata varması (kimisi kerhen de olsa) dikkat çekicidir. Anadilde eğitim ve vatandaşlık tanımı gibi normal ülkelerde tartışılması dahi abes olan konuların anayasanın önündeki en temel engeller olarak siyaset mekanizması tarafından sunulması ise ulus devletçi yapının bünyelere ne oranda sirayet ettiğini göstermesi açısından önemlidir. Yeni anayasa her sorumluluk sahibi birey için, bugüne kadar hakları çiğnenen, gaspedilen, dezavantajlı hale getirilen gruplara karşı adalet borcu olduğu gibi, bizden sonraki nesillere yaşanabilir bir ülke bırakma ödevidir. Bu çerçevede her birey üzerine düşen sorumlulukları hakkıyla yerine getirmelidir.

5 Şubat 2012 Pazar

ALLAH DİLERSE MEHMET SILAY’A İSKİLİPLİ’NİN MEZARINI BULDURUR





1994 Yılı olmalı.
Ev’le aram bozuk, derslerim kötü, okula gittiğim yok, kafam dumanlı, beş parasızım. Her şey üstüme üstüme geliyor sanki.
‘Kelebekler Sonsuza Uçar’ diye bir film çekmiş Mesut Uçakan.
Milli Gazetede okuduğumuz satırlardan hatırlıyoruz İskilipli Atıf Efendi’yi.
Köksal abi filmi Trabzon’a getireceğini söylüyor. O vakte kadar yapılmış bir şey değil bu.
İnanamıyoruz, hayal gibi geliyor, ama oluyor işte. Hem de öyle bir oluyor ki ortada ne bir sözleşme var, ne bir anlaşma. Güvene dayalı bir iş bu. Film gösterime girecek izlenecek, gelirin şu kadarı yapımcıya gidecek
Hoş, senet sepet isteseler kim nasıl verecek, yok öyle bir şey.
Filmin afişleri geliyor, süslüyoruz Trabzon’u, Kalkınma mahallesine asıyoruz Üniversiteye yakın diye. Kredi Yurtlar’da her odaya el ilanı bırakıyoruz. Davetiye bastırıyoruz, yurtlarda, okulda her yerde satıyoruz, esnafı dolaşıyoruz.
Derdimiz ne?

Kah yarı dolu salona, kah boş koltuklara oynuyor film. Ama olsun, çıkan ağlayarak terk ediyor salonu, bizde ağlıyoruz ama herkes gizlemeye çalışıyor ağladığını. Zaman herkesin güçlü olduğunu gösterme zamanı, ağlamayı zayıflık kabul ediyoruz belli ki.
O günlerden zihnime yerleşmiş olmalı Haluk Kurtoğlu’nun İskilipli hali.
Ulucanlar cezaevi önünde yapacağımız anma için fotoğraf seçerken hiçbirini beğenemiyorum fotoğrafların.
Zaten Rahmetlinin çok fotoğrafı yok.
Neyse ki Mehmet Sılay İskilipli Atıf’ın daha büyük ölçüde birkaç fotoğrafını getiriyor da pankart ve afişlerde kullanabiliyoruz bu fotoğrafları.
Ama hala içim rahat değil. Haluk Kurtoğlu’na benzemiyor bu fotoğraflar. Birkaç gün sonra alışıyorum, İskilipli Atıf Hoca bu diyorum filmdeki sadece bir benzetmeydi. Nihayet…

Ulucanlar Cezaevi önünde bekleşirken, kalabalığa bakarken, afişleri pankartları açarken aklımdan geçenler üç aşağı beş yukarı bu şekildeydi.
Birazdan şapka kanununa muhalefetten idam edilen İskilipli Atıf, Ali Rıza Efendi ve Şalcı Bacı için iade-i itibar isteyecektik, itibarı tartışmalı olanlardan!
Gündüz sıcaklığı eksi onları bulan Ankara’da bugün hava güzeldi, jest yaparcasına. Arkamda kadın, erkek, çocuk üç yüzün üzerinde insan hep bir ağızdan “İskilipli Atıf Onurumuzdur” diye bağırıyordu. Sustum ben, hiçbir slogana katılmadım.
O sırada Trabzon’da, Hamamizade İhsan Bey Kültür merkezinde film izliyordum! Atıf Hoca rüyasında efendimizi görüyor, “Bana gelmek istemez misin, Atıf” hitabına savunmasını yırtarak mukabele ediyordu.

