31 Aralık 2009 Perşembe

Hakkını Helal Etme Muhammed Ali


Muhammed Ali Clay…
Ezilmiş bir halkın diliydi yumrukların...
Boksu bir spor olarak görmeyenlerin bile radyo başlarında nefeslerini tutarak maçlarını dinlediği bir kahramandın…
Attığın her yumruk bizimdi, yediğin her yumruk vücudumuza değerdi.
Ezilmiş zencilerin, parayla satılmış, ailelerinden uzaklaştırılmış, kim olduğunu nereden geldiğini bilmeyen nice kölenin onuruydun.
Müslüman olmuştun ve ten rengi ne olursa olsun bütün Müslümanlar seninle aynı renkteydi.
Sadece Müslümanlar değil, yeryüzünde ezilmiş ne kadar halk varsa hepsi seninleydi…
Yenilmiş adamların, yenilmiş kadınların, yenilmiş çocukların yaşadığı koca bir coğrafyada umuttun sen…

Yumrukların kadar, düşüncelerin de sertti…
İnançlarına aykırı olduğu için ve ABD’de zencilere karşı ikinci sınıf vatandaş uygulaması yapıldığı için askerlik yapmayı reddettin.
Sonuçlarına katlandın ve bedelini ödedin…
Askerlik Yasasını çiğnemekten dolayı mahkûm oldun.
Ringe çıkman yasaklandı ve dünya şampiyonluğun elinden alındı…
Sen, “Vietkonglularla derdim yok ki onlarla savaşayım” demiştin…
Ne çok gurur duymuştu dindaşların seninle Muhammed Ali…
Bu ülkedeki dindaşlarında gurur duyuyordu seninle.
Çünkü sen başka bir ülkede askerlik yapmayı reddetmiştin!
Ve bu ülkede bugün, senin yıllar önce yaptığını yaptığı için Enver Aydemir adında bir genç işkence görüyor Muhammed Ali!
Daha dün askerlik yapmayı reddettiğin için seni alkışlayan Müslümanlar, bugün askerliğe gitmeyi reddettiği için Enver Aydemir’e ateş püskürüyor…
Oysa sende dini inançlarını gerekçe göstererek reddetmiştin askerliği…
Ve üstelik senin ailen orduevlerinden başörtülü diye geri çevrilmemişti.
Eşin ve çocuklarını görmen engellenmemişti.
Askerliği reddettiğin için falakaya yatırılmamıştın.
Darb izleri oluşmamıştı bedeninde…
Üniforma giymeyi reddettiğin için soğuk gecelerde iç çamaşırıyla bırakılıp işkence görmemiştin.
Enver Aydemir senin yaptığını yaptı Muhammed Ali.
Sana kahraman muamelesi yapan dindaşların, Enver Aydemir’e hain olduğunu söylüyor şimdi.
Vicdani red’in hukuksal yönüne değinecek değilim.
Uluslar arası mevzuatın neye hükmettiği de önemli değil.
Ben bir ikiyüzlülüğü şikayet ediyorum sana.
Seninle onun arasındaki tek fark farklı ülkelerde gerçekleşmiş olması aynı eylemin.
Sana dün alkış tutanlara hakkını helal etme Muhammed Ali.
Alkışlarının göstermelik olduğunu bil…
Sevinçlerinin yalancı…

Seni seviyorlardı Muhammed Ali, sevmekse eğer bunun adı…
Sen bir yabancıydın ve senin zaferin gururlarını okşuyordu!
Ezilmişliklerinin intikamını alıyorlardı senin yumruklarınla.
Ama devir değişti artık ezmek istiyor eski dostların.
Güçlerinin karşısında itaat edilmesini…
“Ya sev, ya terk et” diyor dindaşların Muhammed Ali.
Senin dindaşların, senin sünnetini sürdüren Enver Aydemire karşı kör ve sağır….
Oysa o ve ailesi ülkesinde ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyordu tıpkı senin gibi…
Oysa oda seninle aynı dini gerekçelerle reddediyordu askere gitmeyi…
Dünya böyle bir ikiyüzlülük görmedi…

Cyrano de Bergerac

6 Aralık 2009 Pazar

KAMU “MAL”LARI

Yükseköğretim Genel Kurulu (YÖK) kamuoyunun da talepleri doğrultusunda 21 Temmuz 2009 tarihinde yükseköğretime girişte katsayı puanı uygulamasını kaldırarak, 28 Şubat darbesinden buyana süre gelen bir haksızlığı ve adaletsizliği sonlandırmıştı.
Danıştay 8. Dairesi, İstanbul Barosu’nun başvurusu üzerine Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) üniversiteye girişte katsayı farkını kaldıran kararının yürütmesini oy birliği ile durdurdu.
Danıştay’ın aynı dairesi 2005 ve 2009 yıllarında verdiği iki farklı kararda “katsayı belirleme ve sınav sistemini değiştirme yetkisinin YÖK'te” olduğuna hükmetmişti.
Ancak bu kez geçmişte verdiği kararları yalanlamak pahasına meslek okulu öğrencilerinin geleceklerini karartacak bir karara imza attı.
Oysa 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası'nın 'yükseköğretime giriş' başlıklı 45'inci maddesinde "Yükseköğretim kurumuna girecek öğrencilerin ne şekilde o kurumlara kabul edileceğiyle ilgili gerekçeler YÖK tarafından belirlenmektedir" denilmekteydi.
Dolayısıyla Danıştay 8. Dairesi kanunen YÖK’nun sorumluluğunda bulunan bir alana yetkisi dışında müdahale etmiş ve bu müdahalede geçmiş kararlarını yalanlamıştır.
İdari yargının geçmiş kararlarını yalanlamak pahasına verdiği bu karar, yargının güvenilirliğini tartışma konusu yapmaktadır.
Türkiye’de yargı bağımsızlığının önündeki en büyük engel yargıcılardır ve Türkiye’de yargının en büyük sorunu yargı bağımsızlığı değil, yargının tarafsızlığıdır.
Alınan bu kararla onbinlerce meslek lisesi öğrencisi maddi kayıplarının yanısıra psikolojik olarakta yıpratıldı.
Adı katsayı düzenlemesi olsada bu düzenlemenin İmam Hatip Liselilerinin üniversiteye girişlerine engel olunmak için verildiği biliniyor.
İdeolojik/siyasi çıkarları için, meslek liselilerin çok küçük bir oranını teşkil eden İmam Hatiplilerin üniversiteye girişlerini engellemek için onbinlerce meslek liselisini cezalandırmaktan çekinmeyen bu kararı toplumsal vicdana havale ediyoruz.
Hukuk eğitimi almış ve hukukçu olduğunu iddia eden kişi veya kurumlara karşı hukukun üstünlüğünü hatırlatıyoruz.
Bu kişi ve kurumları toplumla yüzleştirmeye ve alınan bu ve buna benzer kararları tartışılır kılmaya gücümüz yettiğince devam edeceğiz.

Danıştay kararının açıklanması ile birlikte yazılı ve görsel basında pekçok değerlendirme yapıldı.
Olumlu bakanlar, olumsuz bakanlarve “bakar”lar…
Eski YÖK üyelerinden, Milli Eğitim Bakanlarına, milletvekillerinden siyasi parti liderlerine kadar, adının önünde hiçte hak etmediği akademik sıfatlar taşıyan türlere kadar ne kadar gerekli gereksiz canlı varsa hepsine tahammül ettik.
Ama bunca kirlilik arasında ekranlara yansıyan dersane öğrencilerinin röportajları vardı ki, ülkenin ve insanlığın geldiği noktayı göstermesi açısından manidardı.
Dersane öğrencileri Danıştay yasağını destekliyorlardı çünkü, bu yasakla birlikte onbinlerce rakipleri elenmiş ve yarış dışı kalmış olacaktı…
Rekabet edeceği öğrenci sayısının azalmasına sevinen üstelik bu sayede ülke sıralamasında bir anda kılını kıpırdatmadan birkaç bin kişi öne çıkacağı için sevinen öğrencileri var bu ülkenin.
Ilkokuldan başlayarak hayatının sonuna kadar “yarış atı” olmaktan öteye gidemeyecek bu öğrenci türleri, bu kararı veren yargıcıları ve destekleyen ideolojik sapıkları nasıl sevindiriyordur kimbilir?
Hakları, ne kadar sevinseler az!
Vicdanları alınmış birer yarış makinesi haline getirilmiş bu çocuklar yarın bu ülkenin önemli mevkilerini işgal edecekler.
Ve biz bu vicdansız, bu ahlaksız, bu necis çocuklardan, bu kamu mallarından adaletle hükmetmelerini isteyeceğiz.
Bu yaratıklar, bu ülkeye eşitlik ve adalet getirecek öyle mi?
İttihat ve Terakki(İT) sizinle gurur duyuyor olmalı…
Tabi, paşasının yargıcıları ile de…


Cyrano de Bergerac
27.11.2009

7 Kasım 2009 Cumartesi

EL BEŞİR VE ADALETLE HÜKMETMEK






Adalet, sihirli bir kelime.
Sevgili Peygamber’in ümmetine bıraktığı en önemli emanetlerden biri.
Ve belki de ümmetin ihanet ettiği en önemli miraslardan biri!
Müslümanlar uzun zamandır “adalet” ile imtihan ediliyorlar.
Kürt sorununda adil davranmıyor Müslümanlar…
6-7 Eylül olaylarında, varlık vergisinde, Ermeni tehcirinde Müslümanlığıyla değil, duygularıyla hareket ediyor.
Asabiyet, adalet’e galebe çalıyor.
Şimdi aynı Müslümanlar Sudan / Darfur meselesinde bir kere daha imtihan ediliyor.
Ve öyle görünüyor ki “batı karşıtlığı” ekseninde yine adalet’e ihanet edecekler…

Dünyada ve Türkiye’de adalet mekanizmasının işleten pek çok organ var.
Ülkelerin adalet mekanizması her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de şaşıyor.
Uluslararası alanda ise adalet’in değil, küresel politikaların ağırlık kazandığını hepimiz biliyoruz.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) benzer konularda verebildiği farklı kararları biliyoruz.
Bu mahkeme (AİHM) iç hukuk mekanizmalarının tükendiği durumlarda devletin yurttaşlarına karşı işlediği suçları veya yargısal kabahatleri inceliyor.
Bir diğer uluslararası mahkeme “Lahey Adalet Divanı”…
Ülkelerin işlediği insanlık suçlarını inceleyen bu mahkemenin de pek çok örneğini biliyoruz.
Lahey Adalet Divanı en son Ruanda’da ve eski Yugoslavya’da mahkeme açmıştı.
Bunların dışında daha yeni yeni gündeme gelen bir başka mahkeme var ki, o da Uluslararası Ceza Mahkemesi” (UCM).
Diğer mahkemelerden farklı olarak bu mahkeme bireylerin işlediği insan hakları ihlallerini inceliyor ve sonuçlandırıyor.
Darfur sorunu dediğimiz sorunda da bu mahkeme devreye giriyor, ancak bu mahkemenin davaya müdahil olabilmesi için söz konusu ülkenin UCM’ye taraf olması veya UCM’ye yetki vermesi gerekiyor.

UCM Nasıl Çalışıyor?

UCM’nin herhangi bir başvuruda müdahil olabilmesi için birkaç şartın yerine gelmesi gerekiyor.
Öncelikle insan haklarını ihlal ettiği iddia edilen kişinin ülkesi UCM’ye taraf olmalı, taraf değil ise ülkesinin UCM’yi yetkilendirmiş olması şart.
Eğer bu şartlar gerçekleşmiyor ise bir üçüncü yol olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararıyla dava açılabiliyor.
Peki, sudan bu şartları sağlıyor mu?
Sudan UCM sözleşmesini imzalamadığı için UCM’ye taraf değil…
Taraf olmadığı gibi Sudan UCM’yi yetkilendirmişte değil.
UCM’nin suç işlediği iddia edilen sudanlılara yönelik davası BMGK’nun kararına dayanıyor.
BMGK’nda UCM’ye ilişkin karar daimi ve veto yetkisine sahip beş ülkenin oy birliği ile alınabiliyor.
Bu ülkeler: Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya.
Bu ülkelerden İngiltere ve Fransa UCM’ye taraf…
ABD, Çin ve Rusya ise UCM’yi tanımıyor.
Sudan’la ilgili mahkeme kurulması görüşülürken ABD hariç tüm ülkeler mahkeme kurulması için oy kullanırken, ABD çekimser kalarak yani hülle ile karar çıkartılıyor.

ABD UCM’yi tanımadığı için yeryüzünde işlediği hiçbir suçtan dolayı yargılanamazken, kendisinin tanımadığı bir mahkemenin Sudan’ı yargılamasına izin veriyor!

Sözlerimizin başında demiştik ki, UCM suç işleyen bireyleri yargılıyor, ülkeleri değil…
Dolayısıyla suçu Sudan devleti değil, şahıslar işlemiş olmalı!
UCM buna da bir hülle buluyor ve Sudan devlet başkanı El Beşir’i
“El Beşir`in kontrolündeki güçler ve ajanların en az 35 bin sivili öldürdüğü, çatışmalar yüzünden evlerini terk edenlerden 80 bin ila 265 bininin yavaş yavaş ölümüne neden olduğu, El Beşir`in başka kişiler eliyle, Darfur`daki Fur, Masalit ve Zağava etnik gruplarına devlet aygıtları, silahlı güçleri ve Cancavid milislerini kullanarak soykırım suçu işlediği, Darfur halkını yok etme, işkence, tecavüz ve 2.9 milyon kişiyi göçe zorladığı, insanlığa karşı suç ve savaş suçu işlediği” gerekçesiyle yargılatıyor.

