31 Ekim 2010 Pazar

YASAK RAPORU / HAYALLE GERÇEK ARASINDA




Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu Cumartesi günü (30 Ekim) iki yüz kırk sekizinci (Rakamla 248) eylemini gerçekleştirdi, Sıhhiye Abdi İpekçi Parkında.
Ecenur, Diyarbakır’da iki yıldır okuluna başörtülü girebilmek için direniyor.
Kocaeli’nde, Sakarya/ Akyazı’da, Van’da, Bursa’da, Konya’da çoğunlukla Mazlumder öncülüğünde bir araya gelmiş aktivistler var.
Kimi her hafta, kimi on beş günde bir yasağı unutturmamak için çalışıyor.
Ankara’da neredeyse bütün üniversitelerde bazılarında bütün fakülte ve bölümlerde, bazılarında sadece belirli fakülte ve bölümlerde başörtüsü yasağı sürüyor.
Anadolu’nun çeşitli illerindeki üniversitelerde de yasakta direnenlerin olduğunu biliyoruz.
Bazen yasak öyle anlamsız bir hal alabiliyor ki, aynı stajı farklı iki hocadan alan aynı sınıftaki tıp fakültesi öğrencilerinin birinin başı açılmaya zorlanırken diğeri “Size saygı duyuyorum” denilerek içeri alınabiliyor.
İçeri girebilen giremeyen arkadaşı yüzünden derse girdiğine sevinemiyor, diğeri içeri alınmadığı için giren arkadaşına imreniyor.

CHP ve AKP arasında sanki bir mutabakat var.
Hizmet alan/hizmet veren ayrımında fit olmuş durumdalar.
Bu anlaşmaya sadık kalındığı sürece CHP sessiz takibini sürdürecek.
AKP ise seçime kadar yasağın fiilen çözümünü bekleyecek.
Bu arada omzu kalabalıklar resepsiyona gelmemişmiş, başörtülüler girdi diye salonu terk etmişmiş çok önemli değil!

CHP ile AKP arasındaki yazılı olmayan uzlaşma beyanatlara da yansıdı geçtiğimiz günlerde.
Eğitim Bakanının İlkokullarda Başörtü talebini provakasyon olarak nitelemesi ve zamanlamasına dikkat çekmesi manidardı.
Hemen ardından Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül’ün kutsal devletçi açıklaması geldi. “Gerekirse devlet çocukların velayetini alır”
Bunlar tesadüf değildi elbette.
İsterseniz Eğitim Bakanı’nın “Tam da türban sorununu çözüyorduk” diye bahsettiği üniversitelere bakalım, çözülen neymiş, Ankara üniversiteleri çapında bir değerlendirelim.

Gazi Üniversitesi İktisat Kampüsü: YÖK’ün yazısından sonra iki hafta başörtülü öğrenciler derse girebildi. Sonra dekanın canı sıkıldığı için derslikler dışında kampüse dahi başörtülü girişler yasaklandı.
Hacettepe Üniversitesi: Kampüslerde farklı bölümlerin farklı uygulamaları var. Kimi az sayıda kampüse başörtülü girilebilirken, çoğunlukla kampüse yaklaşılamıyor bile! Derslerde sözlü uyarı, ardından tutanak tutuluyor. Özellikle bazı bölümlerde hocalarla ve yobaz öğrencilerle uzun tartışmalar, gerginlikler yaşanıyor. Bazı kampüslerde öğrenci yurduna, öğrenci yemekhanesine ve kütüphaneye başörtülüler alınmıyor.
Başkent Üniversitesi: Kampüs girişlerinde birkaç tartışma sonrasında girişler serbest. Derslerde sözlü uyarı yapılıp, tutanak tutuluyor. Hocalar öğrencileri “Yakında Danıştay’dan karar çıkacak göreceksiniz” diye tehdit ediyor.
ODTÜ Bütün Bölümler: Kimya bölümü gibi gerici alanlar dışında genellikle hocalarla sıkıntı yaşanmıyor. Ancak; kampüs girişlerinde her sabah Üniversitenin GÜVE’leri tarafından otobüsler durduruluyor. Başörtülü öğrencilerden otobüslerden inmeleri isteniyor. Kimliklerine el konulmaya çalışılıyor. Uzun tartışmalardan sonra direnen öğrenciler içeri girebiliyor. İstisnasız her sabah güve’lerle öğrenciler arasında gerilim yaşanıyor. Bununla birlikte yobaz öğrenciler ve yobaz otobüs şoförleri ile de boğuşmak zorunda kalıyor başörtülüler.
Ankara Üniversitesi: Pekçok kampüse başörtülü girilemiyor. Öğrenciler başlarını açmak ya da peruk takmak zorunda kalıyor. Derslerde keyfi uygulamalar var. Yasağın en katı uygulandığı bölümler bu üniversitede.

Eğitim Bakanının tam da çözdüğü başörtüsü sorunu böyle yaşanıyor işte Ankara’da. Birde işin hakaret kısmı var ki şimdi ona hiç girmeyeyim. “Göz zevkimi bozuyorsun”dan, “Çok çirkinsin”e kadar uzayan kabarık bir liste var elimde…

İşin birde mahalle baskısı var elbette.
Çocuklar iki tür baskının altında eziliyorlar.
Bir yanda kendileri gibi düşünen ama “Yine başımıza iş açacaksınız, ne güzel alışmıştık” diye söylenen kuru bir kalabalık…
Diğer yanda “Burası beyaz Türklerin, sizi istemiyoruz” diyen ulusalcı yobaz öğrenciler.
Bırakın ulusalcılara anlatmayı, daha kendi mahallesine derdini anlatamayan çocuklar bunlar.
Ve bunca karmaşa arasında psikolojileri altüst olmuş durumda.
Yarın başlarına ne geleceğini bilmiyorlar, bu şekilde ne kadar devam edebileceklerini de…
Çoğu ailesinin desteğini alamıyor.
Çoğunun maddi imkanları sınırlı.
Değil bir dönem, birkaç gün bile okulu uzatmaya takatleri yok.
Ailelerine verilmiş sözleri var kimisinin…

Ve biz erkekler kahramancılık oynuyoruz bu çocuklar üzerinden.
Zafer Üskül’ün yaptığını tersten yapıyoruz…
Bir direnişi Ecenur üzerinden örgütlüyoruz.
Küçücük bir çocuğun omuzlarına yıkıyoruz bütün yükü.
Onun psikolojisini düşünmeden, kendi yapamadıklarımızı ona yaptırmaya çalışıyoruz.
Üniversitelerde sorunu bir avuç kızın omuzlarına yıktığımız gibi…
Çünkü büyüyecek kızlarımız var bizim!
Bugün yarın onlar üniversiteye başlarsa sorun kalmasın istiyoruz.
Birileri bedel ödeyecekse, bizim kızımız ödemesin, başkalarının kızları ödesin istiyoruz.
Eğer o vakte kadar çözülmezse sorun Budapeşte’de, Viyana’da, Amerika’da okuturuz nasılsa… O da çok dert değil!
Elimizi taşın altına sokmak yerine, birilerinin elini sürekli iteliyoruz.
Sakallı erkek öğrenciler boşu boşuna uyarmıyor başörtülü arkadaşlarını “Başınızı belaya sokacaksınız, akıllı olun” diye.
Bir erkek için, bundan ibaret olabiliyor bazen her şey.
Ve Zafer Üskül sakalsız bir erkek olarak faşizimcilik oynayabiliyor devlet katında.

Zafer Üskül “Heyt be! Ben eskiden nasıl solcuydum” tiriplerinden kurtulsa ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı gibi davransa mesela.
Bir sabah toplasa komisyon üyelerini tebdili kıyafet ODTÜ otobüsüne bindirse…
Birkaç tane başörtülü kızın otobüsten inmemek için nasıl direndiğini görse ve bir el uzatsa…
Sonra mimarlık fakültesinde bir derse girse mesela…
Çirkinleşen hocaya “Hey Teacher” diye seslense…
Tutanak tutan öğretim görevlisine karşı, başörtülü kızın tutanağını imzalasa…
Ve sonra; ben dahil, Üskül dahil bütün erkekler sussa.
Çok şey mi istiyorum…

Zafer Üskül Hemen İstifa Etmeli

Natalie BRACHT

Alman asıllı bir İngiliz vatandaşı…

Yahudi asıllı eşinden boşanmasıyla başlıyor her şey.

Önce İngiliz hükümeti ardından da Alman hükümetinin baskıları sonucunda 5 çocuğundan ayırılıyor.

Annenin her nedense Müslüman olduktan sonra psikolojik rahatsızlıkları olduğunu keşfediyor eski eşi. Çocukların eşinden ayrı tutulmasını istiyor.

Çocuklar bir Alman yetimhanesine alınıyor. Günlerce anneye çocuklarının nerede olduğu söylenmiyor.

Daha sonra çocuklarının yerini buluyor Natalie. Çocukların Anneleriyle Haftada bir defa, kızlarından her biriyle sadece beş dakika süreyle ve bir görevlinin denetimi altında görüşmesine; her 4–7 haftada bir kere, kızlarından biriyle sadece 20 dakika, iki gardiyanın refakati altında görüşmesine izin veriliyor. Tipik nazi terörü!

Uzun ve acıklı bir hikayesi var Natalie’nin..



Soner ERÇİM

ODTÜ güvenlik görevlisi…

2008’in Mart ayı…

AK Parti ve MHP başörtüsü konusunda uzlaşmış, meclisten yasal bir düzenleme geçmiş ve üniversitelerde başörtüsü yasağı kaldırılmış.

Soner ERÇİM ertesi gün ODTÜ kapılarını başörtülülere açıyor.

Hemen ardından da üniversite yönetimi tarafından önce başka bir bölgeye sürgün ediliyor, ardından güvenlik görevlisi olmasına rağmen başka bir işle görevlendiriliyor.

Yetmiyor, attığı her adımdan dolayı soruşturma geçiriyor…

Bu da yetmiyor, bir sabah 5 dakika geç kalması bahane edilerek işine son veriliyor.

“Yüce yargıcılar” Soner Erçim’in görev yerine geç gelme bahanesiyle memuriyetten atılmasını haklı buluyor ve ERÇİM işsiz ve çocuklu bir şekilde sefalete terk ediliyor.



ECENUR

Daha YÖK yazısı ortalıkta yokken, daha seçime çok varken! Ecenur diye bir kız ilkokula başörtüsü ile girmeyi deniyor Diyarbakır’da.