Her şey bitti sonra, basın açıklaması bitti, Mehmet Sılay söyledi söyleyeceklerini, Mehmet doğan söyledi. Atıf efendi ve Ali Rıza bey’in cezaevinde tutuldukları koğuşlar gezildi, darağacına çekildiği yerde buğuzlar edildi.

Sonra Kimsesizler Mezarlığına götürdü Mehmet Sılay bizi. İskilipli Atıf’ın mezarını ne zorluklarla bulduğunu anlattı. Bu öyle bir hikaye ki, Allah istemeseydi İskilipli’nin mezarını hiç kimse bulamazdı. Şöyleki;

Mehmet Sılay İskilipli’nin mezarını araştırırken Ulucanlar cezaevinde kayıt bulmaya çalışıyor. Yangınlar geçirmiş cezaevi, kayıtlar yanmış. Vazgeçmiyor Sılay Millet Meclisi arşivine dalıyor. Orada da kayıtlar sınırlı. İdamın ardından bir köşeye defnedilmiş, ailesi de bilmiyor yerini. Korkudan araştıran, ziyaret eden, soran eden de yok. Sonra yol geçiyor mezarın üzerinden, mezar naklediliyor birkaç görevli nezaretinde. Nakledenlerden sadece birisi biliyor mezarın kime ait olduğunu!
Sonra birgün Mehmet Sılay doktorluk yaptığı hastanede İstiklal Mahkemesi Zabıt katiplerinden birinin oğlunun çalıştığını öğreniyor. Katip zulme katiplik ettiği için vicdanen rahatsız yaşıyor onlarca yıl.
Zabıt Katibi hem katiplik yapıyor, hem define katılıyor hem de mezar nakledilirken başında duran birkaç kişiden biri…
Mezarın ne bir taşı ne de bir işareti mevcut. Kimsesizler mezarlığında bir ağacın dibinde.(Şimdiki Şafaktepe parkında büyük bir marketin hemen arkasında, fotoğraflarda karla kaplı, dua edilen yer)
Zabıt katibi bayramlarda, mevlid gecelerinde gelip İskilipli Atıf’a fatiha okuyor ve hemen, kimselere görünmeden kaçıyor oradan. Zaman zaman sıkı sıkı tembih ederek oğlunu da getiriyor mezar başına ve bir gün burada kimin yattığını ve neden fatiha okuduklarını anlatıyor oğluna. O kadar iyi tembihliyor ki oğlu yıllarca hiç kimseye bahsetmiyor babasıyla arasındaki bu sırrı, eşine bile!
Zaman zaman mezarın başına geliyor, fatihasını okuyor, yaşatıyor babasının sünnetini.
Sonra Mehmet Sılay bu bilgi üzerine zabıt katibinin oğlu ile arkadaş olmaya çalışıyor ama adam öyle temkinli ki bir türlü girmiyor mevzuya, anlatmıyor. Güvenmiyor da üstelik. Ancak iki yıl sonra Mehmet Sılay’a güvenebileceğine kanaat getiriyor ve anlatıyor babasından dinlediklerini. Bir akşam üzeri Mehmet Sılay’ı mezarın başına getiriyor işte burada diyerek hemen uzaklaşıyor oradan. Sonra filmlerdeki gibi gizli bir kazı çalışması ile bulunuyor Atıf efendinin kemikleri. Çorumdan akrabalarından bin bir nazla! kan, saç ve doku örnekleri alınıyor. DNA testi birebir örtüşüyor akrabalar arasında. Sonrası malum kemikler bir torbaya doldurulup çoruma götürülüyor, cenaze namazı kılınarak defin gerçekleştiriliyor. Törene üç kişi katılıyor sadece! Korku hala egemen memlekette, akrabaları dahi çekiniyor törene katılmaktan… Ve her şey yine gizlilik içinde yapılıyor. Bir adam elinde bir torbayla kemik taşıyor Ankara’dan Çorum’a, izahı öylesine zor…

Film bitiyor burada.