Suçu işleyen kim?
Sudan devlet başkanı…
Bir devlet başkanı devlet politikalarını sürdürürken şahsı adına suç işleyemeyeceğine göre, verdiği kararlar devlet politikası olacağına göre Lahey Adalet Divanı tarafından yargılanması gerekirken, sanki bu suçlar El Beşir’in şahsi suçlarıymış gibi UCM’de görülüyor.

Buraya kadar olan kısım, batı dediğimiz “pandora kutusu”nun çelişkileri, ikiyüzlülüğü…
Ancak bu ikiyüzlülük, batının ve batılıların işlediği cinayetler, katliamlar göz ardı ediliyor diye Sudan’da işlenen cinayetleri, tecavüzleri görmezden mi geleceğiz?

Meselenin aslı şu ki Sudan’da teninin rengi ve etnik kimliklerinden dolayı Müslümanlar, Müslümanları katlediyor.
Müslümanlar, Müslümanlara tecavüz ediyor!
Afrika kökenli Müslümanlarla, Arap kökenli Müslümanların arasında etnik temelli bir vahşet yaşanıyor.
Bu durum size de kendi ülkenizden tanıdık gelmiyor mu?

Batının ve batılıların bunca ikiyüzlülüğü varken ve üstelik ortada işlenen bunca ihlal varken en büyük sorumluluk Müslümanlara düşüyor.
ABD ve AB ile aynı yerde durmamak için Sudan’da hiçbir şey olmamış gibi davranmak ve El Beşir taraftarı olmak bize yakışmaz.
Bize yakışan işimize gelse de gelmese de, çıkarlarımıza uysa da uymasa da adaleti tesis etmektir.
Bu adaleti batı eksenli kurumlar tesis edemeyeceği, velev ki tesis etse bile üzerinde bunca şaibe bulunan kurumların kararları adalet üzerinde gölge bırakacağına göre bu yargılamanın adaletinden şüphe duyulmayan tarafsız bir mahkemede yapılması elzemdir.
Ve belki bu iş için en uygun yer İslam konferansı örgütüdür. Ve fakat adil davranacak, taraf olmayacak ve adaletle hükmedecek bir İslam Konferansı örgütü…

Siz bu satırları okurken El Beşir Türkiye’ye gelmiş olacak…
Bütün ezberlerimizden soyunarak ve sadece Allah’ın ipine tutunarak Darfur’a ve El Beşir’e birde bu açıdan bakmaya ne dersiniz?



Cyrano De Bergerac
07.11.2009

29 Ekim 2009 Perşembe

28 Şubat Hutbesi de İsteriz, Aziz Müslüman!





Bu hafta Cuma namazına gidenler hutbe okunurken kulaklarına inanamadılar.

Cuma cemaati, tamamen politize olmuş ve dini kavramları ve hatta Allah’ın ayetlerini rejimin korunması ve yaşatılmasına feda etmiş “görüldü” kaşeli bir hutbe dinlediler.

Daha geçtiğimiz haftalarda İstanbul’da cami mahyalarına asılan ideolojik ve faşizan sloganların lekesi silinmemişken ve üstelik din-ayet işleri bütün sorumluluğu Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne atmışken nereden çıktı bu karargah hutbesi?

Cumaya gitmeyen/gidemeyenler için neler söylemiş hocaefendiler cami kürsüsünden bir bakalım:

“Aziz Müslümanlar!

İnsanlık, tarih boyunca adalet, iyilik, istişare ve eşit haklara sahip olma gibi bazı değerlerin arayışı içinde olmuştur.

Arayışlar neticesinde, bu değerlerin güzel bir biçimde gerçekleşmesine imkan veren Cumhuriyet idaresine ulaşılmıştır.

Cumhuriyet, dinimizin öngördüğü istişareye dayalı, hak ve özgürlükleri teminat altına alan, insanların yeteneklerini ortaya koyabilmelerine imkan tanıyan, düşünce ve inançlarını serbestçe ifade edebilecekleri bir idare şeklidir.

Aziz Mü’minler!

Kurtuluş savaşını gerçekleştiren iradenin bizlere kıymetli bir armağanı olan ve ilanının 86. yılını bu günlerde kutlayacağımız Cumhuriyetin, özünde taşıdığı ruha uygun olarak yaşatılmasının en temel vatandaşlık görevlerimizden biri olduğunu unutmayalım.

Bize bu kıymetli armağanı bırakan başta Gazi M. Kemal Atatürk olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizi hayırla anar, kendilerine Yüce Allah’tan rahmet ve mağfiret niyaz ederim.”

Bu hutbenin bir kısmı…

Buraya alıntılamadığımız diğer kısımda Allah’ın ayetleri cumhuriyetin faziletlerinin anlatılması için kullanılmış!

Peygamber efendimizin kimi uygulamaları ile de delillendirilerek İslam dininin cumhuriyet rejimiyle nasıl örtüştüğü ve Allah ve Rasulünün razı olduğu rejimin Cumhuriyet olduğu ispat edilmiş!

İslam üzerine ahkam kesecek değilim.

Kendini yetkin bulanlar İslam’ın nasıl bir düzen öngördüğünü, cumhuriyetin bu düzenle örtüşen örtüşmeyen yanlarını konuşur, tartışır.

Ama ben biliyorum ki, komünist bir rejimde yaşıyor olsaydık, yukarıda alıntıladığımız hutbe cumhuriyetin değil komünizmin nasıl İslam’la örtüştüğünden ve İslam’ın öngördüğü modelin aslında komünizm olduğundan bahsediyor olacaktı…!

Bu uğurda Allah’ın ayetleri ve Rasulünün uygulamaları komünizmi taltif etmek için fütursuzca harcanacaktı!

Her devrin Diyanet İşleri Başkanlığını yapan selef Diyanet İşleri Reisi Yeşilay haftasında, Kızılay haftasında hutbeler yayınlar bizde kızardık.

Eski reis emekli edilince nasıl sevinmiştik.

Üstelik akademik kariyeri olan ve dinin toplumsal hayattaki değerini ihya edebilecek bir reis seçildiği içinde umutlanmıştık.

Ne çok yanılmışız meğer!

Diyanet işleri reisi şimdi diyecek ki:

“Başkanlığımız toplumsal olaylara duyarsız kalamaz.

Ağaç dikme bayramında da, Yeşilay haftasında da toplumsal alana müdahale eden bir din algısı gereğince hutbe yayınlarız.”

İyi güzelde aziz Müslümanlar, bu toplumsal alana müdahil olan din algısı niye hiç 28 Şubattan söz etmez.

28 Şubat bu ülkede cumhuriyet rejimine yönelik bir kalkışma değil midir?

Üstelik bu kalkışma doğrudan Müslümanlar üzerinden yürütülmemiş ve binlerce Müslüman bu kalkışmada zarar görmemiş midir?

Diyanet işleri başkanlığı kendi dininin mensuplarına ve kendi rejimine yönelik doğrudan bir saldırı karşısında neden bugüne kadar tek söz etmemiş, edememiştir.

Sosyal hayata müdahil din algısı sadece karargahtan onaylı eylemlerde işe yarıyorsa, karargahın veto ettiği toplumsal hayat algıları din ve dini alanın dışında tutuluyorsa nasıl bir bağımsızlıktan, nasıl bir özgürlükten bahsedeceksiniz.

Emir komuta zinciri içerisinde hazırlanan hutbelerle, dinin saygınlığına, dini alanın politize edilmesine göz yumarak ve çanak tutarak din algısına nasıl bir zarar verdiğinizin, söylediğiniz sözleri nasıl inanılmaz ve güvenilmez kıldığınızın farkında mısınız?

Elbette farkındasınız…

Diyanet İşleri Başkanı hazırlanan bu hutbeden haberdar değilse kendisine bir komplo kurulduğunu görmeli, yok haberi var ve onaylıyor ise bizzat komplonun kendisi olmalı!

Daha önce demiştim ki,

“Açılım içeriden başlamalı

Mesela en yakınlardan, yol arkadaşlarından!

Mesela din-ayet işlerinden…”

Bu konuda ısrar ediyorum…


Cyrano De Bergerac

19 Ekim 2009 Pazartesi

DTP BARIŞ İSTİYOR MU?

DTP BARIŞ İSTİYOR MU?

AKPARTİ iktidarının attığı en önemli adımlardan biri “Demokratik Açılım” …
AK partiye oy versin veya vermesin her vicdan sahibi demokratik açılım paketindeki dik duruşu nedeniyle Tayip ERDOĞAN’a müteşekkir.
Zira Sayın Erdoğan’ın ne zaman geri adım atacağına dair derin endişeleri vardı bu kesimin.
Bu endişeler yerini sınırsız güvene terk etmese de Sayın Başbakanın bu vakte kadar geri adım atmaması hepimizi ümitlendirdi.
Adına muhalefet denilen kuru kalabalığın “Ne mey içmeyi bilir, ne güzel sever” tavrı kimseyi ilgilendirmediği gibi;
MHP rumuzlu partinin “parti içi genel kurula kadar” gerilimi artırıcı muhalefet üslubu ile CHP rumuzlu siyasi partinin çaresizlikten her şeye muhalefet eden yavuz hırsız üslubu kimsenin umurunda değil.

Ama vicdan sahiplerini tedirgin eden asıl DTP’nin tavrı!
Bu satırlar yazılırken Habur sınır kapısından Mahmur kampından ve Kandilden gelenlerle birlikte 34 kişilik bir gurup Türkiye’ye giriş yapmıştı.
Gurubun Türkiye’ye intikali bir kaza nedeniyle gecikti, ama öyle anlaşılıyor ki gurubun Türkiye’ye girişi sabah saat 10.00 da olsaydı bile işlemleri bitirilmeyecek ve gündüz intikalleri engellenecekti!
Otuz dört kişilik gurup Habur sınır kapısında bir takım işlemler bahane edilerek halen tutuluyor…
Neden?
Çünkü barışı tesis etmek amacıyla atılan bu adımda bile, kimi hamaset siyasetçilerinin ikbal kavgaları göze çarpıyor.
Gurubun Türkiye tarafında ilerlemesi sırasında geçilecek mezra, köy ve şehirlerde karşılama törenleri organize ediliyor.
Edilmesin mi?
Edilsin elbette.
Ama bu karşılama törenleri muzaffer bir orduyu karşılama törenlerine benzememeli.
Yapılan hazırlıklar, bayraklar, Abdullah Öcalan posterleri başka türlü nasıl izah edilebilir.
Türkiye barışı konuşmaya çalışıyor.
Irkçıların söylemlerini boşa çıkaracak, zafer kazanmak sarhoşluğundan çıkarak barışın en sağlıklı şekilde tesisi için tarafları zor durumda bırakmayacak hassasiyetleri aramak çok mu zor?
DTP, barışın getirisini AK partiye kaptırmamak, tabanında pirim yapmak için aklı bir kenara bırakarak, duygulara mı hükmetmeye çalışıyor?
DTP gelecek seçimlerde de milletvekili koltuklarını koruyabilmek için barış sürecini riske mi ediyor?
Unutmamak gerekir ki barış sağlanacaksa her iki kesimde birbirlerinin hassasiyetlerini zorlamayacak, tabanlarını karşı karşıya getirmeyecek dikkate sahip olmalılar.
AK partinin zaman zaman kameralar karşısında dile getirdiği popülist dil DTP’de de karşılık bulmak zorunda mı?

Ne derseniz deyin, en önemli adımı Türkiye Cumhuriyeti atıyor ve onlarca yıllık stratejisini değiştiriyor.
Bu azımsanacak bir şey değil ve Türkiye devletinin bu karşılama törenini öteki için zafer şölenine dönüştürmek istememesini anlamak zorundayız.
DTP’li yöneticiler bugünkü gazetelerdeki haberleri ve altındaki yorumları okusunlar bakalım mutlu olacaklar mı?
Ne diye Türk ırkçılığına pirim veriyorsunuz, ırkçıların eline malzeme veriyorsunuz?
Yoksa yıllardır sürdürülen gerilimden milletvekili çıkarma siyaseti hala yürürlükte mi!

Ahmet TÜRK’ün milletvekili olamaması barış karşısında hiçbir şeydir!
Kürt halkı kendini temsil edecek, kendinden olan vekilleri her halükarda çıkaracaktır. Müslüman Kürtlerin meclisteki vekillerinin hemen hepsinin Marksist olması Kürtlerin Marksist olduğu anlamına gelmez!
Ancak barış gelirse meclisteki Marksist DTP’li sayısı azımsanmayacak derecede düşecektir!
O halde…
Gerilime devam…
Yaşasın Marksizm…
Barışın canı cehenneme…

Öyle mi Ahmet TÜRK?


Cyrano De Bergerac

12 Ekim 2009 Pazartesi

YASAK İLK GÜNKÜ GİBİ DEVAM EDİYOR!

Birkaç gün önce Anadolu ajansı mahreçli bir haber düştü haber merkezlerine, hemen ardından da bu haber, ilgili yazılı ve görsel medya kuruluşlarında yer aldı.

Haberde Danıştay İdari Dava Kurulu’nun başka bir davaya bakarken Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanununun ek3. Maddesindeki bazı hükümlerin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurduğundan söz ediliyordu.

Hatırlayacaksınız Mazlumder Ankara Şubesi Ramazan ayı başında “Yaş Sınırı Kaldırılsın” başlığı altında bir kampanya başlatmış ve Kur’an eğitiminde yaş sınırı uygulamasının sonlandırılmasını talep etmişti.

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun bu başvurusu İslami kesimlerde hemen bir heyecana neden oldu?