2009’dan bahsediyorum, daha referandumdan söz edilmezken, Kılıçdaroğlu daha teşrif etmemişken hayatımıza…

Sencer hocam bilim kurulu başkanı olmadan mesela…

Babası ne olursa olsun başörtüsüyle girecek diyor. O Okuldan diğerine, oradan bir diğerine sürgün ediliyor, Küçük Ecenur.

Hakkında soruşturmalar açılıyor, cezalar alıyor ama ailesi vazgeçmiyor kararlılığından.

Bir gün bir yerde yeter artık diyor Eğitim Bakanlığının memurları.

Ne haliniz varsa görün…

Ecenur aylar sonra verdiği mücadele için provakatörlükle suçlanacağından habersizdir henüz…



Nimet ÇUBUKÇU

Baştan söyleyelim eğitimin milli’si, milsiz’i olmaz. O yüzden Eğitim Bakanı!

Torna tornadır. Milli torna, Milsiz torna diye ayrılmaz tornacılar.

Neyse topa ilk giren o oldu.

Ecenur dışında Adana ve Mersin’de de başörtülü ilkokula girme talepleri yansıdı kamuoyuna.

Zamanlamaya dikkat çekti Eğitim Bakanı.

“Tam üniversitede başörtüsü sorununu çözüyorduk ki…” diye devam etti.

Pası alan medya bir anda ailelerin ‘hizbullah’la bağlantısını deşifre etti!

Hizbullah davasından ceza almış, hüküm giymiş veli haberleri doldurdu gazete sayfalarını.

Oysa JİTEM gibi bir yapılanmaydı ‘hizbullah’.

Made in T.C.

İster derin devlet deyin adına, ister başka bir şey.

Hepimiz biliyoruz ki ‘hizbullah’ PKK’ya karşı bir antigüç olarak kullanıldı.

Operasyonlar bu örgüt üzerinden yapıldı.

Önce desteklendi örgüt, beslendi, sonra da sağıldı.

Sadece PKK ile değil İslami unsurlarla da çatıştırıldı. Kimi cemaat liderleri, mensupları, imamlar… Bu örgüt eliyle öldürüldü…

Sonra ömrü biten her eşya gibi raftan tavan arasına kaldırıldı.

Hepsi bu…



Zafer ÜSKÜL

AKparti milletvekili.

İnsan Hakları İnceleme Komisyonu başkanı.

Pası en iyi o değerlendirdi. Hem CHP tribünleri de arkasındaydı.

“Çocuğuna zorla başörtüsü takıp eğitim hakkını engelleyen velinin velayetini elinden alır devlet” dedi.

Sosyal demokrasiden, faşizme uzanan ince uzun bir çizgi işte…

CHP bile faşizmde bu noktaya ulaşamamıştı daha.

İster Natalie’nin çocuklarını elinden alsın nazi Almanyası, ister çocukların velayetini almakla tehdit etsin TC!

Zafer ÜSKÜL’ün insan Hakları Komisyonu başkanı olması facianın büyüklüğünü ortaya koyması açısından önemli.

Ulusal ve uluslar arası sözleşmelerde çocuğun velayetinin, her türlü haklarının, eğitiminin, tercihlerinin ebeveynleri üzerinde olduğunu bilemeyecek kadar yoksun olabilir mi hukuk bilgisinden?

Ailelerin dini ve felsefi görüşlerine göre çocuklarını biçimlendirebileceklerinden gerçekten habersiz mi?



* *

Soner ERÇİM memuriyetten atılıp hayat karşısında çırılçıplak bırakılırken ne Zafer Üskül ne de Nimet Çubukçu yoktu yanında.

Üniversiteli kızlar başörtülü oldukları için kapılar yüzlerine kapanırken Eğitim bakanını hiç göremedik aramızda.

Çözüldü çözülecek dediği sorunun Ankara üniversitelerinde ne halde olduğundan bile habersiz Çubukçu.

Çocukların her sabah üniversite güve’leriyle nasıl çatıştıklarından, üstelik her sabah bu sinir harbini yaşamanın nasıl bir duygu olduğundan da habersiz.

Ecenur okuldan okula sürgün edilirken, soruşturmalar geçirip, cezalar alırken, suratsız öğretmenler, idareciler karşısında titrerken Eğitim Bakanı yine yoktu ortalıkta.

Çünkü konjenktür Üskül’e de, Çubukçu’ya da tehlikeden uzak durmayı söylüyordu. “Arızalı” tiplerle yan yana gelmek, onları haksızlığa uğrasalar da müdafaa etmek siyasi hayatları için tehlikeli olabilirdi.



Her türlü siyasi beklenti bir şekilde izole edilebilir belki.

Bakan Çubukçu’nun oportünist gerekçeleri olabilir.

Aynı şeyi, aynı derecede hissetmeyebiliriz mesela onlarla.

Başörtülü kızların yaşadıkları anlamlı gelmeyebilir. Açsınlar başlarını girsinler ne var bunda diyebilir.

Ama zafer Üskül’ün durumu hiçbir şekilde tevil edilemez.

Zira başkanı olduğu komisyon buna izin vermez.

Yurttaşla devlet arasında tercih yaparken devletten yana tavır koyan bir insan hakları komisyonu başkanı olamaz.

Olursa bu bir utanç vesikası olur.

Zafer ÜSKÜL bu utanca izin vermeyecektir sanırım. İstifa ederek insan hakları komisyonunun saygınlığını kurtaracaktır. Çok lafı eğmeden, bükmeden doğrudan hata yaptığını itiraf ederek, özür dileyerek olmalı bu istifa.


Hizbullah meselesine gelince…

Bu aile içi bir durum!

Devlet kendi arşivlerine dönerse, hizbullah’ın kim olduğuyla devlet kayıtlarında nasıl yer aldığıyla ilgilenirse mesele kalmaz.

Ama yok, kol kırılır yen içinde kalır derse o başka!

20 Ekim 2010 Çarşamba

N.Ç.





Sayılarla aram iyi değil…
Her şeyin ama istisnasız her şeyin nesneleştirilmesinden nefret ediyorum.
Beni rahatsız eden bir başka şeyde muhafazakârlaşmak…
Birkaç temel ölçütü var muhafazakârlaşmanın.
Önce eskiyle ilinti tartışmasız olacak.
Sonra her şey itina ile tevil edilecek.
Büyüklerimizin vardır bir bildiği denilecek
Eskiyle yeni arasında hem eskici, hem yenici bir yerde durulacak.
Duruma göre eskiye, duruma göre yeniye tapılacak.
Eskinin yanlışları bile kutsal olacağı gibi, yeninin de her şeyi mutlak doğru kabul edilecek…
Ama hepsinden önemlisi her şart altında itaat ve uyum gerek ve yeter şart olacak…

Hızla muhafazakârlaşıyoruz farkında mısınız?
Bunu söyleyince sanki dindarlaşıyormuşuz gibi anlıyor herkes.
Oysa muhafazakârlaşmak uzaklaşmaktır dindarlıktan.
Hem muhafazakârın dinlisi, dinsizi de olmaz.
Kemalist bir solcuyla, milliyetçi bir sağcı arasında işte bu yüzden zerre fark bulunmaz…

Kadın bedeni üzerinde dozajı giderek artan bir şiddet zorla sokuluyor gözümüze.
Televizyon dizilerinde tecavüz meşrulaştırılıyor.
En çokta “erkek ihtiyaçlarının”, “erkek fantezilerinin” meşrulaştırılması yapılmaya çalışılan.
Çünkü kadın bedeni üzerinden bir meşrulaştırma bu, geçer akçe üzerinden.
Modern zamanlardan önce de böyleydi.
Geleneksel Türk toplumlarında erkek evlat hep el üstünde tutuldu.
Savaşı ve gücü kutsayan binlerce yıllık bir gelenekten bahsediyoruz.
En dindar geçinen ailelerde bile erkek evlatlarının kız arkadaşı olması gururla karşılanıp, tebessümle geçiştirilirken; kız çocuklarında bu davranış ahlaksızlığın sembolü kabul edilip, değişik oranlarda şiddetle karşılık buluyor.

Kendi gençliğinde zina dahil Allah’ın sınırlarını zorlayan, ihlal eden nice büyüğümüz ailesi söz konusu olduğunda ahlak abidesi kesilebiliyor.
Bir araştırma yapılsa dindar erkeklerin gençliklerinde veya sonrasında ne kadarının zinaya bulaştığına dair…
Sanırım hiçbirimiz sonucu görmek dahi istemeyiz.

Solcular açısından da durum parlak değil.
Nice anlı şanlı sosyalistin “kadın eti” kullanımını meşru gördüğüne şahidim.
“Beden işçisi” diyerek işçi sınıfı üzerinden bir kutsallaştırmayı da ahlaksızca buluyorum.
Burada da aslında kadının “ihtiyaç giderici” fonksiyonuna vurgu yapılıyor.
Doğrusu sosyalist kadınların bu saçmalıklara nasıl tahammül edebildiklerini de anlamış değilim.

Pipa Bacca’nın Kocaeli’de tecavüz edilerek öldürüldüğü haberinin ardından arkadaşlarıyla böğürerek konuşan tiplere şahit olmuştum.
Burası Türkiye diyordu bu yaratıklar. “Sen ne akılla kalktın da otostopla buralara geldin. İtalya’dan buraya gelinceye kadar başına bir şey gelmediğine dua et!”

Bir hayattan bahsediyoruz arkadaşlar!
Tecavüz edilerek son verilmiş bir hayattan.
Üstelik Filistin’de barışa dikkat çekmek için yola koyulmuş bir hayattan
Ve bu durum karşısında kimi biyolojik canlılar Türk erkeğinin cinsel gücüne ilişkin sıradan espiriler üretebiliyorlar.
Pipa Bacca’ya tecavüz ederek öldüren katil her akşam evine gidip kızının saçlarını okşuyordu düşünsenize!

Anadolu’nun doğusunda geçkin yaşına rağmen hiç evlenmemiş kızlar var.
Bir gün sorguya alınmışlar üniformalılar tarafından.
Sonra eve dönüp bir odaya kapanmışlar ve bir daha çıkmamışlar o odadan.
Kimse neden odadan çıkmadığını sormamış, onlar neden girdiklerini anlatmamış.
Ama sormayanda, söylemeyende hep biliyormuş nedenini!

Söz konusu erkek olunca ne çok hafifletici sebep bulabiliyoruz değil mi?
En hafifi “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” ile başlıyor tevillerimizin.

Onlarca kişinin N.Ç.’ye tecavüzünden bahsediyoruz.
Üstelik bu iğrençlik ülkenin okumuş yazmış çocuklarının elleriyle gerçekleşiyor,
göbeğini kaşıyan adamlardan çok…
“Yüce mahkeme” tecavüzün hafifletici sebeplerinden söz ediyor.