Mehmet Sılay bu kadar içten dua etmeseydi İskilipli Atıf Efendinin mezarını bulmayı lütfeder miydi Mevla?
Mevla buldurmak istemeseydi, Mehmet Sılay bu kadar içten dua edebilir miydi?

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.

8 Ocak 2012 Pazar

Allah Büyük, İktidar Geçici




Yıl 1925 Türkiye Büyük Millet Meclisinde “Şapka Devrimi” görüşülmektedir. Meclisin Müslüman aza’ları şapka devrimine ilişkin tasarının Anayasa’ya aykırı olduğunu söylediklerinde büyük “atılgan” ve Adalet Bakanı M. Esat Bozkurt çok sert şekilde mukabele ediyor, adeta tehditkâr bir dille şöyle diyordu: "Hürriyetin nasibi, irticanın elinde oyuncak olmak değildir? Ülkenin çıkarlarına olan şeyler hiçbir zaman anayasaya aykırı olamaz, olmaması mukayyettir (belirlenmiştir)."
Meclis buz kesmişti. Topal Osman ortalıkta dolaşıyordu. Aralık 1923’te Ali Şükrü Bey bu eşkıya tarafından katledilmişti.

İrtica o gün de geçer akçeydi ve İrtica ile yaftalananlar başlarına ne gelebileceğini biliyordu. Bu şartlarda olanlar oldu, yasa meclisten geçti. Takvimler 25 Kasım 1925’i gösteriyordu ve aslında her şey yeni başlıyordu.

Şapka devriminin tatbikiyle birlikte Anadolu’da Müslüman ahalide huzursuzluklar artmaya başladı. Rejim, muhalefet edenlere çok sert tedbirler aldı. Para cezaları uygulandı, uslanmayanlar hapis cezasıyla cezalandırıldı. Hala isyan edenler idam edildi (bakınız İskilipli Atıf Efendi).
Bunca “rutin” işlem arasında dikkat çeken bir başka gelişme yaşandı. Rize’de Müslüman ahali şapka giymeyiz, vergi vermeyiz diye ayaklandı. Aslında ayaklanma değil, bir ihtardı bu. Kimse silah çekmedi, kimse öldürülmedi, kamu kurumları işgal edilmedi. Ahali sesini yükseltti sadece.
Takvimler 12 Aralık 1925’i gösteriyordu. Sekiz alim şapka giymeyeceklerini, sarık saracaklarını beyan etmiş, bir takım ahali de zabıta karakoluna kadar yürüyerek nümayiş yapmıştı.
Devlet, bu isyana sessiz kalamazdı elbette. Hamidiye zırhlısı ( evet zırhlı, bildiğiniz savaş gemisi) Rize’yi top atışlarıyla vurdu. Müslüman ahali şer’rinden korktuğu devlete boyun eğdi, ama teslim olmadı. Türkü yaktı ardından, yüzyıllar sonra da devlet alnında kara bir leke olarak taşısın diye: “Atma Hamidiye atma”

Olaylar sona erince İstiklal Mahkemesi kuruldu Rize’de. Bir gün içinde yargılama tiyatrosu gerçekleştirildi: 8 kişi idam cezasına, 55 kişi beş yıl ila on beş yıl arasında hapis cezasına çarptırıldı.