Ne olacaktı şimdi, kampanyaya gerek kalmadan üstelik bir yargı kurumu kanalıyla yaş sınırı ortadan kalkıyor muydu?

Gerçekten bir yargı kurumu, halkın talepleri doğrultusunda işlem mi yapıyordu?
Uzun süre meselenin yanlış anlaşıldığını, Danıştay başvurusunun bir yasağın kalkması şeklinde açıklanamayacağını, aksine başvurunun yaş sınırını yükseltmek için yapıldığını izah etmeye çalıştım. Ama nafile…

Allah’tan imdadıma Anayasa Mahkemesi yetişti ve dün verdiği kararla Danıştay’ın talebini reddetti.

Meselenin Aslı Şu?

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, başka bir davaya bakarken, Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'a, 1999 yılında eklenen Ek Madde 3'ün birinci fıkrasının üçüncü tümcesi ile ikinci fıkrasının Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürerek, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuş…

Bu maddede ilköğretimi bitiren öğrenciler için Milli eğitim Bakanlığının izni ile Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Kur’an kursu açılabileceği ve İlköğretim 5. Sınıfı bitiren öğrenciler için de Yaz Kur’an kursu açılabileceğine ve ''Kur'an kurslarının açılış, eğitim öğretim ve denetimleri ile bu kurslarda okuyan öğrencilerin barındığı yurt veya pansiyonların açılış ve çalışmalarına dair hususların yönetmelikle düzenleneceği'ne hükmediliyor.

İlgili maddede Kur’an kurslarında yaş sınırı 15 olarak belirleniyor fakat, yaz Kur’an kurslarına gitmek isteyenler için sadece yazları olmak kaydıyla 12 yaşındaki öğrencilere müsaade ediliyor.

Danıştay’ın bu maddelerin iptalini istemesi gerekçesi ise ilginç, bakın gerekçede hangi hususlara değiniliyor:
"Devletin eğitim ve öğretimdeki gözetim ve denetim görevi, laiklik ilkesine aykırı etkinlik ve öğretim yapılmasına izin verilmemesi görevini de kapsamakta olup, özellikle eğitim-öğretim alanında laikliğe bağlılık ve saygının, ulusun geleceği açısından büyük önem taşıdığı, Türk milli eğitiminin temel amacının, "’Türk Milleti’nin tüm bireylerini, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve Anayasa’da anlatımını bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Anayasa’nın başlangıcında belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluklarını bilen ve bunları yaşamında uygulayan vatandaşlar olarak yetiştirmek olduğu…”

Anayasa Mahkemesi bu talebi kabul etse idi, Yaz Kur’an kurslarına ilköğretimi bitirmeyen hiçbir öğrenci gidemeyecekti ve yaz Kur’an kursu açılamayacaktı. Yani 15 yaşın altında hiç kimse Kur’an eğitimi alamayacaktı.

Anayasa mahkemesinin iptal kararı ile ise mevcut uygulamada hiçbir şey değişmedi. Yaz Kur’an kursları ilköğretim 5. Sınıfın altındaki öğrencileri halen kabul edemiyor. Yani 12 yaşın altındaki çocuklara Kur’an eğitimi yasak!
Anayasa mahkemesi verdiği red kararıyla sadece, yasağın 15 yaşa çıkarılmasını engellemiştir.

Ayrıca mahkemenin aldığı bu karar yasama organının Kur’an eğitiminde yaş sınırı düzenlemesi yapabilmesini mümkün kabul ettiği anlamına geldiğinden parlamentoya yaş sınırını kaldırma hakkını da teslim etmiş oluyor. Dolayısıyla bundan sonra Kur’an eğitimine ilişkin yapılan düzenlemelerde Anayasa Mahkemesinin teyidi de peşinen alınmış oluyor.

Devlet Bakanı Faruk Çelik’in geçtiğimiz günlerde yaş sınırıyla ilgili düzenlemeler yapılabileceği yönündeki açıklaması sevindirici olmakla birlikte, yaş sınırının 5. Sınıftan 3. Sınıfa çekilebileceği şeklinde sözleri bizleri tatmin etmedi.

Sayın Bakan Anayasa Mahkemesi düzenleme yetkisini yasama organına bırakmışken! Bu ilkel yasağı tamamen ortadan kaldırmalı ve ebeveynlerinin izni ile her hangi bir yaş sınırı olmaksızın tüm çocukların Kur’an eğitimi alabilmesini temin etmelidir.

Bununla birlikte; Mazlumder Ankara şubesinin başlattığı “Yaş Sınırı Kaldırılsın” kampanyası ANKARA Şehirler Arası Terminal İşletmeleri (AŞTİ) giden yolcu peronunda desteklerinizi bekliyor. Yasak kalkacaksa bunu önce siz talep etmelisiniz…
http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com/

Cyrano De Bergerac

9 Ekim 2009 Cuma

KUR’AN KURSLARINDA YAŞ SINIRI YASAĞI DEVAM EDİYOR!

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, başka bir davaya bakarken, Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'a, 1999 yılında eklenen Ek Madde 3'ün birinci fıkrasının üçüncü tümcesi ile ikinci fıkrasının Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürerek, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştu.

Anayasa Mahkemesi, 08.10.2009 tarihinde, Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanuna 28 Şubat sürecinde eklenen ve Kuran kurslarındaki yaş sınırını düzenleyen maddenin iptalini görüşmüş ve ilköğretim beşinci sınıf öğrencilerinin yaz Kur’an kurslarına gidebilmesine izin veren yasa maddesinin iptali istemini esastan görüşerek reddetmiştir.

İptali istenen ek üçüncü maddenin birinci fıkrası üçüncü tümcesinde: "İlköğretimin 5. sınıfını bitirenler için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde yaz Kuran kursları açılır" denilmektedir.

Anayasa mahkemesinin bu kararı üzerine kamuoyunda yaş sınırının kalktığı ve ilköğretim 5. sınıftan öncede öğrencilerinin yaz Kur’an kurslarına gidebileceği şeklinde yanlış anlamalar oluşmuştur.

Bu yayınlar gerçeği yansıtmamaktadır şöyle ki:
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu İlkoğretim 5. sınıftan önce öğrencilerin yaz Kur’an Kursuna gidebilmesini laiklik ilkesine aykırı bulduğu için iptal isteminde bulunmuştur.
Anayasa mahkemesinin bu talebi reddetmesi 5. sınıftan küçük çocukların yaz kur’an kurslarına gidebileceği anlamına gelmemektedir.

Kur’an Kurslarında yaş sınırı yasağı 1999 yılındaki hali ile halen devam etmektedir. Anayasa mahkemesi verdiği red kararıyla sadece,yasağın 15 yaşa çıkarılmasını engellemiştir.

Anayasa mahkemesinin bu kararı sonrasında yasak dün olduğu gibi bugünde devam etmektedir. Bütün yurttaşlarımızı sağduyudan yoksun bu yasağın kaldırılması için Mazlumder Ankara Şubesinin başlattığı “Yaş Sınırı Kaldırılsın” kampanyasına katılmaya ve siyasi iktidarı da toplumsal talebe uygun olarak Kur’an Eğitiminde Yaş sınırı yasağını bir an önce kaldırmaya davet ediyoruz.

http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com/

Üstün BOL
Şube Başkanı

8 Ekim 2009 Perşembe

Açılım İçeriden Başlamalı

Başbakan aylardır kendi paralıyor, demokratik açılım diye…

Karşısında buz gibi bir muhalefet var.

Milliyetçi Hareket Partisinin (MHP) tavrı anlaşılabilir. Bahçeli’nin karşısında “gelirsem seni camdan aşağı atarım” üslubuyla siyaset yapan bir başkan adayı var!

Bahçeli genel kurul öncesi tebaasını elinde tutmak için her yolu deniyor.

Maksat Genel Başkanlığı korumak olunca barış ve kardeşliğin, huzur ve mutluluğun canı cehenneme.

Her gün bir yanda Türk anneler, diğer yanda Kürt anneler ağlıyormuş kime ne?

Diğer tarafta Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) var.

Derin devletle iç içe bir yapılanmadan bahsediyoruz CHP deyince…

Üstelik bu kabahat Deniz Baykal’ın değil.

Baykal’dan öncede ve hatta taa İttihat Ve Terakki(İT)’ye kadar uzanıyor derin merkezlerle eşgüdümlü çalışma tarihi…

Bir çeşit ırksal statü söz konusu, beyaz Türklerle, Anadolu Türkleri arasında bir savaş bu…

Millet plajlara hücum edince, denize girememekten şikâyet eden vatandaşlarımızdan ibaret CHP!

İktidar bir yandan Kürt bölgelerinde dağlara yazılan “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözlerini kaldırmaya çalışıyor, ama diğer yandan “Orduya Sadakat Şerefimizdir” yazılarını veya benzer türevlerini es geçiyor.

Oysa orduya sadakatle, ırkların mutluluğu arasında doğrudan bir ilişki, var.

Yakın ilişki hem de!

Buraya kadar olan kısım açılıma dışarıdan bakış, oysa açılıma içeriden bakışta çok farklı değil.

İktidarın demokratik açılım gibi bir talebinin günübirlik bir politika olmadığı anlaşılıyor.

Hem açıklamalar, hem başbakanın samimi duruşu buna delil.

Üstelik bunca tepki oluşmuşken iktidarın -henüz - geri adım atmamış olması sevindirici.

Ama, madem bu açılım gerçekleştirilecek, madem gözler karartılarak onlarca yıllık bir kirli tabu yıkılacak…

Milletvekili seçimlerinde de bir ince eleme, sık dokuma gerekmez miydi?

Milletvekili seçimlerinde hadi bölgesel faktörler devreye girdi diyelim…

Hatırlı gönüllü eşraf kırılamadı, oy potansiyeli değerlendirildi…

Bakan seçilirken neden demokratik açılıma uygun kıstaslar göz önüne alınmadı?

Başbakanın etrafında “Demokratik Açılım” fikrini rüyasında kâbus olarak gören bir kalabalık var.

Bu kalabalık Bakanlardan Milletvekillerine, Valilerden Kaymakamlara, Genel Müdürlerden Daire Başkanlarına kadar geniş bir alanda büyük bir yekûn tutuyor.

Siyasi iktidarın nimetlerinden faydalanmak için “mış gibi yapan” bu kalabalık her an Başbakanın ayağına çelme atabilir.

Siyasi dengelerde oluşabilecek her oynama, bir erken seçim ihtimali veya Allah korusun bir kapatma davası daha…

Herkesi gerçek kimliğiyle buluşturup bir anda atılan bu adımları içerden! Çökertebilir.

Siyasette vefa olmadığını en iyi Sayın Başbakan biliyordur herhalde…

Bu kadar şey neden aklıma geldi biliyor musunuz?

Geçtiğimiz gün İstanbul’da Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı kimi camilerin mahyalarına ulusalcı, demokratik açılımla örtüşmeyen, hamasi sloganlar yazıldı…

Bir Başbakan düşününki, Kürt bölgelerinde barışı tesis etmek, toplumsal huzuru tesis etmek için siyasi kariyerini riske atacak, bir Başbakan ki adına muhalefet denilen kalabalığın hepsini karşısına alacak ve rest çekecek…

Aynı başbakana bağlı bir başkanlık Başbakanın ayağına tekmeyi indirecek…

İşte bu yüzden açılım önce içeriden başlamalı…

Mesela en yakınlardan, yol arkadaşlarından!

Mesela din-ayet işlerinden…

güzel müzikler...

14 Eylül 2009 Pazartesi

KENAN EVREN VE TÜM DARBECİLER YARGILANSIN!






12 Eylül’den, en şiddetli darbeden bu yana 29 yıl geçti.

Kenan Evren ve arkadaşlarının yaşattığı acılar hala ayakta.

Darbe anayasası hala yürürlükte.

Hala birileri yeni bir darbeye ortam yaratmak için kaos ve provokasyon peşinde.

12 Eylül’ün yarattığı kurumlar değişime karşı direniyor.

Ancak Ergenekon çetesinin üzerine gidilmesi darbelerle dolu geçmişle yüzleşmeyi, darbe defterinin bir daha hiç açılmamak üzere kapatılma isteğini güçlendiriyor.

12 Eylül darbesini yapanlar bugün darbe yapmaya çalışanlardan ayrı düşünülemezler. Bugünkü darbecilerin bir kısmı Ergenekon Davası’nda yargılanıyorlar. Bu nedenle 12 Eylül Darbecilerinin yargılanmasını isteyen bizler Ergenekon Davası’nın da sonuna kadar devam etmesini, günümüzde darbe yapmaya çalışanların hepsinin cezalandırılmasını istiyoruz.

27 Mayısçılar, 12 Martçılar, 12 Eylülcüler, 28 Şubatçılar, 27 Nisancılar hepsi yargılanacak!

12 Eylül’den 29 yıl sonra darbeye karşı alınacak tedbirleri biliyoruz:

* Hiç bir favori darbesi olmamak,
* Beni vurmayan darbe bin yaşasın dememek,
* Senin darben kötü benim darbem iyi hesabına girmemek,
* Hangi siyasi görüşten olursa olsun darbeye karşı ortak mücadele etmek,
* Darbelerin yıl dönümlerinde geçmişle ilgili belleklerimizi tazelemek,
* Darbe günlerinde henüz doğmamış kuşakları darbe afetine karşı bilinçlendirmek.

50 kişiyi asan, “asmayıp da beslese miydik” diyen, yüz binlerce insanı işkenceden geçiren, binlercesini yıllarca hapiste tutan, Türkiye’de yaşayan herkesin hayatlarını çalan Kenan Evren’e GATA’da bakan doktorlara sesleniyoruz:

Kenan Evren’e iyi bakın, onu iyileştirin, hayatta kalmalı, yargılanmadan ve yaptıklarının hesabını vermeden bu dünyadan ayrılmamalı.