Tecavüz zanlılarının da çocukları var.
Ve onlarda yakalanıncaya kadar her akşam kızlarının başlarını okşadılar.
Hakimler de her akşam kızlarının başını okşuyor.

Erkek olmanın tadını çıkarıyor birileri…
Ve kız olmanın bedelini ödüyor diğerleri.
Her gün biraz daha nesneleşiyor dünya.
Her gün nesneler, biraz daha dünyalaşıyor.

Ve biz kayboluyoruz nesneler arasında…

15 Ekim 2010 Cuma

Üniversiteler Yetmez




İki hafta kadar önce MAZLUMDER Genel Başkanı ve beraberindekiler Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU ve CHP Milletvekili Haluk KOÇ ile CHP genel merkezinde bir saate yakın Kürt sorununu ve başörtüsü sorununu konuştular.

Görüşmeye hiçbir basın mensubunun alınmaması, parti fotoğrafçısının bile görüşmeyi fotoğraflamaması ilginçti.
Muhtemelen CHP yönetimi İslamcı bir örgütün Başörtüsü ve Kürt sorununa ilişkin taleplerini kendi çatısı altında kamuoyuyla paylaşacak olmasından korktu!

KILIÇDAROĞLU her ne kadar değişim taraftarı olsa da “Beyaz Türk”lerin CHP içinde ipleri tam olarak teslim etmediği bir gerçek. Öte yandan Alevi ve Kürt’te olsa KILIÇDAROĞLU’nun bir yanında da “Beyaz Türk” bir damar olduğunu unutmamalıyız.

Nereden biliyoruz? CHP Genel Başkanının başörtüsüne ilişkin her söz alışımızda “Sencer Hoca çalışıyor” demesinden biliyoruz. Kürt sorununa ilişkin her sözümüze “Haluk bey bölgeden daha yeni döndü, çalışıyoruz” demesinden biliyoruz.

Bu görüşmeden birkaç gün sonra ortaya çıkan İran ve Pakistan modeli çözüm önerileri Sencer hoca tavrını da, görüşmenin basına kapalı yapılmasını da açıklıyor aslında. Diğer yandan Kürt sorununa ilişkin MAZLUMDER taleplerini de CHP yönetiminin sindiremediği aşikâr!

Kürt sorununu şimdilik bir kenara bırakırsak başörtüsü sorununda baş döndürücü bir hızla gelişmeler yaşanıyor.
YÖK’nun İstanbul Üniversitesine yazdığı yazıyla başlayan ve diğer üniversitelerde başörtülü öğrencilerin ısrarlı talepleriyle genişleyen bir rahatlama gözleniyor. Bu hız elbette bazı yanlış okumaları da beraberinde getiriyor.

Öncelikle yasal açıdan dünle bugün arasında hiçbir fark olmadığını, yasalar açısından dün yasak olmadığı gibi bugünde bir yasak olmadığını belirtmeliyiz.

YÖK’ün yasağı kaldırdığı şeklindeki beyanların doğru olmadığının altını çizmeliyiz. Zira YÖK anayasa ve yasalarda bulunmayan bir yasak koyamayacağı gibi, olmayan bir yasağı da kaldıramaz.

Yaşanan, fiili durumun başka bir fiili durumla yenilenmesinden ibarettir.
Elbette üniversitelerde başörtüsü sorununun azalması sevindiricidir. Ancak sorunun sadece üniversitelerde yaşandığı gibi bir algıdan da uzak durmalı ve bütün alanlarıyla yasağa karşı çıkmalıyız.

CHP üniversitelerde yasağı kaldırmak konusunda –her ne kadar cılız itirazlar olsa da- sessiz bir destek veriyor. Ancak ön şart olarak da “hizmet alan-hizmet veren” ayrımına vurgu yapıyor.

Öğrencilerin hizmet aldığı ve bu nedenle -vergi dairesinde tahsilat yaparken başörtüsüz mükellef şartı aranmadığı gibi- üniversitelerde başörtüsüz olma şartı aranmayacağını söylüyor. Ancak, çalışma hayatında “hizmet veren”lerin başörtülü olamayacağına dair kesin bir kırmızı çizgi çiziyor.

AK Parti yönetimi ise seçimlere bir yıldan az bir süre kala “hizmet alan-hizmet veren” ayrımına sıcak bakıyor. Her ne kadar Başbakan “Kamusal alan diye bir şey uydurdular” dese de pazarlıklarda AK Parti razı edilmiş gibi.
Hizmet alana serbest, hizmet verene yasak!

Seçimlerin hemen ardından yeni anayasa çalışmalarının başlayacağı düşünüldüğünde bu fiili durumun yeni sakıncalar doğuracağı da anlaşılıyor.

Zira üniversitelerde yasağın fiilen ortadan kalkması anayasaya kılık kıyafetle ilgili düzenlemenin girmemesi anlamına gelebilir. Öyle ya olmayan bir yasak için neden anayasal düzenleme yapılsın!

CHP’nin seçim sonrası en önemli argümanı bu olacak. Başörtüsüne karşı çıkmak yerine yasağın olmadığını ve AKP’nin pirim yapmak için başörtüsüne dolandığını iddia etmek…

Yasağı sadece üniversitelerle sınırlı kabul etmek gibi bir yanılgıdan uzak durmalıyız. AK Partinin veya CHP’nin üzerinde mutabakata varacağı üniversitelerde başörtüsü çözümünün dönemsel olacağını ve YÖK yönetimine bağlı olarak şartların değişeceğini unutmamalıyız.

Anayasa’da mutlaka başörtüsüne ilişkin bir düzenleme yapılmasını sağlamak zorundayız. Fiili durumdan vazife çıkararak anayasal düzenlemeden kaçınan herkesi, hangi partiden olursa olsun rahat bırakmamalıyız.

İktidarın ben çözdüm sarhoşluğuna uzak olduğumuz gibi, muhalefet partilerinin gizli gündemlerine karşı da uyanık olmalıyız. Üniversitelerde yasağı gevşetirken kamuda tamamen yasaklayacak bir düzenlemenin veya fiili durumun karşısında olmalıyız.
Başörtüsü sorunu bu ülkenin vicdan sorunudur. Başı örtülü veya değil bütün vicdan sahipleri yasağa tavır almadan hiçbirimiz, hiçbir zaman özgür olamayız. Ve belki de bu yüzden başörtüsü sorunu öncelikle başı açıkların sorunudur. Vicdan sahibi başı açıkların…

25 Eylül 2010 Cumartesi

Eğitim Bakanı'na Açık Mektup

Size bağlı kurumlarla kötü ilişkilerim eskiye dayanır Sayın Bakan.

Tören sırasında elimi arkamda tutuğum için bir faşist görevlinizden ağır sözler işitmiştim vaktiyle.

Çalışanlarınız o kadar faşistti ki evde TV açılışlarında veya kapanışlarında istiklal marşı okunurken gayri ihtiyari ayağa kalkar, sonra sağıma soluma bakıp kimse yoksa öyle otururdum.

Dört yıl önce MAZLUMDER genel başkanına bir panelde “Ben çocuğuma üniforma giydirmeyeceğim” demiştim de bunu söylerken olabileceklerden ben bile korkuyordum.

Çok şükür kara önlüklerden kurtuldu çocuklar ama bu sefer hazır giyim sanayinin tekellerine kurban edildiler.

Lisedeyken parasız yatılı okuyan arkadaşlarım vardı. Bizim her gün defalarca yapabildiğimiz şeylerden dolayı dayak yemiş olarak gelirlerdi Pazartesi okula.

O zaman dayak hafta sonları atılırdı, mümkünse cumartesileri.

Pazartesiye izi kalmasın diye. Şimdi düşününce parasız yatılı arkadaşların davranışlarını hatırlayınca neredeyse öğrenim hayatım boyunca tanıdığım bütün parasız yatılıların psikolojik sorunlu olduğunu kavrıyorum, sizce niye?

Diyeceksiniz ki eski bakanların kara kaplı defterlerini de mi bana yüklüyorsun. Devlette devamlılık esas değil midir Sayın Bakan? Ha siz, ha ötekiler ne fark eder?

Köprünün altından çok sular aktı. Ve bugün bir baba olarak buradayım. Sizin okullarınıza hiçte istemeyerek çocuğunu gönderen bir baba…

Okullarınızda maşallah adalet diz boyu!. Hiçbir öğrencinin, hiçbir velinin öğretmen seçmesine veya öğretmenlerin öğrenci seçmesine izin vermiyor okul yönetimleriniz.

“Her şey kura ile belirlenecek, hiç kimsenin hakkı yenmeyecek” diye konuşuyor okul müdürleriniz. Gerçekten de öyle oluyor. Kura çekiyor listedeki herkes.

Neredeyse her şeyin adil olacağına ben bile inanacak oluyorum.

Neyse sonra öğreniyoruz ki listede olmayan ve kuraya girmeyen öğrenciler var. Onlar doğrudan öğretmenlerine atanmışlar. Hani bir terslik olur kurada diye…

Önlem olarakda ya kayıtları kuradan sonra yapılmış kimi öğrencilerin, ya böylesi bir önleme bile gerek duyulmamış.

Allah’ıma bin şükür böyle olmasaydı nasıl bir hayal kırıklığı yaşardım anlatamam!

Şimdi sizin adaletli müdürünüz ortalıklarda dolaşıyor ve ben en müsait fırsatta birkaç çift söz edebilmek, yerin dibine sokup çıkarabilmek için etrafında dolanıyorum. Hem de takım arkadaşlarının yanında.

Kayıt sırasında para istemediler benden. Aslında buna üzüldüm çünkü para lafı geçer geçmez savcılığa verilecek bir dilekçe hayalleri kuruyordum, ne çok eğlenecektim olmadı.

Ama onun yerine okul aile birliklerinde tırtıklayalım bunları diye düşünmüş memurlarınız.

Ben de öyle tahmin etmiştim zaten. Veli toplantısını dört gözle bekliyordum. Yine şaşırtmadı sizinkiler çok şükür.

Ama arkanızdan konuşan çok personeliniz var haberiniz olsun. “Bakmayın siz Bakanlığın söylediklerine” diyor müdür yardımcılarınız.

“Onlarda biliyor okulda bu işlerin nasıl yürüdüğünü. Kamera önlerinde konuşmak başka, okulun yakacak giderlerini, temizlik giderlerini karşılamak başka”

“Yakacak için, temizlik için ödenek vermiyor Bakanlık. Yazılarımız aylarca bekletiliyor sonrada olumsuz yanıt ile geri dönüyor.”

“Bu çocuklar sizin isterseniz soğukta okutun, pis sınıflarda ders yapsınlar. Ya katkıda bulunacaksınız okula, ya da üzgünüz yapabileceğimiz bir şey yok!”