*

Yıl 2011, Aralık ayının 28’i…
Şırnak’ın Uludere ilçesinde “sınır ticareti” yapan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları mensubu oldukları ülkenin uçakları tarafından vurularak katledildiler.
Kimilerine göre kaçakçılık suçtu. Ülke ekonomisi bu yüzden geri kalıyordu. Bu düşünce sahipleri bu görüşlerini Dubai’den getirttiği bilgisayarda yazıyor veya Çin’den aşırdığı cep telefonuyla konuşuyordu. Ülkenin en büyük akaryakıt kaçakçısıyla devlet bizzat pazarlığa oturmuş ve anlaşma imzalamıştı birkaç yıl önce. Ama olsundu, kaçakçıydılar sonuçta, kalkınmamız için öldürülmeleri gerekiyordu.

Kendini ülkenin sahibi gören kimi beyaz renkli canlılarsa güvenlik öncelikleri nedeniyle “olur böyle şeyler” tadında yazılar yazdılar. Gece yarısı ayırt edilemeyebilirdi silahlı ve silahsız gruplar. 35 Kişi öldü diye güvenliğimiz için kahramanca çarpışan askerlerimize söz söylenebilir miydi? Hem biz yataklarımızda mışıl mışıl uyuyalım diye öldürüyorlardı onlar. Bakın Amerika da, Afganistan’da kaç sivili öldürüyordu yanlışlıkla neredeyse her gün, oluyordu böyle şeyler. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin insan hata yapabiliyordu ve yapabilecek bir şey yoktu.

İşin garip yanı ise beyaz sahiplerin bu sözlerine teslim olan kölelerin papağan gibi bu sözleri tekrarlamasıydı. Bu köleler fakirdiler, ezilmişlerdi. Bazen işyerinde, bazen asker ocağında, bazen devlet kapısında aşağılanmışlardı ama tecavüzcüsüne aşık olacak kadar geçmişlerdi kendilerinden. Kimilerinin ikbal kaygısı vardı belki, kimileri köprüyü geçinceye kadar dayı demenin derdindeydi. Kimisi ise gerçekten aşıktı failine.

Uludere’de doğmuş olsaydı kaçakçılık yapmak zorunda kalacak insanlar, üstelik sahip olduğu her şeyi kaçak yollarla elde etmiş olanlar ahlak zabıtalığı yapıyordu garip bir biçimde.

Ama daha kötüsü de vardı elbette. “Kimsesizlerin kimi” iddiasıyla iktidara gelenler kimin neyi olduğunu ispat edercesine “Özür mözür dileyemeyiz, parası neyse veririz” tadındaydılar.
Aynı ağızlar daha birkaç hafta önce “Dersim katliamı” için özür dilemişlerdi oysa. Adli ve idari inceleme başlattıklarını söyledikleri gün, soruşturmayı etkileyecek “herhangi bir kasıt olmadığına” dair peşin hükümlerini de ifade ettiler. Şimdi hangi müfettiş Başbakan’ın sözü üstüne kasıt bulunduğunu rapor edebilir? Hangi rapor hakikati anlatabilir bize…

1925’ten 2011’e devlet cephesinde yeni bir şey yok. Reisi Cumhur’un adı değişiyor, Başvekil’in adı değişiyor. Mahmut Esat Bozkurt yok Adalet Nazırlığında. Topal Osman arıza çıkaranlara çemkirmiyor gözleriyle...
Her şey değişiyor. Teknoloji değişiyor, devlet yeniliyor kendini.
Zırhlılar değil, uçaklar bombalıyor artık.
Ölenlerin yasını tutmak kalıyor bize.

Uludere için 70 yıl daha beklemeliyiz. Devlet 70 yıl sonra özür dileyebiliyor belli ki. Hükümet, bizi “devlet gibi sevmeye” devam ediyor.

Şükür ki Allah büyük ve iktidar geçici…
1925 Rize’sinin ahalisi Uludere vakasını duysaydı ne düşünürdü acaba?
Üstelik kendi çocuklarının hükümete vaziyet ettiğini bilseydi…

Allah büyük şüphesiz, şüphesiz iktidar geçici…

tagore