29. yıldönümünde 12 Eylül darbesini lanetliyoruz.

12 Eylül darbesinden 29 yıl sonra toplum artık darbe istemiyor.

12 Eylül’ün karanlığı yenilecek, demokrasi ve özgürlük kazanılacak, biz darbe karşıtları buna eminiz, hep birlikte bunu başaracağız!

DARBEYE KARŞI 70 MİLYON ADIM KOALİSYONU

RONİ’NİN BOYASININ RENGİ



2001 yılı olmalı…
Yüksel caddesinde bir akşamüstü yürüyorum…

Her zamanki gibi bağıran çağıranlar, slogan atanlar, imza toplayanlar…
Herkes orda…

Türkiye Komünist Partili gençler ellerinde A3 ölçülerinde ve her zamanki gibi özensiz ve çirkin dergilerini dağıtıyor.
Bir yandan özgürlük şarkıları söyleyip, diğer yandan elime tutuşturuyorlar bültenlerini…

Sayfalarını çevirerek yürüyorum.
İç sayfalardan birinde bir başörtülü kurukafa dikkatimi çekiyor, üzerine kalın çizgilerle çarpı atılmış…

Altında “Gericilere, yobazlara geçit yok” yazıyor…
Geri dönüp, bülteni bana uzatan delikanlıyı buluyorum.

“Bu ne” diyorum, “Bir yandan özgürlük diyorsunuz, diğer yandan faşistsiniz.”
“Ne oldu ki abi?”diyor.
Sayfayı çevirip gösteriyorum…

Sizin özgürlük anlayışınız bu mu?
“Görmemiştim” diyor, “Ben öyle düşünmüyorum…”

Bülteni önüne fırlatıp yoluma devam ediyorum…
Dağıttığı bültenin içeriğinden haberi olmayan bir militan!
Sıradan bir tetikçi olmaya aday...

2004 Seçimlerinde olmalı…
Sıhhiye’den Kızılay’a doğru yürüyorum.

Sıhhiye orduevinin subay bölümünün önünden geçerken Özgürlük ve Demokrasi Partisi Genel Başkanı Ufuk URAS ve beraberindekiler broşür, bildiri dağıtarak ve sokakta yurttaşlarıyla selamlaşarak ilerliyorlar.

Bir ara ÖDP’li gençler Sıhhiye Orduevinden çıkan rütbeli subaylara uzatıyorlar ellerindeki bildirileri.

Subayların kimisinden alaycı bir gülümseme, kimilerinden sözlü yanıtlar geliyor.
Tabiî ki hiçbiri kabul etmiyor bildirileri.

Gençler bu tavra sloganlarla karşılık veriyor, ortalık yankılanıyor militarizm karşıtı sloganlarla…

Hoşuma gidiyor, yanlarına yaklaşıp, broşürlerini alıyorum…
“Bu modeller böyle diyorum, idare edeceksiniz. Bu canlı türlerinde bu tür arızalar hep çıkıyor.”

Birlikte hem sohbet ediyor, hem de yürüyoruz…
Birden bire birlikte yürüdüğüm gurup hiçbir neden! Yokken “Gericiliğe, karanlığa, yobazlığa hayır!” diye bağırmaya başlıyor.

Neye uğradığımı şaşırıyorum.
Elimdeki broşürleri buruşturup önlerine atıyorum.

Gözlerim Ufuk URAS’ı arıyor birkaç metre önümüzde hiçbir şey olmamış gibi o siyasetçilere özgü soğuk gülümsemesiyle selamlaşıyor insanlarla.
Yaşananlar o kadar olağan ki…

Birilerini gerici, yobaz, çağdışı, karanlık diye yaftalamak bu sözde aşk’ın partisinde bir çeşit tüzük gibi!

Gençler, uzun saçlarımdan mülhem kendilerinden zannettikleri ben’in ardından bakakalıyor.


Yıl 1998 Yirmi sekiz Şubat’ın hemen ertesi…
ÖDP’nin gazetesinde bir manşet…
“Ne şeriat, ne darbe”

Roni Margulies bu manşet için şöyle diyor: “Bu başlık ya darbe, ya darbe demektir…”
Tüylerim diken diken…

Biraz daha yakına gelince aynı yayın organı Ergenekon soruşturmasıyla ilgili “Yesinler birbirlerini” diye manşet atıyor.

Kim?
Aşk’ın gazetesi…!

Yıllar sonra 2009 Martında ÖDP’li bir yetkiliye bu manşeti soruyorum.
Hiç muhasebesini yaptınız mı? Hiç pişmanlık duyuyor musunuz o manşetle ilgili?
O günün şartlarında ve duygusallığı içinde atılmış bir manşetti diyor. Utanmakla utanmamak arasında ama hala pişman değil, hala yanlış yaptıklarını kabul edebilecek kadar dürüst değil…

Kir alışkanlık yapıyor olmalı…

Bütün bunları hatırlamama neden olan ise Şair ve Yazar Roni Margulies’e 10 Eylül tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen saldırı…

Ailesiyle birlikte yemek yemek için geldiği lokantada ÖDP’li gençler yeşil boyayı boca etmişler Roni’nin üzerine.

Bu eylemin hemen ardından da ÖDP çevresinden bunun bir sivil itaatsizlik eylemi olduğu ve dünyanın her yerinde buna benzer eylemlerin yapıldığına dair bir savunma ve destek geldi militanlarına…

Boyanın rengi önemli…

Şöyle bir hatırlayın geçmiş eylemleri…

Kimi parlamentoda, kimi bakanlara yönelik sokak ortasında gerçekleştirilen bu eylemlerde boyanın rengi hep kırmızıydı!

Yani işin sünnetinde kırmızı boya kullanmak esas!

Öte yandan bu eylemler ya savaş karşıtları tarafından iktidar yetkililerine yönelik gerçekleştirilmiş…

Ya da ekonomide yaşanan kötü gidişe karşı…

Hiçbir yazara yönelik, yazdıklarından, söylediklerinden ötürü boyalı eylem yapılmamış…

Roni hangi iktidarın bakanı…

Ve Roni’nin boyası neden yeşil?

Özgürlüğün ve aşk’ın partisi diye piyasaya sürülen ÖDP’nin geldiği nokta acınası…
Daha birkaç ay önce Ufuk URAS istifa etti partisinden şimdilerde nereye yamanırız, kiminle flört ederiz noktasındalar…

Yeni bir parti kurmaları zor görünüyor.

Kursalar ne diyecekler ki... En yeni, öz, hakiki aşk’ın partisi mi?
Sadece URAS değil, partinin Uras’çı kanadı tamamen tasfiye edildi ÖDP’den…

Alma mazlumun ahını…

ÖDP şimdi derin ellerde…

Ve dün bir broşür gördüm, ÖDP ile TKP birlikte bir eylem düzenliyorlardı Ankara’da…
Maksat hasıl olmuş olmalı…

Şıracıyla bozacı yan yana!

Roni Margulies Kafası dingin bir Marksist…

Darbeleri işime yarayanlar ve yaramayanlar diye sınıflandırmadığı gibi, kimin ne giydiğiyle de ilgilenmiyor…

Bir süredir İslamcıların organize ettiği programlarda görüyoruz onu…

Gazze saldırıları sırasında takındığı ilkeli tavır İslami kesimde onu daha da popüler yaptı…

Bu yakınlaşma tabiki derin ÖDP’yi rahatsız etmiş olmalı…
Üstelik derin ÖDP’ye yönelik yaptığı eleştiriler ve sakınmasız sözler de kızdırmış olmalı ÖDP’lileri…

Şimdi soruyu yeniden soruyoruz…

Roni Margulies’e dökülen boya neden yeşil?

Sakın tesadüf olduğunu söylemeyin…

Bu, eylemin sünnetine aykırı…

O halde…


Cyrano de Bergerac

SOL FAŞİZM




Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatından hemen önce sürdürdüğümüz bir kampanyaya destek için bütün siyasi partilere olduğu gibi Büyük Birlik Partisine de ziyarete gitmiştik. O sıralarda Kur’an kurslarında yaş sınırının kaldırılması için Muhsin Bey yasa değişikliği teklifini yeni vermişti Millet Meclisine… Metnin bir nüshasını da bana vermiş ama nedense bende sümen altı kalmıştı dosya.

Bir süre sonra başka bir ziyaret sırasında şimdi ismini hatırlayamadığım bir yetkili bu tasarıyı yeniden gündeme getirip kamuoyunda yeterince yer almadığından sitem etmişti. İlk kez orada söylemiştim bu sorunla yakından ilgileneceğimizi. Sözümüzü tuttukta…

Önce TBMM’ye sunulmak ve bütün milletvekillerine ulaştırılmak üzere bir mektup metni hazırladık, sonra bu mektupların halk desteği olmadan yavan kalacağını düşünerek ve aynı sıralarda meclisin kapanacağını da gözönüne alarak bu çalışmayı yeni yasama yılına erteledik. Ve derken Ramazanla birlikte Kur’an eğitiminde yaş sınırının kaldırılması için kampanyayı başlattık.

Hem http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com/ adresinden elektronik imza topladık, hemde aynı zamanda Ankara Altınpark’ta stand açıp ıslak imza toplamaya başladık.

Bugün itibariyle 10000 elektronik imza, 5000 ıslak imza ile 15000 sınırını aşmış durumdayız. İnternet üzerinden çeşitli gruplardan gelen destek mailleri, yazılı ve görsel yayın organlarındaki tanıtım materyalleri kanalıyla sesimizi epeyce duyurduk.
Ramazan sonrası yeni yasama yılı açılışına kadar sokakta toplamayı düşündüğümüz imzalarla 100000 rakamına ulaşıp meclis başkanlığına ciddi bir halk desteğiyle gitmeyi düşünüyoruz. Sonrası meclise ve milletin vekillerine kalmış…

Tüm bunları organize ederken ister sağ gruplar, ister sol gruplar, isterse İslamcı hareketlerden gayretimizi artıran destekler aldık. Bugünse ilginç bir şey oldu ve kendisini sol diye tanımlayan bir internet portalı “Yürümeye Başlayınca Doğru Kuran Kursuna” başlığıyla bu kampanyayı cemaatinin gözünde gerici bir kalkışma olarak duyurdu.

Bazı siyasi partilerin kampanyaya destek vermesinden yola çıkarak Mazlumder’in yürüttüğü kampanyayı “kim daha gerici kampanyası” diye lanse etti.
Bakın ne denilmiş ilgili haberde:

“Geçtiğimiz yıl Hüseyin Üzmez olayının ardından ülke gündemine gelen ama kimsenin sahiplenememesi sonucu sessiz sedasız geri çekilen "evlilik yaşının 14’e çekilmesi" tasarısının ardından, gericiler şimdi de Kuran kurslarına katılım için belirlenen 12 yaş sınırını kaldırmaya çalışıyorlar. Son iki yıldır ara ara gündeme getirilen konunun yeni yasama döneminde çözüme kavuşturulması için çeşitli özneler gaza bastılar.

Büyük Birlik Partisi (BBP), Mazlumder ve Saadet Partisi (SP), Muhsin Yazıcıoğlu'nun verdiği önerge etrafında ortak bir kampanyada buluşurken, önergeye MHP'de destek verdi. Hep birlikte, “7 yıldır tek başına iktidarda, Anayasayı değiştirebilecek gücü var ve kendisini muhafazakâr olarak niteliyor ama mevzuatı hala değiştirmiyor” diyerek AKP’yi eleştirmeye başlayan bu özneler, daha gerici olduklarını kanıtlayarak kendilerini farklılaştırmaya çalışıyor.” (http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/yurumeye-baslayinca-dogru-kuran-kursuna-haberi-17706)

İyi niyetten tamamen uzak bu yazı ve değerlendirme gazetecilik ahlakından da yoksun. Zira yazının başlığında “yürümeye başlar başlamaz kuran kursuna” gibi bir ifade kullanılmış. Bu ifade kampanyanın içeriğiyle örtüşmek bir yana dursun sol faşizmin ideolojik sapkınlığını ortaya koyuyor.

Eğer solcu site sakinleri basın açıklamamızı okusaydı veya okuduğunu anlayabilseydi talebimizin ebeveynlerinin talebi doğrultusunda çocukların Kur’an öğrenebilmelerine ilişkin bir yasağın kaldırılması olduğunu anlayabilir ve her anne babanın çocuğunu dilediği yaşta, dilediği kursa özgürce göndermesini temin olduğunu anlayabilirdi.
Her normal ahlak sahibi bireyin devletin her ne sebeple olursa olsun din eğitiminden yasakçılığı kaldırmasını savunması gerekirken üstelik bir darbe sürecinin ürünü olması nedeniyle sözüm ona solcuların daha fazla karşı çıkması gereken bir konuda adında sol ibaresi geçen bir internet sitesinin bu yaptığı sizi şaşkınlığa düşürür mü bilmem, ama beni düşürmez…

Çünkü sol ve solculuk dediğimiz şeyin bir kişilik bozukluğundan, bir kendini bilememekten doğduğunu bilenler için sıradan bir vakadır bu! Üstelik darbeleri “bizimkilerin yaptıkları” ve “bize karşı yapılanlar” diye tasnifleyen bir “kalabalık” için yeterince adi bir vakadır da…

Eskiden sol denilen “şey” in herkese özgürlük, herkese adalet olduğunu söylerdi solcu ağabeyler. Şimdilerde ise geçmişte savundukları bu söylemden utandıkları ve herkesin kendileriyle eşit haklara sahip olmasından doğan rahatsızlık sebebiyle Kemalizm sosuyla boyanmış sol faşist bir söylemle karşımızdalar.