İnanın gözlerim yaşardı. Bu yöneticiler gerçekten tecrübeli bu işlerde.

Aslında bakanlığınıza bilgi edinmeden de soracağım hangi okula ne kadar yakıt gideri, temizlik gideri tahsis ettiniz diyeceğimde siz bunu şimdiden sordu kabul edin de cevaplayın lütfen.

Okulun ilk günü erkenden bir sınıfa bakalım dedik diğer velilerle, af buyurun sınıfı üç harfli bir kelime götürüyordu. Sınıfın hemen yanı başında da iki hizmetli sohbet ediyor.

Niye temizlemediniz diye çıkıştık da apar topar ders ziline beş dakika kala kuru kuru süpürdüler sınıfı. Tabi bu seferde ortalık toz duman oldu. Ve biz zavallı veliler o iğrenç sınıfa soktuk çocuklarımızı.

Buraya kadar her neyse yedik yuttukta asıl açılış töreni bir faciaydı. Beden eğitimi öğretmeniniz eşofmanla çıkıp kürsüye rahat hazrol çektirip askeri disiplinin ilk işaretlerini verdi. Ama işin garibi eşofmanlı öğretmeniniz kızlara pantolon giymek yasak diye fırça attı.

Bende tabi sen niye giyiyorsun deyiverdim doğal olarak. Beden öğretmenleri giyebilirmiş.

İyide orası beden eğitimi dersi değil. Okul açılış töreni saf öğretmenim benim.

Senin kılık kıyafet yönetmeliğinde açılış törenlerine streç eşofmanla gidilir mi yazıyor?

Ve sonra sıra geliyor ant’laşmaya.

Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam…

Ben bir Türk olarak bu andı her duyduğumda iğreniyorum.

Bir şey bu kadar mı faşistçe olabilir. Bu kadar mı ırkçı olabilir.

Hele hele Varlığını Türk varlığına armağan etme sahnesi yok mu…

Ne kadar ikiyüzlüce, ne kadar pornografik.

Ben bu kadar iğrenirken bir Kürt yurttaşın bunları her sabah bağıra çağıra söylediğini düşününce utancım bin kat daha arttı.

Ne utanılası bir durum. Sizin içinde bütün Türk’ler içinde.

MAZLUMDER bas bas bağırıyor iki yıldır ANDIMIZ KALDIRILSIN diye.

Siz hala varlığını Türk varlığına armağan etmesini istiyorsunuz Kürtlerin.

Kaldı ki ben bir Türk olarak bile armağan etmiyorum, Kürtler niye etsin. Armağan almaya alışmış sizinkiler, Özal işi, memurum işini bilir durumları…

Asimile edici, yok sayıcı, inkar edici bir tutum.

Bu aslında sayın Başbakanın Kürt Açılımını da sabote ediyor.

İnkar da ediyor bir yanıyla.

Güvenilmez kılıyor.

Ben kızıma her sabah, her akşam bugün okulda ne yaptığını sorduğumda “Atatürk” diyor kızım.

Matematikten ne öğrendin kızım “Atatürk”

Başka bir şey öğrenmedin mi kızım “Ama baba Atatürk.

Ve ben kızıma artık her sabah, her akşam diyorum ki.

Kızım okulda öğrendiklerinin hepsine inanmak zorunda değilsin.

Kızım öğretmenlerinde yalan söyleyebilir. Bazen isteyerek, bazen istemese bile…

Kızım bazen öğrendiğin her şeyin yalan olabileceğini unutma. Kızım bazı şeyleri unutmak için öğrenirsin unutma!

Kalbini özgür tut kızım,

Zihnini hiçbir ön kabule teslim etme.

Sorgula kızım, sorgulamadan inanma…

Askerlik zamanlarım geliyor aklıma günde beş vakit tövbe ettiğim günler attığım her adım için Allah’tan özür dilediğim zamanlar.

Ve şimdi yine aynı ruh hali içindeyim. Sabah okula bırakırken tövbe ediyorum. Akşam eve gelirken tövbe ediyorum. Çocuğumun zihnini yalan ideolojisiyle, yalan tarihiyle kirlettiğim için…

28 Şubat’ta askerdim ben… Bu kadar zamanda hiç bir şey mi değişmez bir ülkede…

Şimdi bir baba olarak bana bir yanıt verin Sayın Bakan.

Ama içinde tarih kitaplarınızda olduğu gibi yalan bulunmasın!

Kurumlarınız terbiye etmeye çalışıyor Sayın Bakan. Ve bu kurumlar TC tarihi boyunca aynı terbiye edici argümanlarla hareket ediyor. Bütün alanlarda görebildiğimiz ilerleme, gelişme, değişme sizin bakanlığınızda zerre görülmüyor.

Resmi ideolojiye tapan kullar yetiştirmek istiyorsunuz. Sizden öncekilerde bunu istiyordu ve siz zerre değiştirmediniz bu düzeni...

Ve unutmayın ki Bizler Allah ve Rasulü’nün izi dışında bütün terbiye edicileri terbiye etmekle mükellefiz.

9 Eylül 2010 Perşembe

REJİM MUHAFIZI SOLCULAR




Saddam’ın Cumhuriyet Muhafızları vardı.
İran’ın Devrim Muhafızları hala var.
Cumhuriyet Muhafızları en seçkin, en eğitimli, en disiplinli birlikleriydi Saddam’ın…
Ve tabiî ki en sadık birlikleri…
Gerektiğinde canlarını liderlerine feda etmek için yetiştirilmişlerdi.
İran’da hala en seçkin birlik Devrim Muhafızları…
Devrim Muhafızları Saddam’ın birliklerinden farklı olarak rejim için canlarını feda etmek üzere yetiştirildiler.
Lidere sadakatten ziyade davaya sadakat onların ki…
Cumhuriyet Muhafızları tek kurşun sıkmadan yerle bir oldular.
Şimdi tarihte yer işgal ediyorlar sadece.
Devrim Muhafızları ise hala isimlerinin keyfini sürüyor, çok sıkıntı da yaşamıyorlar…
Her iki birliğinde ortak özelliği rejimle, liderle aynı istikamette kurulmuş olmaları…
Yani aynı fikirde oldukları bir lideri/rejimi veya ortak çıkarlarını korumak var oluş nedenleri…
Olağan olan da bu zaten…
Türkiye’de ise son on yılda değişik bir rejim muhafızlığı türedi.
Adına solcu dedikleri ama gerçek solcuların tırnak içinde “solcu” dediği garip bir tür bu…
Daha düne kadar birbirleriyle savaşmaktan, birbirleri ile dalaşmaktan başka icraatları olmayan sol guruplar ortak rejim tehdidine karşı birlikte hareket ediyorlar şimdi.
ÖDP, Halk Evleri, TKP ve EMEP’ten bahsediyorum…
AKP’ye ve onun anayasa değişikliği paketine ve bu paketi destekleyen herkese karşı sistemli bir saldırı örgütlüyor bu yapılanma…
Onlara göre anayasa değişikliği paketi AKP’nin yargıyı ele geçirmek için yaptığı bir manevra.
Geri kalan değişiklikler bu manevranın sosu niteliğinde.
YÖK’ü nasıl ele geçirdiler ve üniversitelerde gericiler mantar gibi çoğalıyorlarsa yargıyı da ele geçirip cemaate, hacıya, hocaya, amerikaya teslim edecekler.
Bu söylem Halk partisi söylemi, bu arkadaşların yıllardır iğrendiklerini söyledikleri Halk Partisi söylemi…
Rejimin sahipleri AKP’ye karşı bu argümanları kullanabilir ve bu durumda hiç kimse onları suçlayamaz.
Çünkü 300 yıllık bir saltanatın çöküşünden bahsediyoruz ve bu çöküş elbette canlarını yakacak.
Piyasada “beyaz Türk”, “beyaz Kürt” dediğimiz bu tarikat elbette vaveylayı koparacak.
İyide onlarca yıldır solculuk yapan veya yaptığını iddia eden bu çocuklara ne oluyor?
Bu çocuklar değil mi neredeyse ayda bir rejimin jopunu sırtında hisseden.
Bu çocuklar değil mi polisle, askerle üniversitelerde, caddelerde yumruk yumruğa dövüşen…
Nasıl oluyordu kavgalı oldukları bir rejimle, Kemalizm’le kardeşlik kurabiliyorlar.
Nasıl oluyor da “Cumhuriyet tehlikede” sloganları atabiliyorlar.
Nasıl oluyor da hem Sosyalist, hem Marksist, hem Kemalist olabiliyorlar.
Üstelik bunu yaparken eski yoldaşlarını alıyorlar karşılarına…
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’ni dövüyorlar mesela.
“Yetmez Ama Evet” standlarını basıyorlar…
Kim “Yetmez Ama Evet”çiler DSİP, Genç Siviller, MAZLUMDER…
Diğer demokratik guruplar, özgürlükçüler, liberaller…
Roni’ye boya fırlatıyorlar İzmir’de…
Osman CAN’a, Ferhat KENTEL’e, DİLİPAK’a…
İstanbul’da Adalet hanıma saldırıyorlar yumurtalarıyla.
Kimi zaman yumurtalarını otel önüne bırakıyorlar.
“Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır.” Diye.
Osman CAN bütün programlarını iptal ediyor.
Ailesi ve kendisine yönelik tehditlerden dolayı.
Roni her ne kadar solun adam öldürmek gibi adeti olmadığını düşünse de ben aynı fikirde değilim!
Çünkü Marksist kapitalistlerin, sağcı kapitalistlerle iş tuttuğu bir yerde her şeyi beklemek mümkün.
Rejimin muhafazası için kendine Marksist muhafızlar bulmuş kapitalist-faşist bir sistemin yaptırabileceklerinden korkmak gerekmez mi?
Irak’ın, İran’ın ya da başka kapalı devre devletlerin muhafızlarının olması hiç şaşırtıcı değil.
Ama kendine Muhalif, Marksist, Sosyalist gibi sıfatlar yakıştıran gurupların rejim için kendini siper etmesi akıl alır gibi değil.
İran’ın devrim muhafızları iman ettikleri düzen için muhafızlık ediyorlar oysa siz içine tükürmek için fırsat kolladığınızı, yıkmak için bedel ödediğinizi, şehitler! verdiğinizi iddia ettiğiniz bir düzen için tetikçilik yapıyorsunuz.
Zillet budur işte…
Rezillik bu!

31 Ağustos 2010 Salı

BİTARAF, BİŞEREF!






