19 Ocak 2011 Çarşamba

Kimsesizlerin ‘Müntakim’i





Emine ve Sevilay için…




Dünyalarımız küçücük.

Gözlerimizin görebildiğinin, kulaklarımızın duyabildiğinin ötesinde gerçek ve acı hayatlar var.

Bir çatı katında, depodan bozma bir çatı katında yaşanır bazen hayatlar.

O çatı katları ki her yağmur yağdığında kovalar serpiştirilir odanın yüzeyine.

Belediyeden kömür alınabilmişse, ölüme/karbonmonoksite inat anneler sarılır yavrularına.

Ve şükürler edilir bu geceyi de ısınarak geçirebildikleri için.

Yarın başka bir gündür artık ve yarında Allah, dünkü kadar Kerim’dir, şüphesiz.

On bir yaşında kız çocukları konfeksiyon atölyelerine giderler çalışmak için.

Anneleri yemek pişirir bir işyerinde.

300 Liraya sigortasız ve gün aşırı, hazır giyim atölyelerinde tüketilir hayatlar.

Yetişecek işler vardır ve o yüzden sabaha kadar çalışılması gerekmektedir.

Ve sabah olduğunda yetişecek yeni işler gelmiştir tezgahın üzerine.

On bir yaşında hayatlar; ayda 300 liraya, yağmur yağdığında akıtan tek göz bir odada kömür yansın ve akşam yemek pişirebilsinler diye…

Patronun çocukları daha lüks arabalara binebilsin, özel okullarda daha rahat okuyabilsin diye, peşkeş çekilmektedir.

Bir boğaz eksik olsun ve Allah diyebilsin için dilleri, kız kardeşler Kur’an kursuna gönderilmiştir.

On beş günde bir görebildiği çocuğunu Kur’an kursundan alıp eve getirebilmek için, işyerinden izin alamayan anneleri vardır kimi kız çocuklarının…

İzin alamamak anne için bir ay daha görememek demektir kızını…

İş sahibi içinse muhasebe kayıtlarında “kar” diye yazılacaktır.

Anneler kömür sobalarının etrafında diğer kızını koynuna alarak giderir belki göremediği yavrusunun özlemini.

Patronların hırsını ise doyuramaz hiçbir yeryüzü hazinesi

Anneler karbonmonoksiti bu yüzden severler belki de.

Çocuklar ölüme inat anneleriyle birlikte karbonmonoksitin de girerler koynuna.

Allah Muntakim’dir şüphesiz.

Ama Allah herkesten çok kimsesizlerin Muntakim’idir.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılarına Sevgilerimle

İktidar “Su’ya benzer.

Nerede olursa olsun, kimin iktidarı olursa olsun; içinde bulunduğu kabın şeklini alır iktidar.

Suyun mineral oranı, saflık derecesi fark etmez.

Siyasal erk’in dışında kalanlar-anarşistler/muhalifler- ancak bu şekil almadan korunabilir.

AK Parti iktidarının ilk gününden bugüne kadar bakıldığında aslında bulunduğu kabın şeklini almaya çok meyyal olduğu görülür.

Ne var ki bu ülkenin kapı gibi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıları vardır ve onlar bu normalleşmeye! Asla izin vermezler.

AK Parti iktidarının içinden çıktığı gelenek incelenirse Vural Savaş’ın hangi Adalet Bakanının önerisi ile Başsavcı yapıldığı, Ali Suat Ertosun’un hangi Adalet Bakanının elinden ödül aldığı görülür.

Bunlar normalleşme, içinde bulunduğu kabın şeklini alma girişimleridir aslında.

Bu şekil alışın, bu devletleşmenin amacı akredite olmak, varlığını tartışılır olmaktan çıkarmaktır.

Ama ne yaparsanız yapın ne kadar devletleşirseniz devletleşin atadığınız adamlar ipinizi çeker…

28 Şubat’ın özeti budur aslında.

Ak Partiyi bu devletleşme sürecinden uzak tutan üst üste yediği muhtıralar ve parti kapatma davalarıydı.

Bürokratik oligarşi AK Partinin normalleşmesine izin verseydi muhtemelen bir süredir yaşadığımız devletleşme süreci iktidarın ilk günlerinde kendini gösterecekti.

Ve eğer bu gerçekleşseydi, AK Parti iktidarında gördüğümüz iyileştirmelerin büyük çoğunluğu da gerçekleşmeyecekti.

O zaman ne Anayasa Mahkemesinin yapısı, ne HSYK ne de yeni anayasa diye bir gündemi olmayacaktı siyasi iktidarın.

Daha da kötüsü bugün “Ergenekon” davası dediğimiz bir süreçte yaşanmayacaktı.

Bütün bunların yanında Avrupa Birliğinin dayatmalarıyla anayasa ve yasalarda yapılan düzenlemeleri saymıyorum bile.

Ancak; bundan sonrası için endişelenmemiz gerekiyor sanırım.

Siyasi iktidarın bürokratik oligarşi- derin devlet karşısında elinin güçlenmiş olması; hem HSYK, hem AYM’nin yapısında gidilen değişiklik, Genelkurmayın siyasi iktidar karşısında geri çekilmiş olması Ak Partinin devletleşmesi gibi bir tehlikeye yol açıyor.

Düne kadar devlete otoritesini kabul ettirme derdinde olan ve fakat artık bu sorunu aşıp devlet benim diyen bir iktidar korkulması gereken bir iktidardır.

İktidar sözcülerinin zaman zaman kullandıkları ifadeler bu şekil almanın geldiği boyutu gösteriyor.

Eğitim Bakanının başörtülü eğitim taleplerini provokatörlük olarak değerlendirmesi, Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanının başörtülü öğrencilerin velayetlerini ailelerinden almakla tehdit etmesi, çarşıda pazarda kullanılacak iki dilli tabelalara ilişkin verilen tepkiler, zaten ağır aksak ilerleyen açılım projesinin seçim sonrasına ertelenmesi, polisin kullandığı aşırı güç karşısında takınılan tavır ve daha bir dizi çalışma iktidarın şekil alma konusunda oldukça ilerlediğini gösteriyor.

Hele hele İsrail’in OECD üyeliğinin Türkiye tarafından onanması ve füze kalkanı projesinin kabul edilmesi iktidarın “devletleşme” sürecinin önemli göstergeleri.

Türk derin devleti akıllı olabilseydi AK Partiyi yıllar önce bu tuzağa düşürebilirdi.

Ve bizler bugün yeterli bulmayıp şikayet ettiğimiz değişikliklerin hiçbirini göremeyebilirdik.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıları Ak Partiyi rahat bıraksalardı, Anayasa Mahkemesi demoklesin kılıcı gibi sallanıp durmasaydı iktidar üzerinde, İdari Yargı kendisini yalanlamak pahasına siyasi kararlar vermeseydi her şey çok farklı olabilirdi.

O yüzden Cumhuriyet başsavcılarına ve derin bürokratik yapının bütün unsurlarına müteşekkiriz!

Elde edilen bütün kazanımlarda en büyük pay istemeden de olsa onların.

Siyasi iktidar ise umarım devletin şekline bürünmekte ısrar etmez.

Celladına aşık olmanın hiç lüzumu yok çünkü!

tagore