Daha önce gündeme gelen evlilik yaşı ile ilgili tartışmalar ve Hüseyin Üzmez vakasının bir yasağın kaldırılması çalışmasında kampanyaya eklemlenerek “Gericiler şimdi de Kuran kurslarına katılım için belirlenen 12 yaş sınırını kaldırmaya çalışıyorlar” diye sunulması da yeterince ilkel!

Bizse yıllardır söylüyoruz ki sol dediğimiz şey kendisine bir kimlik bulamayan ve aslında ne olduğunu kendisinin de bilmediği canlıların sığındığı tekin bir limandır. Sosyalistliğin, marksistliğin ne olduğunu bilmeyen o yüzden ben “solcuyum” diye ortalıkta dolaşan ayak takımının işleri bunlar!

Keşke söz konusu yazıda Kur’an eğitimine ilişkin pedagojik eleştiriler olsaydı, Kur’an kurslarını hem eğitim dili, hem de eğitim formatı açısından değerlendiren eleştiren elle tutulur düşüncelerle çıksalardı karşımıza...

Yazının bitiminde söylenenler ise İslam’a ve Müslümanlara yönelik düşmanlığın hoşgörüsüzlüğün, tahammülsüzlüğün geldiği noktayı ortaya koyması açısından manidar.

“Kuran kursları ne işe yarıyor?
Peki, okullaşma oranının utanç verici boyutlarda kaldığı bir dönemde, ‘rekabet içinde uzlaşılan’ bu değişiklik neyi amaçlıyor? Kuran kursları ülkedeki yegane ücretsiz ‘eğitim kurumu’ haline gelirken birçok yoksul ailenin sahip oldukları ‘en az 3 çocuğu’ gündüz bakımevi niyetine bu kurslara gönderdiği biliniyor.

Yani ailelerin çoğunun amacı çocuklarına dini eğitim sağlamak değil, onlara gün boyu ücretsiz bakım sağlamak. Sosyalist sistem deneyimlerindeki kreş uygulamalarını “çocukları küçük yaşta aileden kopartarak devletin belirlediği eğitime tabi tutmak” gibi söylemlerle eleştirenlerin yoksul kitlelerin çocuklarına ihtiyaçları olan kreş hizmetini devletin gizli eliyle din eğitimi biçiminde dayatması son derece manidar.

Bu kursları finanse edenlerin amacı ise, sorgulamama ve ezber kültürünü mümkün olan en küçük yaşta çocuklara aşılamak. Son değişiklik ile henüz anadilinde okuma yazma bilmeyen çocukların Arapça metinleri ezberlemesi, din eğitimi olarak dayatılmak isteniyor. Pedagojinin öğrenme yaşının 5’e indiğini söylediği doğru. Ancak burada sözkonusu olan, çocuğun dil ve Matematik gibi soyutlama mekanizmalarını öğrenmesi. Konu din eğitimi olduğunda, 5 yaşında bir çocuğun “eğitilmesi”, bireyin kendi görüşlerini oluşturabilmesini sağlayacak kavram dünyası henüz oluşmadan belli yargıların ona kendi inancı olarak dayatılmasından başka anlam taşımıyor.”(soL - Haber Merkezi)

Yazık çok yazık, ilkelliğin bu kadarı sol haber için bile fazla…

İnsan düşmanında bile kalite arıyor!


CYRANO DE BERGERAC

28 Ağustos 2009 Cuma

“KUR’AN KURSLARINDA YAŞ SINIRI KALDIRILSIN!” İMZA KAMPANYASI




28 Şubat darbe sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununda değişiklik yapılarak Kur’an kurslarına katılabilme yaşı 12’ye çıkarılmıştır. Bu düzenleme yapılırken pedagojik bilgiye dayanılmamış sadece emir komuta zinciri içerisinde toplumun inançlarıyla savaşılmıştır.

Bu sorumsuz uygulamaya karşı vefatından hemen önce Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Sayın Muhsin YAZICIOĞLU kanun değişikliği teklifi vermiştir. Söz konusu değişiklik teklifi yeni yasama yılı açılışıyla birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülecektir.

Kur'an kurslarına ancak ilköğretimi bitiren çocukların gidebilmesini öngören 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununda değişiklik yapılması için TBMM Başkanlığına sunulan değişiklik teklifi metninde:

"Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununun Ek 3'üncü maddesinin 1'inci fıkrasının 'İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri dışında Kur'an-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenler için, Diyanet İşleri Başkanlığınca Kur'an kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca küçük yaştaki çocuklar için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde yaz Kur'an kursları açılır' denilmektedir.
Bu metne ek olarak Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununun Ek 3'üncü maddesinin 1'inci fıkrası başta olmak üzere din eğitimi ile ilgili kısıtlama getiren her türlü yasal düzenlemenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 9.maddesi ve EK 1.Protokol 2.maddesi ile BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve diğer uluslar arası sözleşmelere uyumu sağlanarak din eğitimi hak ve özgürlüğünün sağlanacak şekilde yeniden düzenlenmesini talep ediyoruz.

Bu amaçla Mazlumder Ankara şubesi olarak kanun değişikliğinin TBMM’de görüşülerek yasalaşması için imza kampanyası başlatıyoruz.

Elektronik imza atmak isteyenler http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com/ adresinden ıslak imza atmak isteyenler ise ramazan ayı boyunca Altınpark ANFA-A SALONUNDA Mazlumder Ankara standında imzalarıyla kampanyamıza destek verebilirler.

Toplanan imzalar yeni yasama yılı açılışıyla birlikte TBMM başkanlığına sunulacaktır.


Üstün BOL
Mazlumder Ankara

http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com/

27 Ağustos 2009 Perşembe

“NECASETTEN TAHARET”





Dört Ağustos tarihinde Star Gazetesinde Bekir Berat ÖZİPEK imzasıyla “Milli görüş ve 'necasetten temizlik'” başlıklı bir yazı yayımlandı. Saadet Partisi (SP) Genel Başkanı Sayın Numan KURTULMUŞ’un “Kürt açılımını doğru bulmuyorum, kapalı mıydı ki açalım” sözleri üzerine kaleme alınan Milli görüş hareketinin yayın organı hükmündeki Milli Gazete’de yayınlanan bazı yazılara atıfta bulunulan yazıda kısaca “Necasetten Temizlenin” deniliyordu.
Sayın Kurtulmuş bu sözlerin hemen ardından yanlış anlaşıldığını beyan ederek sözlerini düzeltmiş, Bekir Berat ÖZİPEK’te düzeltme metnine de yer vererek eleştirilerini sıralamıştı.
Milli Görüş hareketinin Ergenekon operasyonunda mesafeli tutumu yeni değil! Önceleri -her ne kadar zaman zaman yüz güldüren çıkışlar olsa da- genelde soruşturmayı hafife alan veya teğet geçen bir tutum göze çarpıyordu. Bu tutumda şüphesiz iki kalemin önemli payı vardı. Biri akademisyen Hasan ÜNAL diğeri Afet ILGAZ…
Hasan Ünal ilginç şekilde Milli Gazete ile birlikte milliyetçi / sağcı gazetelerde de yazıları yayınlanan bir isim. Adı bazı muhtıraların redaksiyonunda geçen, Genelkurmayda brifingler verdiği ve genelkurmaya sıksık girip çıktığını kendisinin de kabul ettiği, Ergenekon soruşturması kapsamında halen tutuklu bulunan Mehmet Haberal’ın kanalında neredeyse daimi konuk olarak programlara çıkan, Tuncay ÖZKAN’ın TV kanalında arz-ı endam eden bir şahsiyet. Ergenekon sürecinin sulandırılması çalışmalarında da hatırı sayılır bir emeği var Hasan ÜNAL’ın.
Doğrudan Ergenekon’a karşı kaleme alınmayan “İşin içinde ABD Varsa…” diye söze girerek operasyonu Milli Görüş tabanında illegal kılmaya yönelik yazılar yazan bir isim Hasan Ünal…
Bir yazısında:
“Gözaltı dalgalarından epeyce memnun kesimden gelen açıklamalar, soruşturmanın arkasında dış güçler olabileceği yönündeki kanaati kuvvetlendiriyor. Geçenlerde Hürriyet yazarlarından birisinin köşesinde de konu olduğu gibi, bir akademisyen son gözaltı dalgasının hükümetten ziyade küresel dinamiklerin etkisiyle yapıldığını söylemiş. Ona göre küresel bir irade ortaya çıkmış ve böyle olmuş.
Ama aynı gazetecinin esas anlattığı bir husus var ki, bizce, bütün röportajın en önemli tarafını oluşturuyor. Bu işte Amerika esas rolü oynamış ve anlaşıldığı kadarıyla oynamaya devam ediyormuş. Dosyaların bile ABD'den geldiğini düşünüyormuş. Operasyonun kendi gücümüzle yürütülmekte olduğunu zannetmiyormuş. Bu gazeteciye göre Avrupa Birliği'nin ve Amerika'nın Türkiye'nin demokratikleşmesinde büyük menfaatleri varmış...
Aynı varsayımdan hareket edecek olursak, şimdilerde rahatsız olacakları o kadar hadise var ki... Gazze katliamları üzerine milletimizin her kesiminin gösterdiği asil tepkilerin İsrail ve Amerika'yı rahatsız etmemesi düşünülebilir mi? Ayrıca Kıbrıs konusunda sona doğru mu yaklaşılıyor ve bu tartışmalarla ve muhtemel yeni gözaltılarla Kıbrıs konusunda milletin göstereceği tepkinin şimdiden önü mü alınıyor? İşin içinde ABD varsa... Ne dersiniz? (İşin İçinde ABD Varsa- 13.01.2009- Hasan Ünal Milli Gazete”)
Bir başka yazıda ise:

“Ümraniye soruşturmasının arka planında Amerika olduğuna dair bilgiler artıyor. Bu konuda açıklama yapanların soruşturmaya, gözaltılara ve tutuklamalara alkış tutan taraftarı olmaları fevkalade önemli. Son açıklama ve yorumları yapanların söyledikleri, sanki çok 'özel' bilgilere sahip olduklarına işaret ediyor.
Salı günü bu köşede ele aldığımız bu değerlendirmelere son iki günde yeni unsurlar eklenmeye başladı.
Buna göre Amerika'nın özellikle rahatsız olduğu emekli genelkurmay başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu imiş.
Sebebi de Kıvrıkoğlu'nun, kendi döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin rotasını Amerika'dan bağımsız hale getirmesiymiş.
O dönemde Amerikan Silahlı Kuvvetleri'nde görev yapmakta olan ve bir kısmı da Türkiye uzmanı sıfatını taşıyan personelin çeşitli dergilerde Kıvrıkoğlu'nun başındaki Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Amerika'nın Ortadoğu'daki kirli projelerine destek olmayacak kadar bağımsız hareket etme eğiliminde olduğuna dair yazılar yazdıklarını da biliyoruz.
Meğerse o yazılar tesadüf değilmiş ve uzman birilerinin kendi başlarına yazdıkları değerlendirmeler hiç değilmiş.
Kıvrıkoğlu'nun o dönemde Türkiye'nin PKK ile mücadelesini askeri alanda başarıyla sonuçlandırdığını; PKK'ya yardım ve destekte ısrar eden Hafız Esat yönetimini Ekim 1998 kriziyle devre dışı bıraktığını; Abdullah Öcalan'dan dolayı Yunanistan'ı epeyce sıkıştırdığını ve daha 1997 Ocak ayında Rumların Rusya Federasyonu'na sipariş vermeleriyle başlayan S-300 krizini çok başarılı bir şekilde yürüttüğünü ve takındığı kararlı tutumla bu füzelerin Kıbrıs'a yerleştirilmesine izin vermediğini de biliyoruz.
Demek ki bütün bunlardan dolayı Amerika çok rahatsız olmuş ve şimdi bu son soruşturma ile intikam alıyor.
Eğer bunlar doğruysa veya bunların binde birinde doğruluk varsa, o zaman Türkiye'deki rejime demokrasi demek epeyce zordur.
Ayrıca bütün bunlar doğruysa, soruşturmanın iki ana amaca hizmet eder hale getirildiğini söylemek mümkündür.
(ABD intikam mı alıyor?,15 Ocak 2009 Milli Gazete, Hasan Ünal”) diyor.
Hasan Ünal’ın Milli Gazete de kaleme aldığı yazılar takip edilirse bu minvalde pek çok yazının yayınlandığı görülebilir. Hürriyet gazetesini referans alan ve buradaki değinmelerden yola çıkarak hüküm veren yazarın binlerce sayfalık soruşturma evraklarını dikkate almaması dikkate şayan!
Ve Afet ILGAZ’ “Yol” ve YOLCU” nun yazarı…
Afet Ilgaz’ın yazılarında da ortak bir ABD vurgusu göze çarpıyor:
“Şu son gözaltına almalarda sık sık "28 Şubat'ın rövanşı alınıyor" yorumlarını dinliyorum. Bu, yanlış bir değerlendirmedir. 28 Şubat'ın düğmesine Fransız Mason locasında basıldığına dair çarşaf çarşaf mektuplar yayınlamıştı." İktidar Müslümanlara hoş görünmek için şöyle bir kanaat uyandırıyorsa, bu bir yanlış bilgilendirmeden başka bir şey değildir. Bugün yapılanları Erbakan Başbakanken yapıldığını tasavvur edebiliyor musunuz? Erbakan orduya Cumhuriyete ve yasalara çok saygılı bir devlet adamıydı. Bu devlet adamı olma vasfının altını çiziyorum. Türkiyeyi böyle ikiye bölmek bir yana, AKP iktidar olunca:
"Artık sağcı solcu yok, millî gayri milli vardır" tesbitini yaparak Türkiye'yi doğru bir çizgide birleştirmek isteyen bir devlet adamıydı. Bu gözaltına almalarda General Çevik Bir'in niye adı geçmiyor? Asıl "balans ayarı yapan" o değil miydi? Ayrıca o ve Tayyip Bey, ABD'de Yahudi ödüllerinden sanırım ADL ya da Jinsa ödülünü almamışlar mıydı?
Başlığa dönersek, her taşın altından ve her hadisenin altından İsrail'in ve ABD'nin çıktığını düşünür hatta buna bir de AB ilave ederseniz, Türkiye'nin ve İslâm aleminin yaşadığı faciayı biraz anlamlandırabilirsiniz. Hangi hadiseyi kaldırsan, altından İsrail ve ABD çıkıyor. 11.01.2009 Milli Gazete”