İlk Başbakan söyledi “Tarafsız olan bertaraf olur” diye.
Etrafında kızılca kıyamet koptu.
Meğer sloganın aslı devrim sonrası İran’ında liberallere karşı kullanılırmış.
İRAN devriminden yana Müslümanlar, liberal Müslümanlara “Bitaraf, Bişeref” diye seslenirmiş miting alanlarında.
Yani “Tarafsız şerefsizdir!”
Bu sloganı zihnime kazıyan Başbakan’ın demeçleri, referandum mitinglerinde söyledikleri değil.
Son birkaç dakikadır zihnimde zonkluyor “Bitaraf, Bişeref”
Öğleden önce elektronik posta ile bir link gönderildi mail hesabıma.
İşyerinde bakamadım.
Akşam iftarı beklerken korka korka açtım videoyu.
Uzunca bir uyarı vardı izleyeceklerime ilişkin…
Benimle birlikte Başbakana, Cumhurbaşkanına, Dışişleri Bakanına, TBMM Başkanına da gönderilmişti.
Yedi buçuk dakika süren bir tecavüz videosu!
Onlarca amerikan askeri Irak’lı bir kadına tecavüz ediyor!
Tamamını izleyebilmek mümkün değildi.
İnsanlık onurunun bunca çiğnendiği bir coğrafyada gördüklerim yaşananların yanında o kadar küçük ki.
Bunu anlamak için internette küçücük bir araştırma yapmak yeterli.

Ellerim titriyor, klavyede harfleri bulmakta zorlanıyorum.
Kapatmadan söylemeliyim.
Ne kadar amerikancı varsa, ne kadar amerikan muhibbi…
amerikayı özgür dünya diye pazarlayan ne kadar satılmış varsa…
adı ister liberal olsun, ister solcu…
Hepsinin canı cehenneme!
Irak’ta, Afganistan’da yaşananlar karşısında tarafsızlık zırhına saklanan ne kadar yaratık varsa,
amerikan çıkarları için dünyanın herhangi bir yerinde jandarmalık yapan ne kadar ülke/askeri birlik varsa,
amerikadan korktuğu kadar Allah’tan korkmayan ne kadar necaset varsa hepsine İran’lıların diliyle sesleniyorum.
“BİTARAF, BİŞEREF”
Hepiniz şerefsizsiniz.
Ve birazdan akşam ezanı okunacak, hep birlikte iftar edeceğiz…
Sizden farklı olarak benim beynimde sürekli Irak’lı kadının feryatları yankılanacak.
Bu ayıp hepimizin, bu kir hepimizin…
Ve bu kir’in hesabını hepimiz vereceğiz.
Tarafsızlar da verecek!

20 Ağustos 2010 Cuma

FAİZSİZ BES’LENME ZAMANI!







Çok değil daha doksanlı yıllarda yediğimizden - içtiğimize, giydiğimizden - konuştuğumuza kadar hayatımızda ne varsa “islama uygun” mu değil mi diye başlardık tartışmalara…
Yaşı müsait olanlar Türk Edebiyatı dergisinin ilk banka (Ziraat Bankası) reklamını aldığında çıkan gürültüyü hatırlar.
Sonra banka reklamına karşı olanlarla, “bir fırsat olsa da biz de nasiplensekciler” arasında sürdü tartışma…
Geldiğimiz noktada ise faiz kullanmakta en küçük bir tereddütte bulunmayan küçük, orta ve büyük ölçekte şirketlerimiz var artık.
O çok övündüğümüz Anadolu sermayesi de, o çok övündüğümüz helale haram katmayan küçük esnafımızda bankalardan nasibini kolaylıkla alıyor artık.
Birkaç haftadır televizyonlarda, gazetelerde, dergilerde faizsiz BESlenme (Bireysel Emeklilik Sistemi) reklamlarını görüyorsunuz.
Ne var bunda diyeceksiniz neredeyse yirmi yıldır bankalar bireysel emeklilik adı altında işlemler yürütüyor.
Ama bu sefer farklı! İlk kez İslami! Referanslı bir banka / Türkiye Finans, Garanti Bankasıyla iş tutarak faizsiz BES’lenmeye davet ediyor bizi!
Üstelik güzelde bir isim bulmuşlar “Organik Beslenme”… Çok merak edenler http://organikbes.com.tr adresine bakabilir.
Düşünsenize Garanti Bankasının okumuş çocukları oturmuşlar bu Müslüman kardeşlerimiz bireysel emeklilikten istifade edemiyor, biz bunlara faizsiz, helal bir emeklilik sistemi kuralımda kardeşliğimiz artsın diye düşünmüşler, kendilerine camiadan bir partner gerekince de Türkiye Finansın kapısını tıklatmışlar.
İşte çağdaş Türkiye bu! Hoşgörünün, diyaloğun, birlikte yaşamanın dibi!
Hem faizsiz, hem helal ama internet sitesinde bu kavramlar öyle gözünüze soka soka vurgulanmıyor.
Satır aralarında Hayrettin Karaman hocadan alınmış bir görüşle “anlayın artık”’a getirmişler. Üstelik Türkiye Finans’ta bir marka camia için!
Ben ilahiyatçı değilim Karaman Hocayla aşık atacak değilim.
Ama Gerçek Hayat’ın geçtiğimiz hafta yayınlanan 512. Sayısında tam sayfa yayımlanan ilanı görmeseydim ve üstelik Milli Gazete’de BES’lenme ilanları çıkmamış olsaydı muhtemelen dikkate almayacaktım.
Hatta ilan Yeni Şafak’ta çıkmış olsaydı bile görmezden gelebilirdim!
Şimdi soru şu…
Gerçek Hayat veya Milli Gazete Garanti Bankası reklam vermek istese yayınlar mıydı?
Yayınlamazdı sanırım.
Garanti Bankası da niye ölü toprağa tohum serpsin ki, onlarda muhtemelen bu kendi açılarından çorak araziye reklam vermezdi…
Ama Türkiye Finans’la ortak iş yapınca Milli Gazete de, Gerçek Hayat’ta yayınlar reklamlarınızı!

Nereden nereye savrulduğumuzu iktidarın nimetlerinin biz sıradan Müslümanları nasıl bir kumpasın içine aldığını ve bu kumpasta kendi rızamızla ve zevk alarak hayatımıza nasıl devam ettiğimizi görmek zorundayız artık!
Modernleşme dediğimiz şeyin bizi sürüklediği yer neresi?
Bu yerin sınırları neler?
Nereye kadar taviz verebiliriz?
Bırakın taviz vermemeyi, vereceğimiz tavizlerin bir sınırı var mı?
Ben şimdi Gerçek Hayatın ve Milli Gazetenin fıkıhçılarından faizli işlem yapan bir bankanın reklamını almak -hülle yoluyla bile olsa- caiz midir? Öğrenmek isterim.
Geçtim antikapitalizmi, anti emperyalizmi!
Dilerim ki bu bir sehiv olsun.
Yoksa eyvah halimize!

18 Temmuz 2010 Pazar

Lanet Olsun!



Doksanlı yıllarımın başlarındayım.

“Geleneksel Sol” bir anlayıştan İslamcılaşmayla sonlanacak bir sürece hızla sürükleniyorum.

Kredi yurtlar kurumunda örgütlenmiş, okulla ilişiği “Ununu Eleyip Eleğini Asmaktan” ibaret olan bir sürü “Ser-hoş” la beraberim.

Milli Görüş’ün yeni yeni palazlandığı, kamuoyunda bolca yer almaya başladığı zamanlar…

Bir Hamal Hasan Amcamız vardı, elleri öpülesi…

Semt pazarlarında sırtında küfesiyle alışveriş yapanların eşyalarını taşırdı.

Eşyalarını taşırken de yol boyunca insanlara Milli Görüş anlatırdı…

Bazen sert tartışmalarla biterdi bu yolculuk.

Ya bir kokanaya denk gelirdi, ya da başka bir partinin partizanına.

Hasan Amca ısrarla, hak bildiğini söylerdi bazen yumuşak yumuşak bazen sokak ortasında bağıra bağıra.

Öğrenci evlerinin ihtiyacı olduğunda en büyük yardımı Hamal Hasan Amca yapardı, il başkanlarının, ilçe başkanlarının bilmem ne başkanlarının hep mazereti olurdu.

Hasan Amcanın olmazdı.

Bir sürü deli adam vardı, okulda.

Erzurum’da seçim anketi yapılacak diye bir otobüs dolusu insan bir gece yarısı Erzurum’a gider, aynı günün akşamı geri dönerdi.

Çaykara’nın dağ köylerinde karın tokluğuna gezilirdi gün boyu.

Bazen köyün köpekleri düşerdi peşimize, bazen yuvarlanırdık Karadeniz’in engebeli arazilerinde.

Meydan’dan başlayıp Uzun sokak’tan, Maraş caddesinden çıkardık gece yarıları…

Ellerimizde suyla çoğalttığımız yapıştırıcılar ve yüzlerce parti afişi.

Boş bulduğumuz her duvara, ağaca, meydana, parka aklınıza ne gelirse afiş yapıştırırdık.

İnsanlar uyurken biz sokaklardaydık.

Afişlerini yapıştırdıklarımızda mışıl mışıl uyurdu sıcak yataklarında.

Çıkmadığımız elektrik direği kalmamıştı Trabzon’da…

Bez afiş asmadığımız tek bir elektrik direği...

Sokaklarda sabahlar, sabah 8’de derse yetişeceğiz diye kendimizi avuturduk.

Oysa hiçbir sabah dersine gidememiştik daha.

Derse gidebildiğimiz zamanlar parti rozeti takardık ceketimizin yakalarına…

Nedense solcu hocalarla değil de, sağcılarla atışırdık bu yüzden!

İşte bu yüzden tıp fakültesini 12 yılda bitirenimizde, mühendislik fakültesini 8 yılda bitirenimizde olurdu.

Daha bir kere lanet olsun dememiştik.

Yaptığımız şey’in anlamını kendi içimizde sindirmiştik.

Kimin milletvekili olduğuyla, kimin beladiye başkanı seçildiğiyle ilgilenmiyorduk.

Şahısların ötesinde bir aşkınlıktı yaşadığımız.

Aklı başında ağabeylerimiz vardı.

“Lidere sadakat şerefimizdir” demedik hiç!

“Davaya sadakat şerefimizdir” diye bağırdık.

Üniversite yıllarında birlikte ter akıttığım arkadaşlarımdan pek azı çizgisini değiştirdi.

O dönem özel bir dönemdi ve her türlü menfaat ilişkilerinin üzerindeydi.

O ekipten neredeyse hiç kimse bu güne kadar birkez olsun başka bir partiye oy vermedi.

Seviye düşünce boş kullandı belki ama başka partiye yönelmedi.