“Erhan Göksel'in gözaltına alınmasına herkes çok şaşırdıydı. Neyse, bu konuda epey bir şeyler yazıldı. Yazılmıyan bir şey var ki, o da bazı konuşmalardan dinlediğim ve bazı yazarlardan okuduğum, ifadesini verirken kendisini ağlatan şu sözlerdi:
"Ben nisan ayında Türkiyemizin başına gelecek olaylara dikkat çekmeye çalıştım. Seçimlerden sonra bölge belediye başkanları bazı bölge milletvekilleriyle birlikte Barzani'nin desteği ile BM'ye müracaat edecekler. ABD ve AB'nin desteğini alarak BM'den barış gücü askeri talep edecekler. Ve ne yazık ki Türkiye aleyhine karar çıkartacaklar. Bunlara dikkat çekmek, ülkemin bölünmesini engellemek için konuşuyorum. Bunun için araştırma yapıp yazıyorum. Ama bana çete (Ergenekon) suçundan gözaltına alınmak reva görüldü. Artık bu işleri bırakıyorum. Evimde sessiz sedasız oturacağım."
İşte, millî değerleri savunanları böyle etkisizleştirmeye çalışıyorlar ama merak etmeyin, bu ülkeyi koruyan maddi ve manevi kuvvetler var. Onları yıldıracak bir iktidar gücü de yok! 28. Şubat.2009 Milli Gazete”
Afet ILGAZ’ında sicilinde bu minvalde pek çok yazı var. Ulusalcıların övüldüğü, Ergenekon soruşturmasını yönetenlerin yerildiği, ordunun ve genelkurmayın yıpratılmaya çalışıldığını savunan tarafgir yazılar. Bugünkü yazısında da ( 26.08 2009 / Milli Gazete http://www.milligazete.com.tr/makale/leke-136765.htm) demokratik açılım paketini “şey açılımı” diyerek aklınca tiye almaya çalışmış. Yazının içeriğine değinmeye hiç gerek yok sadece şunu bilmek yeterli: yazar “kürt” kelimesini kullanmamak için “ne olduğu bilinmeyen bir eşya” için kullanılan “şey” kavramını uygun bulmuş. Bu bile yazının içeriğine işaret etmesi açısından yeterli sanırım.
Tüm bu yazılanları düşünürken Numan Bey’in Demokratik açılım üzerine sarf ettiği sözler konuşuldu televizyon ekranlarında. Devletin bölgedeki yurttaşlarından özür dileyerek işe başlamasını tavsiye eden, bölgesel isimlerin iadesini, Diyarbakır cezaevinde tutuklulara işkence yapanların yargılanmasını isteyen ve etnik farklılıkları Allah’ın ayetleri olarak gören sözleri…
Milli Görüş hareketinin yeniden umut olabilmesi, inandırıcılığı yüksek bir söylem ve eylem diliyle mümkün. Milli Gazete’de yazı yazan ulusalcı yazarlara inat! Milli Görüş hareketini ve onun yeni liderini bu cesur çıkışı için alkışlamalı, cesaretlendirmeliyiz!
Çünkü kürt sorunu öncelikle Müslüman Türklerin sorunudur!
Gelinen noktada Sayın ÖZİPEK’e düşen “Acaba SP’nin bir perspektifi ve “öneri paketi” var mı” sorusunu gözden geçirmesidir…
Enazından şimdilik….
Ve her şeye rağmen!

Cyrano de Bergerac
28.08.2009

20 Ağustos 2009 Perşembe

BİZDE HAKKIMIZI HELAL ETMİYORUZ!






Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’a, Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Güven Erkaya’nın ölümü üzerine beyan ettiği ”Hakkımı Helal Etmiyorum” temalı sözlerinden dolayı yakınlarınca dava açılmış ve yargılama sonucunda Dilipak’ın evi icra yoluyla satılmıştır.

Gazetecilerin, düşüncelerini ifade edebilmelerinin temin edilmesi hukuk devletinin başlıca ödevidir.

Herhangi bir hakaret içermeyen ve kişisel tasarrufları beyan eden bu görüşlerden dolayı bir gazetecinin madden ve manen cezalandırılması ifade hürriyetinin bizzat yargıcılar eliyle kısıtlanması anlamına gelmektedir.

Özgür düşüncenin ve ifade hürriyetinin önündeki bütün keyfi engellerin kaldırılması, özgür ve demokratik bir ülke-yurttaş ilişkisinin vazgeçilmez şartıdır. Bu şartı yerine getirmek ve tesis etmek kamu otoritesinin görevidir.

Anayasal sisteme karşı hukuk dışı oluşumlar içerisinde olanlara, seçimle işbaşına gelen iktidarları devirmek için karanlık odalarda planlar yapanlara; 28 Şubat darbesinde hakları çiğnenen, aşağılanan, işlerinden atılan, sağlık hizmetlerinden yararlandırılmayan, eğitim hakları engellenen tüm yurttaşlarımız adına:

BİZDE HAKKIMIZI HELAL ETMİYORUZ!






Üstün BOL
Mazlumder Ankara

18 Ağustos 2009 Salı

URUMÇİ’DE “ÇİN İŞKENCESİ”

Doğu Türkistan’da bir Çin fabrikasında Çinli bir işçinin işine son verilir. Fabrika bir süre sonra işgücü açığını kapatmak için yaşları 15–20 arasında değişen ve nedense güzel olmaları ön şart olan 150 civarında Uygur kızını işe alır. İşten atılan Çinli bir süre sonra fabrikaya dönerek iş bulamadığını ve eski işine dönmek istediğini söyler. Fabrikanın yöneticileri Uygur Türklerinden daha ucuz işgücü ile işçi çalıştırdıklarını söyleyerek Çinli işçiyi kovarlar.
Çinli işçi kendisi gibi Çinli olan birkaç arkadaşını da yanına alarak fabrikanın bu tavrının intikamını iki Uygur kızına tecavüz ederek alır! Bunun üzerine fabrikanın Uygurlu çalışanları ile Çinli işçiler arasında çatışma çıkar ve 273 Uygur Türkü öldürülür. Tarih 26 Haziran 2009’u göstermektedir.
Uygur Türkleri Çin hükümetinin fabrikada yaşanan katliamı tarafsız ve adil şekilde değerlendirmesi için bir süre beklerler. Ancak, Çin ırkdaşlarından yana bir tavır sergileyerek olayın üzerini kapatmaya çalışır.
Bunun üzerine Kaşgar’dan gelen 2000 civarında Uygur Türkünün katılması ile beş - onbin kişilik bir Uygur topluluğu Urumçi’de yaşanan fabrika katliamı ve tecavüzün hesabını sormak ve adalet istemek üzere bir gösteri düzenler. Herhangi bir taşkınlığa sebebiyet vermeden Çin hükümetinden olayın araştırılmasını ve suçluların cezalandırılmasını talep ederler. Çin polisi ve askeri bu sivil eyleme şiddetle karşılık verir. Ve ilk anda Uygurları korkutmak ve dağıtmak için eylemin en önünde oturma eylemi yapan ikisi kız üç kişiyi herkesin gözleri önünde başlarından vurarak öldürür. Oluşan panikte kalabalığın üstüne silahlarla yürüyen Çin polisi onlarca Uygur türkünü öldürerek ve yaralayarak kalabalığı dağıtır.
Yaşananların üzerine bu sert tavır tuz biber eker ve Urumçi’nin değişik semtlerinde toplanan Uygur Türkleri şehir merkezine doğru yürüyüşe geçerler. Bu sırada yol boyunca karşılaştıkları Çinlilerle kavgalara tutuşurlar. Araçları devirir ve ateşe verirler. Bu kavgalar sırasında Çinlilerden ve Uygurlardan ölenler olur.
Tüm bu olaylar yaşanırken emniyet güçleri her yerde olduğu halde iki gurup arasındaki sokak kavgasına müdahale edilmez ve adeta göz yumularak olaylar kışkırtılır.
İş içinden çıkılmaz bir hal aldığında emniyet güçleri kontrolsüz şekilde ateş ederek Uygur Türklerinden pek çoğunu sokak ortasında öldürür. Bu saldırıda Kaşgar’dan gelen Uygurlularla birlikte yaklaşık 2000 Uygur türkü aynı yerde öldürülür. Hemen ardından itfaiye araçları ve çöp araçları gelir. Öldürülen Uygurlular çöp araçlarına doldurulur. Sokaklar itfaiye araçlarınca temizlenir. İsmi bizde saklı görgü tanıklarının anlattığına göre sokaklarda ne kan izleri ne de kafalarından vurulmuş Uygurların parçalanmış beyinlerinden hiçbir iz kalmaz.
Tüm bunların ardından şehrin telefon, internet ve elektrik altyapısı kapatılır. Akşam saat 10.00’da elektrikler verilir ve sabaha kadar sürecek ev baskınları başlar. Kar maskeli Çin askerleri teker teker Uygur evlerini basarak çocuk, kadın, erkek ayırmaksızın gözaltılar yapar. Direnenler evlerinde çocuklarının gözleri önünde öldürülür.
Geri kalanların sabah polise yaptığı başvurular baskınları yapanların polis olmadığı bu nedenle terör eylemi olarak kayıt altına alınacağı ve götürülenlerin kayıp olarak değerlendirileceği yanıtını alırlar. O gece götürülenlerden bir daha evine dönebilen olmaz. Bir kısmının ölüsü teslim edilir ailelerine bir kısmının ölüsüne dahi erişilemez.
Bir gün sonra Çinliler arkalarına Çin askerlerini de alarak Uygur bölgesine saldırıya geçerler. Önde Çinli halk arkalarında ise onları koruyan Çin askerleri Uygurların işyerlerine, evlerine saldırırlar ve yakalayabildikleri Uygurları sokak ortasında öldürürler. İlginç olan ise Çinli saldırganların hepsinin elinde Çin polisinin kullandığı coplar vardır ve hepsine aynı tip sopalar dağıtılmıştır.

DOĞU TÜRKİSTAN?

Doğu Türkistan özerk bir bölge ve yöneticileri seçimle başa geliyor. Her ne kadar komünist partinin izin vermediği hiç kimse seçilemeyecek olsa da yöneticiler Uygur Türklerinden seçiliyor. Yerel ve bölgesel yöneticiler Çin’le ilişkilerini iyi tutabilmek için belki Çin’lilerin bile cesaret edemeyeceği şeyler yapabiliyor! Uygur dilinin kullanımının yasaklanması, kreşlerde Çincenin zorunlu dil haline getirilmesi hep bu Uygur yöneticilerinin marifeti.
Polis teşkilatının içinde de Çinli polislerle birlikte Uygur polisler bulunuyor. Kamu kuruluşlarında Çinlilerle Uygurlar birlikte görev yapıyor. Bölgenin demografik yapısına bakınca 17 milyon Çinliye karşılık, 45 milyon Uygur ve toplamda 8–10 milyon Kırgız, Tatar vesaire diğer küçük halklar bulunuyor. Kırgız ve Tatarlarla Çin hükümetinin herhangi bir sorunu bulunmadığından hayatlarına keyifle devam ediyorlar. Zaman zaman Uygurları Çinlilere ispiyonlamakta ayrıca bir gelir kapısı olabiliyor!
Doğu Türkistan’da Çin işgali ve direniş yüzlerce yıldır devam ediyor. Ancak bu direnişte dönüm noktası 1932 yılında Çinlilerle Uygurlar arasında yapılan anlaşmayla kritik bir dönemece giriyor. Bu anlaşmayla Doğu Türkistan’a Çinli yerleşimcilerin yerleşmesine izin veriliyor ve bugün 17 milyon civarında olan Çin nüfus bu anlaşmayla Türkistan’a yerleşmeye başlıyor. Çin sadece Çinlileri Türkistan’a yerleştirmekle yetinmiyor silah zoruyla, iş vaadi ve eğitim kandırmacasıyla binlerce Uygur kızı ve erkeği farklı bölgelere göçe zorluyor. 15–20 Yaşlarındaki kızların güzel olanları özellikle seçilerek Çin bölgesindeki fabrikalara işçi olarak gönderiliyor bir süre sonra bu kızlar fuhuş bataklığına sürükleniyor. 2–3 Yaşındaki çocuklar ailelerinden eğitim vaadiyle zorla alınarak mafyaya satılıyor ve bu çocuklar hırsızlık, yankesicilik, uyuşturucu ticareti vb. karanlık işlerde istihdam ediliyor.
Olayların yaşandığı 5 Temmuz tarihinden sonra da Çin zorunlu göç çalışmalarına ara vermiyor. 4 Ağustosta 750 Uygur kızı Çin bölgesine zorunlu çalışmaya gönderiliyor. Çocuklarını vermek istemeyenler alınlarında silah kabzasını buluyor.