Ve şimdi 28 Şubat rezaletinin ardından siyasal hareket kendini bulmaya başlamışken, Numan bey’in etrafında bir kenetlenme yaşanırken, üzerini örttüğümüz umutlarımız canlanırken saltanat kavgalarının ortasında bulduk kendimizi…

Birileri sınırsız itaat istiyor bizden.

Bize Allah’tan başkasına kul olmamayı öğretenler kulluk bekliyor bizden…

Eğitim eksiğimiz var biliyoruz!

Hainiz evet, Ne gam!

Şikayet etmiyoruz halimizden, eğitimsizliğimizden de hainliğimizden de razıyız.

Lanet olsun diyeceğim şimdi.

Lanet olsun!

Hamal Hasan Amca sağ mıdır acaba?



Cyrano

16 Haziran 2010 Çarşamba



TEBRİKLER İSRAİL!

Çok değil bir yıl önce domuz gribiyle yatıp, domuz gribiyle kalkıyorduk.
Televizyon ekranları, gazete sayfaları, mahalle kadınları, kahvehane müdavimleri en değme doktora taş çıkartacak bilgiyle doluydular.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre yeryüzünün gördüğü en büyük mikrobik salgınla karşı karşıyaydık.
Önlem alınmazsa bütün dünyada milyonlarca insan ölebilirdi.
Alınabilecek önlem ise dünyada sadece iki kardeş firmanın ürettiği ismi gereksiz bir aşıydı.
Sağlık Bakanı Recep AKDAĞ da Dünya Sağlık Örgütü ile paralel düşüncedeydi.
Gazetecilerle yaptığı bir görüşmede kameralar önünde bu salgın sonunda Türkiye’de 4000 kişinin ölmesini beklediklerini açıklamıştı.
Salgının ve paniğin ilk günleriydi daha…
Milyonlarca doz aşı alındı, ilaç sanayinin efendileri ihya edildi.
Risk gurupları aşılanacaktı. Çocuklar, yaşlılar…
“Çocuklarınızı aşılatmayın” diyordu Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi.
“Bu da tıpkı öncekiler gibi kapitalist düzenin dümenlerinden biri.”
Sağlık Bakanı dava açacağını söylüyordu, kamuoyunu yanlış bilgilendirenler hakkında.
Çünkü aldığı materyalist tıp eğitimi Dünya Sağlık Örgütüne biat etmesini gerektiriyordu!
Belki siyaseten doğruydu Sağlık Bakanı'nın yaptıkları, belki…

Çocuğumuza domuz gribi aşısı yaptırmadık.
Bu hiç te kolay olmadı. Ailemizin doktorları, sağlık çalışanları da aşı yaptırmamızı tembihliyorlardı.
Çünkü onlarda klasik tıp eğitimi almışlardı ve Dünya Sağlık Örgütü'nün insanlığın geleceği ile ilgili bir konuda yanlış yapmayacağını düşünüyorlardı.

Unuttukları bir şey vardı oysa.
Dünya Sağlık Örgütü uluslararası bir şebekenin pazarlamacı taşeronuydu!

*
Alin Taşçıyan! Star gazetesinde sinema yazıları yazıyor.
15 Haziran günü yayımlanan yazısında kendince bir empati geliştirmeye çalışıyor.
Diyor ki Taşçıyan:
“Ben İsrail’in üç büyük kentini gezmiş, bu ülkenin kurucularının çektiği çileyi derinden hissetmiş, uygarlıklarını takdir eden, birkaç İsrailli arkadaşı, birçok da tanıdığı olan biriyim. Hepsi de sinema yazarı ve/veya sinemacı. Onlardaki demokrasi inancı, gündelik yaşamlarına egemen olan teröre rağmen hayata bağlılık ve direnç, onca baskıya rağmen açık ve etkin muhalefet etmelerindeki cesaret beni hep etkilemiştir.
Öte yandan Gazze ve diğer bölgelerdeki Filistinlilerin her gün çektiği çilenin katlanılır bir şey olmadığını da biliyorum. Gerek Filistinli gerek İsrailli gerekse dünyanın başka yerlerinden gelen yönetmenlerin çektiği belgesellerden biliyorum. Bu çileyi gözleriyle görmüş ve Filistinlilerle paylaşmış olanlar dahi iç politikaya yönelik son derece kaba ve saldırgan üsluplu tartışmalarda Mavi Marmara gemisinin misyonunu ve yolcularını savunmaktan esas meseleye dikkat çekecek fırsatı bulamıyorlar. İç kamplaşmalarımız bizi o denli merhamet ve dayanışmadan uzağa sürüklüyor ki birbirimize “laf çakmaktan” kendimizi bir Gazzelinin yerine koyacak empatiyi kuramıyoruz.”
Empatiye sonra geleceğiz. Ama önce yazının bu kısmında işlenen cinayetlere değinmeliyiz.
Sanırsınız ki bu zavallı İsrailliler devletlerini kurabilmek için büyük acılar çekmiş, çileyle yoğrulmuş, bedeller ödemiş Budist rahipler!

Üstelik demokrasi inançları, hayata bağlılıkları ve dirençleri, gündelik hayata egemen olan teröre karşı cesaretleri son derece etkileyici…
Hakkını yemeyelim, Taşçıyan hem bu paragrafta, hem de yazının diğer kısımlarında Filistinlilerin çektiği acıları da anladığından bahsediyor.
Aman ne saadet!
Ve niyeyse Filistinlilerin acıları mağaza vitrinlerinde asılı teşhir ürünlerine benziyor!
Beğenilen, izlenilen ama satın alınmayan!
Silahlı bir çetenin dünyanın her yerinden akın akın Filistin topraklarını işgal ettiğini, Filistinlileri yerleşik topraklarından katliamla, vahşetle sürdüklerini unutuyor.
Dünya Hitler’in günahını çıkarsın diye milyonlarca insanın evlerinden topraklarından sürülmesini, öldürülmesini, işkenceye uğramasını “İsraillilerin çektiği acılar” diye yorumluyor.
"Alin Taşçıyan muhtemelen 1915 olaylarında etnik bağının bulunduğu insanların yaşadığı acılarla empati kuruyor." Ama yanlış yerden...
Empatinin birinci kuralının katille değil maktulle kurulması gerektiğini, empatinin zalimle değil, mazlumla yapılması gerektiğini atlıyor.
Atlıyor diyorum çünkü diğer durum kasıt aramamı gerektiriyor ki şimdilik bundan imtina ediyorum.
Filistin’e yardım konvoyunun olaylı seyri sonrasında Türkiye basınında İsrail avukatlığı yapan çok yazı yayımlandı.
Bunca rezalet arasından, daha kötü, daha iğrenç örnekleri arasından neden Taşçıyan’ın yazısına yönelttik dikkatimizi de diğerlerini görmezden geldim.
Çünkü Taşçıyan’ın bir vicdan taşıdığına inanmak istiyorum!
Peki bu meselenin domuz gribiyle ilişkisi ne?
Doktorlar ve Sağlık Bakanlığı nasıl uluslararası çetelere ve uluslararası şebekenin materyalist eğitim sistemine biat etmişse, Taşçıyan da farklı bir alanda aynı materyalist şebekenin tornasından geçmiş gibi duruyor!
İsrail'e yönelik en küçük eleştiriye bile tahammülü olmayan bu şebeke hemen “antisemit” gardını alarak karşı saldırıya geçiyor.

İslamcılar, dincilerde bu zokayı kolaylıkla yutan guruplar arasında, ama salgın asıl liberaller, solcular arasında yayılıyor.
İslamcılar'ın bir şekilde tedavisi mümkün ama liberallerin tedavisi neredeyse imkansız görünüyor.

Alin Taşçıyan bu yazıyı görünce muhtemelen beni anti-semit olmakla itham edecek.
Bir de muhtemelen dinci-yobaz diyecek.
Desin.
Zihni iğfal edilmiş olmaktan yeğdir yobaz olmak!


Cyrano de Bergerac

9 Haziran 2010 Çarşamba

CEYLAN'IM




Uzun zaman oldu Ceylan’ım…
Ailen dışında seni hatırlayan da kalmadı.
Birkaç MSN iletisinde fotoğrafın süslüyor ekranları.
Kimileri anlam veremiyor “Kim bu kız?” diye soruyor Ceylan’ım.
Fenerbahçe’nin bir ayaktopçusu kadar yok tanınmışlığın.
Türk faşistleri de, Kürt faşistleri de senin üzerinden kuruyor tüm denklemlerini.
Sen ise hatmettiğin Kitab’ın sahibinin ellerinde kim bilir kimlerlesin şimdi?
Ardında bıraktığın bunca gürültü patırtı arasında belki gülüyorsun yaşananlara, belki kızıyorsundur adını kirletenlere…
Eğer merak ediyorsan geride ne oldu ne bitti diye…
Sen gittikten sonra değişen bir şey olmadı Ceylan’ım…
Annenin gözleri hala yaşlı…
Geçen gün bir kardeşini daha gönderdik yanına,
Adı Diren! Oralardaysa selam söyle ona da…
Sen alışmış olmalısın Ceylan’ım…
Kimilerinin politik çıkarlarına adının karışmasına
Diren’e söyle oda çok takmasın kafasına.
Kürtlerin Türklerden devşirdiği politik denklemler.
Türklerin Kürtlere pazarladığı faşizan ilkeler!
Ölümlerden beslenen bir siyaset ve öldükçe büyüyen öfkeler.
Kendileri ölmedikçe öfkeyi büyütenler, başkalarının ölümünden hayat bulan kahrolası dengeler…

Kimse barış istemiyor Ceylan’ım…
Kimse hiçbir yerde barış istemiyor.
Senin adın bir eylemin gerekçesi olabiliyor sadece.
DireẬn, bir eylemin adı sadece.
Ve Furkan gelir birazdan…
Ağabeylik yapar size.
Ne Türklük kalır, ne Kürtlük kalır aranızda.
Bir Allah’ın eşit kardeşleri olursunuz yeniden.
Ve birileri Diren’i pazarlar Furkan’ın karşısına.
Ve diğerleri Ceylan, seni sürer alışverişin ortasına!

Sözüm ona antikapitalistlerin bunca kapitalizme bulaştığı,
kirliliğin bunca her yerimizi sardığı bir dünya…
Herkes birbirinden kirli Ceylan’ım…
Herkes birbirinden…

30 Mayıs 2010 Pazar

GAZZE İÇİN KÜRESEL BİR SES VER!





Filistin Dostları

Free Gaza hareketi ve İHH’nın öncülüğünde yola çıkan Gazze’ye insaniyardım götürmeyi ve bir an olsun Gazze’li dostlarına nefes aldırmayı hedefleyen deniz yardım filosu Akdeniz’de Kıbrıs açıklarında bekliyor.