UYGUR POLİSLERDEN İŞKENCE İTİRAFLARI!

Çin emniyetinde görevli Uygur kökenli polislerden kimileri canlı şahidimize ağlayarak anlatıyor. Tutuklanan, evlerinden zorla alınan genç kızlar çırılçıplak soyuluyor ve Çin polisleri bu kızlara defalarca tecavüz ediyor.
Günlerce aç ve susuz bırakılan Uygur tutuklulara yiyecek ve su verilmiyor. Epey zaman aç ve susuz bırakıldıktan sonra tuzlu su içiriliyor. Tuzlu su içtikçe susayan tutuklular kendi idrarlarını içecek kadar kontrollerini kaybediyor.
Tutuklular ucunda çiviler bulunan sopalarla dövülüyor ve bu işkence sonrasında tutukluların büyük kısmı aldığı darbeler ve kan kaybından ölüyor. Çin polisi işkenceye dayanamayan, bağırmalarından, inlemelerinden rahatsız olduğu tutukluları kafalarından vurarak öldürüyor.
Sadece bu kadar değil şimdiye kadar yapılan işkence ve ölümler tutuklanan ve tutuklandıktan sonra kendilerinden bir daha haber alınamayanlar! Bu işkencelerde bir gecede 830 kişi öldürülüyor. Bu 830 kişinin çok büyük bir kısmının cesetleri yakılarak külleri çöple karıştırılarak çöp depolarına dökülüyor. Bir kısım cesetler ise ailelerine 5 Temmuz çatışmalarında öldüğüne dair bir evrak imzalatılarak teslim ediliyor. Böylece polis işkencede ölmediğini iki gurubun çatışması sırasında ölümlerin gerçekleştiğini kayıt altına almış oluyor.
Yapılan işkenceler bunlarla sınırlı değil. Bir kısım tutukluların belden omuza kadar olan kısmına ıslak havlular sarılıyor. Sopalarda havlu ile sarılarak tutuklular dövülüyor. Havlular nedeniyle vücutta herhangi bir darb izi oluşmazken iç organlar iflas ediyor. Tutuklular serbest bırakılarak evlerine gönderiliyor fakat bir, en fazla iki gün içerisinde iç organları iflas eden Uygurlular ölüyor. Ölüm raporlarına ani kalp sıkışması, kalp krizi ve benzeri gerekçeler yazılıyor. Tüm bu işkencelere şahit olan dört Uygur polisi intihar ederek hayatlarına kıyıyor. Bir kısmı görevinden istifa ediyor.
Irkdaşlarına işkence eden Uygur Türkü polislerin anlattıkları ise inanılır gibi değil… İşkencelerde ve sorgularda hem Çinli hem de Uygur Türkü polisler aynı anda görev alıyor. Uygur polisi tutuklu Uygurluyu dövüyor ve kimlerle görüştüğünü, kendisini kimlerin organize ettiğini, yanında başka kimlerin olduğunu soruyor. Tutuklu bir süre direndikten sonra yanındaki arkadaşlarını ihbar ediyor. Uygur polisi Çin’li polisin yanında konuşmaması ve diğer arkadaşlarını ihbar etmemesi için daha çok dövüyor, daha çok dövülen tutuklu herkesin ismini veriyor. İsimler ortaya çıktıkça Uygur polisi –yine daha fazla konuşmasın diye- Uygur tutukluyu öldüresiye dövüyor!
Yine bir başka polisin anlattıkları ise akıl alır gibi değil. Annesi ile birlikte tutuklanan birkaç aylık çocukların annelerinin gözleri önünde boyunlarının kırılarak nehre atıldığını söylüyor.
Sonuç şu: 5-6 Temmuz tarihinden sonra 30.000 Kişi gözaltına alınıyor, gözaltına alınanlardan 18.000 i öldürülüyor. Geri kalan 12.000 kişi halen kayıp. Çin hükümeti bu kişilerin nerede olduğunu bilmediğini söylüyor. Öldürülen Çinli sayısı 200’e yakın.
Doğu Türkistan’da halen tutuklamalar ve ev baskınları -siz bu satırları okurken de- hızla devam ediyor.
Resmi rakamlar da yalan söylemeye…
“Ölü sayısı 197, yaralı sayısı 1720!”


Cyrano De Bergerac
18.08.2009


Çin devletinin “Kanun Gazetesi” olayların hemen ardından propaganda çalışmalarına başlıyor. Olaylara karışanların terörist olduğuna vurgu yapılan gazete haberlerinde bu tür olaylara göz yumulmayacağı ve sebebiyet verenlerin cezalandırılacağı belirtiliyor. (Gazetenin yayımlanma tarihi 27 07.2009)




5–7 Temmuz tarihleri arasında yasadışı olaylara karışan kaçakların fotoğrafları, görenlerin ihbar etmesi isteniyor. 5 Temmuzda 253 Çinli öldürüldü. Urumçi emniyet müdürlüğü Tıanşian mahallesinde 1000 kişiyi tutukladı. 7 Temmuzda Uygur teröristlerine karşı Çinliler kendilerini korumak için sokağa çıktı. 28 Temmuzda 566 ev basılarak tutuklamalar yapıldı. Bu evlerde 378 kişi tutuklandı, 127 kişi kaçak durumunda.








5–7 Temmuz tarihlerinde anayasayı ihlal eden bölücüleri cezalandırmakta kararlıyız. Bundan sonrada kanunsuz eylemlere müsaade etmeyeceğiz. Zaten yüzyıllardır var olan Çin – Uygur kardeşliğini yeniden tesis ederek devletimizi tüm gücümüzle geliştireceğiz. (fotoğraflarda görülen tutukluların hepsi öldürülmüş, en alt en soldaki genç, teröristleri evinde barındırdığı için tutuklanmış)

13 Ağustos 2009 Perşembe

BAROLAR BİRLİĞİ BAŞKANLIĞI'NA

BAROLAR BİRLİĞİ BAŞKANLIĞI’NA

ANKARA




Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı
Oğuzlar Mahallesi 1366. Sokak
No:3 Balgat-ANKARA





İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın kamuoyunda katsayı düzenlemesi olarak bilinen YÖK kararının iptali için Danıştay’a başvurmuştur.



Adı anılan şahsın bu başvuruya ilişkin sorulara 'Eşitlik, eşit insanlar arasında olur' şeklinde yanıt verdiği de yazılı ve görsel basından bilinmektedir.



Söz konusu şahsın İstanbul Barosu Başkanı olması ile kullandığı hukuk dışı dil ve söylem çelişki oluşturmaktadır.



Bu nedenle aşağıdaki soruların yanıtlanmasını ve yazılı olarak tarafımıza iletilmesini dilerim.



Saygılarımla.









Üstün BOL

Mazlumder Ankara







SORULAR

1. 1. Adı anılan şahıs kayıtlarınıza göre İstanbul Barosu Başkanı mıdır? Eğer Baro Başkanı ise geçerli oyların ne kadarını alarak seçilmiştir?
2. 2. Kayıtlarınızda adı anılan şahsın diploması bulunmakta mıdır? Eğer bulunuyor ise ibraz edilen diploma üzerinde herhangi bir kazıntı, silinti veya sonradan müdahale söz konusu mudur?

NATALIE BRACHT VE ÇOCUKLARI İÇİN ACİL EYLEM ÇAĞRISI


























Alman asıllı bir İngiliz vatandaşı olan Natalie BRACHT’ın, Yahudi asıllı eşinden boşanmasıyla başlayan ve önce İngiliz hükümeti ardından da alman hükümetinin baskıları sonucunda 5 çocuğundan ayırılması ile sonuçlanan süreç batı’nın Müslümanlara yönelik çifte standardına yeni bir örnek teşkil etmektedir.
Alman hükümetinin psikolojik rahatsızlık bahanesiyle anne ve beş kızını ayırması, Natalie BRACHT’ın çocukları ile Haftada bir defa, kızlarından her biriyle sadece beş dakika süreyle ve bir görevlinin denetimi altında görüşmesine müsaade ediliyor olması, Her 4-7 haftada bir kere, kızlarından biriyle sadece 20 dakika, iki gardiyanın refakati altında görüştürülmesi kabul edilemez bir insan hakkı ihlalidir.
Çocuklar ile annenin yaptığı telefon görüşmeleri kayıtlarında çocukların ağlayarak annelerini istemesi buna rağmen alman yetimhanesindeki gardiyanların! Suç bastırır gibi Natalie’yi dikkatli konuşması için uyarmaları ve tehdit etmeleri tipik bir nazi soğukluğudur!
Almanya’da anne ve çocukların birbirlerine kavuşmaları için sürdürülen kampanyalardan -çocukların psikolojilerinin bozulmuş olmasına ve çocukları yetimhanede tutmak için herhangi bir delil bulunmamasına rağmen- henüz bir sonuç alınamamış ve bu kampanyalar alman makamlarınca engellemeye tabi tutulmuştur.

Protesto gösterilerinin hemen ardından çocuklar bulundukları yetimhaneden bilinmeyen başka bir yere nakledilmiş ve annelerine bilgi verilmemiştir. Natalie BRACHT’ın bütün taleplerine rağmen çocuklarının nereye götürüldüğü bilinmemekte ve alman makamlarınca bilgi verilmemektedir.

Bu nazi zulmünün sona ermesi ve anne ve çocukların daha fazla zarar görmeden birbirlerine kavuşmaları için aşağıda Türkçe ve ingilizce örneği bulunan mektup metninin ilgili adreslere gönderilmesi ve alman hükümetine konunun insan hakları aktivistleri tarafından takip edildiğinin bildirilmesi gerekmektedir.

İlgilerinize sunulur!


Üstün BOL
Mazlumder Ankara






Mektup Metni:

Sehr geeehrte Damen und Herren,
Durch Medien habe ich erfahren, daß die Frau Natalie Bracht wegen Ihrem religiösen Bekentniss (Islam) von ihren fünf Kindern entführt wurden ist. Selbst die Behauptungen der britischen Behörden über Frau Bracht, wie das "Lügnerin bzw. Geschichtenerzählerin" richtig wäre, man darf eine Mutter von Ihrem Kinder nicht auf dieser Art und Weise trennen und die Kinder dadurch leiden lassen.
Als ein "Mensch", bitte ich Sie den Fall nochmals zu überprüfen. NEUTRAL und GERECHT.

Es ist eine Unverschämtheit wie man Worte verdreht, Kinder manipuliert und zu Guter letzt die neue Religionszugehörigkeit der Frau Bracht als eine “Gefahr” darstellt, die ihren Kindern “schadet”. In einem Rechtsstaat wie Deutschland dürfte sowas nicht passieren.
Mit freundlichen Grüßen



Sayin yetkililer,

Medya vasıtasıyla, bayan Natalie Braucht'in dini mensubiyetinden dolayı (İslam) çocuklarından uzaklaştırıldığını öğrendim. İngiliz kurumların bayan Braucht hakkında ileri sürdükleri "yalancı, masal anlatan bir hasta" gibi iddiaları doğru olsa dahi, bir anne bu şekilde çocuklarından koparılamaz ve çocuklara böyle bir dram yaşatılamaz.

Bir "insan" olarak, sizden bu olayın yeniden incelenmesini talep ediyorum. Bağımsız ve Adil olarak...

Kelimelerin bağlamlarından saptırılması, çocukların kullanılması, hepsinden daha da önemlisi; bayan Bracht'in mensup olduğu yeni dinin, çocuklara "zarar" verebilecek bir "tehlike" olarak sunulması UTANMAZLIKTIR. Almanya gibi bir hukuk ülkesinde bu tür hadiseler yaşanmamalıdır.

Saygılarımla





e-mail gönderilecek adresleri:

jugendamt.soz@muenchen.de
justm.soz@muenchen.de
waisenhaus.soz@muenchen.de
redaktion-stja.soz@muenchen.de
Webmaster@stmas.bayern.de
poststelle@bmi.bund.de
poststelle@bmfsfj.bund.de
simon@bmfsfj.bund.de
monika.reiter-schwarz@muenchen.de
h.franz@muenchen.de
rolf.waldmann@muenchen.de
walter.stoiber@muenchen.de
poststelle@stmi.bayern.de
Pressestelle@stmas.bayern.de
Poststelle@stmas.bayern.de

7 Ağustos 2009 Cuma

ALİYA...

Komutanımız askerlerini selamlıyor...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

ULUSLARARASI gAF ÖRGÜTÜ!


















Irene HAN!
Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri…
İnternet haberlerinde okuduğumuza göre Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA)’da konuşmuş hanımefendi ve başı örtülülere bol bol mavi boncuk dağıtmış…

Demiş ki:
"Devletin sorumluluğu, bir kadına ne giyeceğini seçmesi konusunda bir düzenlemeye gitmek değil, ona, bu seçimini herhangi bir zorlama ya da şiddete maruz kalmadan yapabileceği bir ortamı sağlamaktır"

Bu kadar da değil, devam etmiş:
"Bu bir ifade özgürlüğü meselesi. Bir kadının başörtüsü takmayı ya da takmamayı seçme hakkı vardır. Devletin sorumluluğu, kadına ne giyeceğini seçmesi konusunda bir düzenlemeye gitmek değil, ona, bu seçimini herhangi bir zorlama ya da şiddete maruz kalmadan yapabileceği bir ortamı sağlamaktır. Bu hem benim, hem de temsil ettiğim kurumun görüşü. Kadınları başörtüsü takmaya veya Suudi Arabistan ve İran'da olduğu gibi vücutlarını örtmeye zorlamak ne kadar yanlışsa, onlardan, Türkiye'deki kurumlarda ya da Fransa'daki okullarda giymemelerini istemek de bir o kadar yanlış. Uluslararası Af Örgütü'nde de başörtüsü takanlar var, takmayanlar var. Kadınları başörtüsü takmaya ya da takmamaya zorlayan yasalara katılmıyoruz"

Ne kadar güzel cümleler değil mi?
Kim bilir içimizden bazıları sonunda birileri bizi anladı diye sevinç gözyaşları dökmüştür.
Ama işin aslı öyle değil!