Dünyanın farklı coğrafyalarından yola çıkan diğer yardım gemileriyle buluşup, dünyanın birçok ülkesinden parlamenterleri de gemilerine aldıktan sonra uluslararası sulardan Gazze karasularına girerek hepimizin emanetlerini sahiplerine iletecekler.

Ancak Filistin topraklarını işgal eden güç insani yardım gemilerine operasyon yapabileceğini, komandolarını gemilere çıkararak insan hakları aktivistlerini ve yardım gönüllülerini tutuklayabileceğini açıkladı.

Uluslararası hukuka doğrudan tecavüz anlamına gelen ve herhangi bir korsanlık faaliyetinden farkı bulunmayan bu mütecaviz tavır, eğer dünya kamuoyu ve dünya ülkelerinin siyasi liderleri gereken tepkiyi göstermezse gözlerimiz önünde yaşanacak!

Dünya halkları nezdinde tepkileri örgütleyebilmek ve bu tepkinin muhataplarına ulaşmasını sağlayabilmek amacıyla http://gazzeicinkureselses.blogspot.com adresinde bir blog kurduk. Bu blog ile Türkçe, İngilizce, Almanca, Kürtçe, Arapça, İsveç’ce, Yunanca dillerinde hazırlanmış ortak metni adı anılan ülkelerin siyasi liderlerine, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı, Adalet Bakanlığı ve ilgili diğer bakanlıklarına, İsrail Savunma Bakanlığına, İsrail Adalet Bakanlığına, İsrail Başbakanlığına, İsrail’in elçilik ve konsolosluklarına, İslam Konferansı Örgütü’ne, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na, uluslararası basın ajanslarına, uluslararası insan hakları örgütlerine sadece bir tıkla ulaştırabileceksiniz.

Lütfen sizde http://gazzeicinkureselses.blogspot.com/
Adresi üzerinden e-mektup göndererek tepkinizi dile getirin, bu örgütlü tepkinin yayılmasına gayret edin ki vicdanlarımız kararmasın!

Dünyanın vicdanı ve iyilik kazanacak, zalimler kaybedecek.




Üstün BOL
Mazlumder Ankara

9 Mayıs 2010 Pazar

KELB İLE TAHİR

“Tahir efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zâhirdir.
Malikî mezhebim benim, zira
İtikadımca kelp tahirdir”

Nef’i



Nereden dilime dolandı bilmem…

Belki sivri diliyle, sivri burnum arasında ilinti kurduğum için seviyorum Nef’i’yi…

Aslında bu tür hazır cevaplar sadece bu kadarla sınırlı değil, yurdum insanı gerektiğinde hak edene hak ettiği şekilde veriyor yanıtını…

Neyse derdimiz bu değil şimdi!



Bir çifte standarttır gidiyor.

Aslında standart dediğimiz zaman “çifte” olanı bile bir kurala bir düzene oturuyor, o yüzden çifte standart demek de doğru değil!

Birkaç gündür “çok gizli” olan ama bir türlü gizlenemeyen yeni bir belge daha düştü medyaya…

İçinde Mazlumder’in de bulunduğu onlarca “dinci” kuruluş sınıflandırılmış…

“Az zararlılar”, “zararlılar”, “çok zararlılar” diye.

Birde bu listeye giremeyenler var. Onlarda “zararsızlar” ve “faydalanılabilecekler” gurubunda yer alıyor herhalde!

MİT ne yaptığının farkında mı?

“Dinci” kuruluşlar bu raporun ardından “Ben daha tehlikeliyim”, “Yok ben daha zararlıyım” diye kavga etmeye başladı aralarında.

Bir de araya girip “Yav biz burada niye yokuz, bizi adam yerine almıyor mu bu MİT?” diyenler var ki onlar şimdi tedavi ediliyor…

Başka dernekler, “dinci” yapılanmalar ne der bilmem, benim sözüm MAZLUMDER üzerine olacak.

Hasbelkader bir tanışıklığımız, aynel, hakkel ve ilmel yakinliğimiz mevzu bahis zira.

Çifte standart demiştim ya…

Varsayın ki ADD’ye yönelik veya herhangi bir ortalama ulusalcı örgüte yönelik bir rapor çıksaydı ortaya yer yerinden oynardı.

Oysa insan haklarının ve hukukun yaygınlaşması için 20 yıldır çalışan bir örgüt fişleniyor ve kamuoyunda ne entel- dantel takımından, ne de aydın-yazar grubundan çıt çıkmıyor!

Mazlumder’in çok mu ihtiyacı var başkalarının desteğine?

Yok, mesele o değil. Elbette insan kötü günde dostlarını yanında görmek ister.

Ama çokta dert değil, kim dost kim değil, kim pazarlamacı, kim toptancı ortaya çıkıyor işte.

Düşününki bir ülkede 17 bin faili meçhul cinayet işlenmiş 20 yılda.

Düşününki İstanbul’un orta yerinde uluslararası bir banka havaya uçurulmuş. Sivas’ta bir provakasyon yaşanmış, Başbağlar’da birileri karşılık vermiş birilerine. Yetmemiş…

Mafya, silah, eroin kaçakçılığı, adam kaçırma ve infazlar diz boyu olmuş..

Ve bu ülkede bir istihbarat örgütü, mevcut yasalara göre kurulmuş, mevcut yasalara göre işleyen ve bütün çalışmalarını kamuya açık şekilde duyuran bir örgütü fişlemekle meşgul!

Sorsanız “ biz bütün örgütlerin içinde varız” diye hava atanlar, ya sadece “kurusıkı”dan ibaretler ya da dedikleri gibi bütün örgütlerin içindeler ve gelişen bütün olayları kontrol ediyor ve yönetiyorlar!

Öyle olunca Sivas’ta, Başbağlar’da, faili meçhullerde bu arkadaşlara “iş” olarak düşüyor!

Kuzey Irak’tan sevkiyatı yapılan silahlarda, Van üzerinden Avrupa’ya gönderilen eroinlerde bu ağır ağabeylerin kudretli kollarından mı geçiyor acaba?

28 Şubat’ta Aczimendileri basına pazarlayan eli sopalı yanakları uzun sakallı bir görevli şimdi parlak traşı, pahalı takım elbiseleriyle geziyormuş Ankara sokaklarında!

Sivas olayları sırasında Milli Gazete’de bir fotoğraf yayımlanmıştı. Sivil Reno marka bir aracın kaportası üzerine oturmuş uzun sakallı, şalvarlı bir abimiz elindeki telsizle birileriyle konuşuyordu… Dünyanın hali işte… İnsan, aklına neler getiriyor…

MİT müsteşarı değişti malumunuz.

Ne olur, ne biter birlikte göreceğiz. Ama ben MİT müsteşarı olsam yapacağım ilk iş…

Personelimin evlerini teker teker basıp, kayıtlı- kayıtsız ne kadar silah var tespit ederdim…

Sonra da doğruca balistik incelemeye…

Birde canı sıkılıp Mazlumder’i takip eden 657’lileri aylak aylak dolaşmaktan kurtarıp doğru dürüst bir işe verirdim…

Zavallı adamlar kaç yıldır bomboş oturuyorlar kim bilir?



Şimdi durup dururken aklıma bir fıkra geldi, bari onunla bitireyim…

Çocuğun biri deniz kenarında kumla, çamurla, suyla, …la oynuyormuş…

Oradan geçen biri sormuş… oğlum ne yapıyorsun…

Fıkra işte!

12 Nisan 2010 Pazartesi

KIRIK GÖZLÜK KOLEKSİYONU




Önceki gece haber kanallarında izledim. Polis teşkilatının kuruluşunun 165. Yıldönümü nedeniyle bir resepsiyon verilmiş.

Devlet erkânı tam tekmil katılmış. Başbakanından, Milli Savunma Bakanına, İçişleri Bakanından, Milletvekillerine kimi arasanız orada!

Devletin kendi içindeki pornografik bir yapısı var. Bu pornografi kimi kurumlarda daha bir öne çıkıyor. Şüphesiz bu pornografide başı genelkurmay çekiyor, hemen ardındansa bir boy farkıyla polis teşkilatı geliyor.

Her nedense kimi kurumların söyledikleri, doğruda olsa havanda su döverken kimi kurumların bomboş sözleri krize neden olabiliyor.

Her neyse, mesele bu değil.

Devlet erkânının sıradan bir resepsiyona bu kadar kalabalık katılmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Zira herhangi bir devlet kurumu olmaktan başka fonksiyonu olmayan bir kuruma bunca önem atfedilmesi bir arızaya işaret ediyor.

Siz hiç Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün bilmem kaçıncı kuruluş resepsiyonuna kabinenin tam tekmil katıldığını gördünüz mü?

İşin bir garip yanı da redd-i miras kültürüyle yoğrulmuş bir yapılanmanın, geçmişini toptan kara ve kötü kabul eden bir geleneğin her nedense polis teşkilatının kuruluşunu cumhuriyetle değilde daha öncesiyle irtibatlandırması. Buda garip değil mi sizce?

Her şeyin miladını cumhuriyet kabul eden bir algı neden polis teşkilatının kuruluşunun 165. Yıldönümünü kutlar ki…

Geçelim, bu da konumuz değil…

Beşir ATALAY İçişleri Bakanımız.

Daha dün gibi hatırlarım bakanlık koltuğunu devralışını. Selefini düşününce içimin nasıl ısındığını, nasıl umutlandığımı unutmam mümkün değil.

Sayın Bakanın ilk icraatlarından biri işkenceye sıfır tolerans genelgesi idi. Sonra toplumun farklı kesimleriyle devletin barışma projeleri geldi. Kürtlerle, Alevilerle, Çingenelerle…

Müslümanlarla barışmak unutulmuştu ama olsun, sıra ona da gelirdi nasılsa.
Birkaç hafta önce Ankara’da garip bir işkence ve kötü muamele vakası geldi önümüze.

Anlatılanlara göre park halindeyken stop lambasının kırıldığını fark eden bir yurttaşımız masraflarını sigorta şirketine karşılatabilmek için polis otosu çağırır.
Polisler binbir nazla indikleri araçtan “Ya kendin kırmışsan Ya sana çarpmamışlarsa”, “Sana niye inanalım”, “Zaten akşama kadar bunalmışız, bizi bunun için mi çağırdın” gibi cümlelerle başlamışlar söze.

“Dedektif misiniz, polis mi?, tutanak tutacak mısınız, tutmayacak mısınız” diye karşılık alınca da olanlar olmuş.