Irene hanım, SETA’da yaptığı konuşmasında başı örtülülerden hiç bahsetmemiş aslında!
Konuşması bittiğinde MAZLUMDER Genel Başkanı Faruk Ünsal cebinden bir kartpostal çıkartıp Uluslararası AF örgütü Türkiye ve İngiltere şubesinin birlikte bastırdığı 8 Mart dünya kadınlar günü için hazırlanmış kartpostalı göstermiş ve demiş ki:
“Bu kartpostalda haksızlığa uğramış 45 kadın fotoğrafı, 45 haksızlık figürü var. Ancak burada başörtüsü sorunu yaşayan kadınlar yok. Siz şahsen ve kurum olarak başörtüsü hakkında ne düşünüyorsunuz ve bu kartpostalı nasıl açıklayacaksınız?

Hanfendi bu soru üzerine dağıtmış o mavi boncukları ve fakat bu kartpostala ilişkin herhangi bir açıklama getirmemiş.
İrene Han’ın yanıtında dikkat çeken bir başka husus ise, her nedense baş örtüsü özgürlüğü için düşünceleri sorulmuşken İran ve Suudi Arabistan’dan bahsetmesi.
Türkiye’deki başörtüsü sorununun İran’la ve Arabistan’la bir bağlantısı yok ama hanım efendinin bilinçaltında hiçte masum olmayan düşünceler var.
Bir hakkın savunusu için bir diğerini pazarlayan, birini diğeriyle ölçen ve kıyaslayan kapitalist bir kir!



Kaldı ki sadece bu değil Uluslararası gaf Örgütünün tek kabahati…

israil adlı silahlı çetenin Gazze’ye saldırısı sırasında Mazlumder ve İHD israilin Ankara temsilciliği önünde ortak bir basın açıklaması yaptılar.
Bildiri metni MAZLUMDER ve İHD tarafından imzalanmıştı.
Mazlumder’in eski Genel Başkanı Ömer Faruk GERGERLİOĞLU söylemişti, Uluslararası Af Örgütünün “taraf” olmamak için metne imza atmadığını…
Dünyanın gözleri önünde 1500 can katledilmiş ve insan hakları örgütü olduğunu iddia eden bir gaf örgütü taraf olmamaktan bahsediyor.

Bu kadar da değil. israilin saldırıları biter bitmez aynı gaf örgütü Hamas’ın yargısız infaz yaptığı gerekçesiyle uluslararası bir kampanya başlatıyor!
Ve nedense taraf olmamak kimsenin aklına gelmiyor!

İşine geldiği zaman taraf olan, işine gelmediğinde taraf olmayan sözüm ona bir insan hakları örgütü!

Ama bu piyasada yer edinmek istiyorsanız ara sıra bir şeylerde yapmak gerekiyor.
Gaf örgütü bunun farkında!
Filistinli yerleşimcilerin evlerinin yıkılmasına karşı kampanyalar örgütlüyor.
İçimizin yağları eriyor!
israil elçiliğine, israil savunma bakanlığına, israil hükümetine mektuplar göndertiyor.
israile karşı yapılıyormuş izlenimi verilen, ancak aslında gayrı meşru israil devletini zihinlerde akredite etmeye çalışan ve kamuoyunda israili devlet olarak tanıtan bu kampanya israilin aleyhine mi işliyor?

Gaf örgütü işgalci israilin Filistin topraklarından çıkmasını ve bütün Filistin topraklarının yönetiminin Filistinlilere bırakılmasını savunmuyor.
Aksine iki devlet modeline hizmet ediyor ve israili meşrulaştırıyor.

Bizimde oturduğumuz yerden bu gaf örgütünün insan hakları temelinde ne kadar da insancıl çalışmalar yürüttüğünü, empati yeteneğinin ne kadar gelişmiş olduğunu düşünmemizi istiyor…

Ve son olarak o kartpostalı açıklamak zorundasınız hanfendi!
“Bu bir ifade özgürlüğü meselesi” değil!...
Ya açıklayın, ya da alın mavi boncuklarınızı…



Cyrano De Bergerac
05.07.2009

30 Temmuz 2009 Perşembe

Kapitalizm, Müslüman'ın Hiçbir Şeyidir!




Müstakil İş Adamları Ve Sanayiciler Derneği (MÜSİAD) eski Genel Başkanı Erol Yarar’ın Star gazetesinde bir söyleşisi yayınlandı geçtiğimiz günlerde.
crnd

Kapitalizmin Müslüman zihinlerde akredite olmasına yönelik bir halkla ilişkiler çalışması diyeceğim ama…

Erol YARAR’a haksızlık etmek istemem, zira bu akreditasyonun Sayın YARAR bünyesinde samimiyetle yer ettiğine inananlardanım.

Erol YARAR’ın söylediklerine tek tek girecek değilim, buna ne vaktim var ne de tahammülüm…
Beni ilgilendiren Star gazetesi yazarı Mustafa AKYOL’un bu röportajdan yola çıkarak kaleme aldığı “Kapitalizm Müslüman’ın Yitik Malıdır” () başlıklı iki yazısı…
Mustafa AKYOL aylar önce İslam ve kapitalizmi barıştırma esasına yönelik birkaç makale yazmış, Yeni Şafak gazetesi yazarı Özlem ALBAYRAK’ta reddiye niteliğinde sağlam karşılıklar vermişti.
İkili arasında birkaç yazı süren seviyeli bir polemiği zevkle izlemiştim…
Söz konusu mülakattan yola çıkarak yayımlanan yazılarda Sayın YARAR’ın söylediklerini dikkate almama nedenim, Erol YARAR’ın kazanımları üzerine konuşması ve bu kazanımları hem kendi bünyesinde, hem de kendisine itiraz edebilecekler bünyesinde akredite etme çabasıydı…
Oysa Mustafa AKYOL’un akredite edecek bir sermayeye dahil olduğunu bilmiyorum,
olsa olsa kapitalizmi kendi hayatında akredite ediyor olabilir.
Ancak; bu akreditenin okurları nezdinde de bir karşılığı olduğunu ve İslamcı burjuvazinin Mustafa AKYOL’u zevkle izlediğini de belirtmeliyim.
28 Şubat sürecine kadar ve aslında 1994 yerel seçimlerinde refah partisinin ezici bir üstünlük kazanmasıyla birlikte İslami camianın kapitale bakış açısında derin bir kırılma olduğunu hep birlikte gözlemledik.
Bu kırılma “her iktidarın kendi zenginini yaratma” felsefesiyle birlikte, bugün daha da evrilerek içselleştirilmiş bir kapitalizmle karşımızda duruyor.
Kısaca “Zekat’ımı veririm her haltı yerim” diyebileceğimiz bu felsefenin İslami camiada hiçte azımsanmayacak derecede kabul gördüğünü de kabul etmeliyim.
Bu kabulleniş aslında yenilmişliğin tezahürüdür.
İdeolojisini, düşüncesini, felsefesini kaybedenlerin veya var olduğunu zannettiği bu değerlerin küçük basit ezberlerden ibaret olduğunu anlayan ve direnmek yerine teslim olmayı seçenlerin, dünyada sadece bir hacim işgal ettiğini düşünen ve hayatının anlamının uzayda işgal ettiği alanla sınırlı olduğunu düşünenlerin yapabileceği başka bir şey de yoktur!
Gazali’nin Hikmetler Kitabı’nda “Yeryüzünün Yaratılmasındaki Hikmetler” başlığı altında şöyle bir paragraf yer alır:
“Allah’ın dağlarda altın ve gümüşü belli bir ölçüye göre var etmesine bir bak! Kudretinin genişliğine ve nimetinin kapsayıcılığına rağmen, bu ikisini, sudan farklı olarak bol miktarda yaratmamış ve ortaya çıkarılmasını da kolaylaştırmamıştır.
Bunun sebebi de, şu ayette ifade edildiği gibi, Allah’ın yarattıklarına en uygun olanını ezeli ilmiyle bilmesidir:”Hiçbir şey yok ki, onun hazinesi bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir miktar ile indiririz.”(Hicr:21)”
Mustafa Akyol’un yazısı “Zekatımı veririm…” diyen İslamcı burjuvazinin gönlünü ne kadar ferahlatmıştır bilmem.
Ama kendisini İslamcı burjuvazi olarak tanımlayan kesim “suyun mülkiyeti” sorununu çözmeden kapitalizmle aidiyet sorununu çözemez!
Allah’ın tıpkı hava gibi insanlara yaşam için bahşettiği suyun paketlenerek bir kapitalist meta haline dönüştürülmesinde bir sıkıntı var mı, yok mu?
Suyun mülkiyeti kimin?
Devlet dediğimiz aygıt insanlara bedelsiz bahşedilen, insanlığın ortak değeri olan suyu bir
şirkete ihale edebilir mi?
Su kaynaklarının kıtlığı, paketleme maliyeti, dağıtım sorunu gibi nedenlerle su bir kapital olarak değerlendirilebilir mi?
Kapitalist algılarla bakınca devletin küçülmesinden, devletin bakkal işletmemesinden bahsedeceksiniz biliyorum.
Her işin özel sektöre ihalesinden, her devletin kendi zenginini üretmesinden!
Daha suyun üzerinde bile mutabakata varamamışken petrole, altın ve gümüş rezervlerine girmeye hiç gerek yok.
Altın ve gümüşün, petrolün ve yer altı zenginliklerinin insanlığın ortak değeri olduğundan hiç bahsetmeyeceğim.
Allah dileseydi yer altı ve yerüstü zenginliklerini hem çok, hem de kolay erişilebilir kılardı. Öyle söylüyor Gazali…
Gazali’den yüzyıllar sonra yönetmen Sırrı Süreyya Önder’de şöyle söylüyor: “Eğer İslam alimi olsaydım ve İslam’ın şartlarına bir altıncı madde eklemem gerekseydi, antiemperyalizm eklerdim.”
“Sırrı Süreyya Önder iyi ki İslam alimi değil” diyorsunuz değil mi?
Kapitalizm, emperyalizmin babasıdır!
Gazali’ye de, Sırrı Süreyya Önder’e de selam olsun…



Cyrano de Bergerac

27 Temmuz 2009 Pazartesi

YARGI CUMHURİYETİNE KARŞI, HUKUK DEVLETİ!






Türkiye hızla bir “yargıcı” cumhuriyetine dönüşmektedir.

Normal ülkelerde olduğu gibi hukuk devletinin öncelendiği bir yönetim şeklini savunmak yerine, uzunca bir süredir yargıcıların yasama ve yürütmeye de müdahil olduğu ve ideolojik düşüncelerini bu alanlara yansıttıkları bilinmektedir.



“Yargı Bağımsızlığı” klişe’sinin arkasına saklanarak çoğu zaman millet iradesini saf dışı etmeye çalışan ve bunda da bugüne kadar başarılı olan söz konusu yapılanma yargı bağımsızlığının önündeki en büyük engeldir.

Bulunduğu konumu, hukuki niteliğine değil, ideolojik niceliğine borçlu olan ve saltanatını devam ettirebilmek için ideolojik niceliğin hakkını vermeye çalışan, bunu yapabilmek içinde hukuk devleti kuramını yerle bir edebilen yargıcıları istemiyoruz.



Devam etmekte olan bir yargılama sürecine müdahil olan, müdahil olduğu davada yargılanan sanıklarla birlikte çekilmiş fotoğrafları gazetelerde yayınlanan ve sadece bu nedenle istifa etmesi gerekirken, soruşturmayı sürdüren savcıları görevden almaya çalışan yargıcıları ve bu yargıcılar ile aynı çizgiyi koruyan diğer yargıcıları onurlu bir davranış sergilemeye ve istifa etmeye çağırıyoruz.



Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeleri “yargı bağımsızlığı”na gerçekten inanıyorlarsa, “yargı bağımsızlığı” siyasi iktidarları köşeye sıkıştırmak için kullanılan siyasi ve ideolojik bir argüman değilse HSYK, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılar üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktan vazgeçmelidir.

Hiçbir yargıcının, sürdürülen bir soruşturmada sanıkların avukatlığını üstlenmesine de gerek yoktur.

Kaldı ki İttihat ve Terakki örgütü görünümlü bir siyasi parti zaten Ergenekon örgütünün avukatlığını gönüllü olarak yapmaktadır.

Yargıcıların bu siyasi hareketle bağlantılıymış hissi veren yaklaşım ve tutumları tarafsızlıklarına ve bağımsızlıklarına gölge düşürebilecektir.

Yargıcılar bu siyasi partinin yandaşı değillerse ve hukukun üstünlüğüne inanıyorlarsa sanıklar kendi yakınları bile olsa soruşturmaya hukukçu gözüyle yaklaşmak zorundadırlar.

Yargıcıların soruşturmaya ve soruşturmayı sürdüren savcılara yaklaşımı bu yönde değilse kendilerinin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ortadan kalktığından istifa etmeleri elzemdir.

İstifa eden yargıcıların yerine en az onlar kadar tarafsız ve en az onlar kadar bağımsız yargıcıların atanacağından kimsenin şüphesi yoktur. 27.07.2009



Üstün BOL

Mazlumder Ankara Şube Başkanı

tagore