“Sen ne diyorsun Ulan”la başlayan, sokak ortasında tekme tokat dövülerek süren, o sırada çağırılan birkaç ekip otosuyla dozajı artan, kelepçeyle, dayakla devam eden bir kötü muamele.

Buda yetmemiş kardeşinin dövülmesine engel olmaya çalışan engellilere kadar uzanmış şiddetin dozajı.

Bu kadar da değil karakolda polis arkadaşlarına direnen “bahtsız bedevi”yi tokatlayan, iteleyen ve döven başka polisler. “Akıllandın mı Ulan!”lar.

Avukatın adli tabibe götürülme taleplerini uzun zaman erteleyen ve ancak 3 saat sonra kerhen adli tabibe götürülen vatandaşa darp izleri bulunduğu, kaşının açıldığı, vücudunda ezilmeler olduğuna dair rapor verilmiş.

İşin garip yanı saatlerce karakol bahçesinde kardeşini almak için bekleyen yakınlarına polisin: “Biz burada yumuşak davranırsak bunlarla baş edemeyiz. Bugüne kadar bir sürü insana yaptık bunu, ilk kez siz itiraz ediyorsunuz” demesi…

Daha sonra olay savcılığa intikal etmiş, polis memurları kendisini müdafaa eden şahıs hakkında şikayette bulunmuşlar, savcılık soruşturma başlatmış vesaire…

Elbette karşı tarafta polisler hakkında suç duyurusunda bulunmuş ve mahkemeye vermiş.
İşin bir başka ilginç yanı ise, polis memurlarının karakolda tuttukları tutanakta şahsın kendilerine saldırdığı ve bir polis memurunun bilmem ne marka gözlüğünü kırdığı şeklinde tutanak düzenlemesi.

Bu ilginç çünkü neredeyse her polis memurunun cebinde bir kırık gözlük bulunuyor. Ne zaman polis şiddetine dirense birisi, hemen polisin gözlüğünün kırıldığına dair bir tutanak çıkıyor ortaya.

İnanmayan en yakın mahkemeye gidip bu tür davalara ilişkin herhangi bir dosyaya bakabilir.
Neredeyse tıpatıp düzenlenmiş, aynı ağızdan dökülmüş cümleler...

Avukatlarda zaten şikayet dosyasında önce bu tutanağa bakar. Ve bulamazsa “Unutmuşlar herhalde” deyip gülümser.

Aslında bu kadar çok kırık gözlük olması polis teşkilatının ambarlarını/ambarcısını zan altında bırakıyor!

Ve belki de Türkiye’deki kırık gözlük stoklarını ortaya çıkarmak, mevcut işkence sayısı hakkında bilgi vereceği gibi gelecekte yapılması muhtemel işkencelerinde sayısını tespitte işe yarayabilir.

Ve unutmadan, işkence vakasına karışan polis memurlarını uzun bir yargısal süreç bekliyor. Çünkü iç hukuk yollarıyla haklarını alamazlarsa, bu dava Avrupa insan hakları mahkemesine kadar gidecek. Polis arkadaşlar kendilerine iyi bir avukat tutarsa iyi ederler.

Ve bu kadar meselenin Sayın Atalay’ı ilgilendiren yanı…
Bu olay mahalle sakinlerinin gözleri önünde yaşandıktan sonra, ertesi gün bir polis otosu mahalleye nezaket(?) ziyaretinde bulunmuş.

“Siz burada esnafsınız, bizde bu bölgenin polisiyiz. Biz her zaman karşılaşırız”, anlarsınızya demişler. O saatten sonra da mahalledeki şahit sayısı birden azalmış, olayı görenler bir şey hatırlayamadıklarını fark etmişler…

Sayın İçişleri Bakanımızın bu konuyla ilgili soruşturma başlatacağına, zanlı polislerin davayı etkilemeye yönelik çalışmaları nedeniyle görev yerlerinin değiştirileceğine ve şahitlerin baskı altına alınmasına engel olunacağına inanmak istiyoruz.

Bu konuya ilişkin başvurular hem bizzat Bakanımıza hem İçişleri Bakanlığına hem Emniyet Genel Müdürlüğüne ulaştırıldı. Takipçisiyiz.

Bir de şu kırık gözlük koleksiyonunu meselemiz var…
Bugün yarın köprü altlarına bırakılmış kırık gözlükler bulunursa şaşırmayın!

16 Mart 2010 Salı

Sevgili Cindy ve Sevgili Craig





Sevgili Cindy ve Craig,
Bugün 16 Mart Salı. Birkaç haftadır zihnim yoğun şekilde Rachel’le meşgul.
Siz dünyanın bir ucundasınız ve ben dünyanın diğer ucundayım.
Ve hiç tanımadığım, hiç görmediğim, hafızamda silik birkaç kare fotoğraftan ve kısa televizyon görüntüsünden ibaret olan bir anne babaya mektup yazıyorum.
Bunu yaparken altı yaşındaki kızım elime ayağıma dolanıyor. “Baba ne zaman bilgisayarı bana vereceksin” diyor. Çizgi film seyredecekmiş.
Her şey Rachel’i hatırlatıyor Cindy. O da anne babasına sorar mıydı, bilgisayarı ne zaman alabileceğini?
Ben yaramaz bir çocuktum Craig.
Ordu’nun bir köyünde doğmuşum. Fındık bahçelerimiz vardı, hala da var. Fındık bahçelerinde çalışırken “girebi” (baltadan küçük ama keskin bir alet) ile dizimi, bacaklarımı yaralamışımdır çoğu kez.
Balık tutarken evimizin hemen aşağısındaki derede, çıplak ayaklarımı taşlar, paslanmış tenekeler kesmiştir.
Okul çıkışı yamaç aşağı koşarken kollarım, dizlerim, yüzüm gözüm kan revan içinde kalmıştır.
Ve tüm bunların sonunda ağlaya ağlaya eve döndüğümde annemin çığlıkları vücudumdaki yaralardan daha çok acıtmıştır canımı!
İşte o yüzden ve ondan sonra nerem yaralanırsa yaralansın, gizlemişimdir yaralarımı…
Taki acı dayanılmaz bir hale gelinceye kadar.
Rachel’in size yazdığı mektupları okurken düştü aklıma bu düşünceler.
Oda gizlemiş midir, üzülmeyesiniz diye başından geçenleri.
Ben otuz altı yaşımdayım Cindy…
Ve benim annem hala nereye gideceğime, ne yapacağıma karışır.
Benim için korktuğunda bir yandan kızgınlıkla bağırırken, diğer yandan hüngür hüngür ağlar mesela.
Doğru olanı yapmakla, anacığımı üzmek arasında gider gelir ruhum. Ama doğru olanı yapmayı tercih ederim. Annemin üzülmesi pahasına…
Bizim buralarda başkası için bir şeyler yapmak akıllıca karşılanmaz Craig.
Her koyun kendi bacağından asılır buralarda. O yüzden anlayamazlar Rachel’in neden öldüğünü.
O yüzden bilemezler Cindy ve Craig olmanın ne anlama geldiğini…
Bizim buralarda cenaze evine konu komşu birkaç kap yemek götürür Cindy.
Düşünülür ki ev halkının yemek yapacak vakti yoktur.
Uzaklardan gelecek yakınları vardır. Ve elbette kendileri yemek düşünecek durumda değillerdir.
Herkes birkaç kap yemek getirir ki, hem misafirler aç kalmasın, hem de ev ahalisinin boğazından birkaç lokma bir şeyler geçsin.
Rachel’in öldüğünü duyduğum an düşünmüştüm bunu.
Elime sefer taslarını alıp gözyaşları içinde kapınızı çalıp ben “Türkiye’den komşunuzum ve Rachel, benim kardeşimdi” deyip acılarınıza ortak olmayı istemiştim.
Hiç olmayacağını bilsem de yedi yıl sonra bile, hala aynı ruh hali içindeyim. Ve belki kim bilir, bir gün kapınızı çalar, gecikmişte olsa birkaç kap yemek getiririm size.
Bizim buralarda büyüklerin elini öpmek, bir saygı ifadesidir Cindy.
Bayramlarda, düğünlerde, cenazelerde…
Büyüklerin elleri öpülür. Belki anlamayacaksınız bu duyguyu, Ortadoğululuk deyip geçin önemli değil…
Ama adettir işte.
Rachel’in ilkokulda fakir çocuklar için yaptığı konuşmayı izledikten sonra ellerinizi öpme ihtiyacı hissetmiştim ilk kez.
Şartlar bunu da mümkün kılmadığına göre, varsayın ki bu mektup elinize geçtiğinde Türkiye’den bir evladınız her ikinizin de ellerini öpüp alnına götürüyor.
Sizde öperseniz benim yanaklarımdan nasıl sevinirim anlatamam.
Bizim buralarda, biz ölülerimizi Allah’a uğurlarken. O’na tanrıdan rahmet dileriz. Dileriz ki Allah merhametiyle muamele etsin.
Dileriz ki Allah günahlarını affetsin. Dileriz ki bizleri öldüğümüzde cennetinde buluştursun.
Dilerim ki, Rachel’e Allah rahmet eylesin Cindy, dilerim ki Allah O’na merhamet etsin Craig.
Ve dilerim ki Rachel’i bizlerle Cennetinde buluştursun.





Dear Cindy and Craig,
Today is 16th of March, Tuesday. My mind is very busy with Rachel for a couple of weeks.
You are living in the far end of the world and I am living in another far end of the world.
And now, I am writing this letter to a mother and father whom I have never met or seen before, and to whom I can only imagine by a few hardly visible pictures and a very short television image.
When I am doing this, my six years old daughter is hurrying and asking me: “Dad, when will you leave the PC to me?”. She wants to watch a cartoon on the PC.
Everything reminds me of Rachel, Cindy. Did she used to ask her mother and father when they will leave the PC to her?
I was a naughty child, Craig.
I was born in a village, in Ordu. We used to have hazelnut gardens, which we still have. When I was working at those gardens, I had repeatedly wounded myself with “girebi”, which is a tiny gadget smaller than axe.
When I was fishing in the brook close to our house, stones and rusted tins had cut off my naked foots.
After school, when I was running down the slope of the hill, my face , arms, knees were all getting injured.
And after all those things, when I arrive home crying, my mother’s screams have always hurt me more than my wounds.
So, for this reason, whenever I get injured and no matter how much I get injured, I started to hide my wounds.
Till the pain becomes unsufferable.
All those things appeared on my mind while I was reading Rachel’s letters to you.
I wonder if Rachel did also hide the things she faced with, in a manner to not to hurt you.
I am thirtysix years old Cindy..
And my mother still tries to manage where I go, what I do.
For instance, when she worries for me, she shouts in anger or she wails loudly.
My spirit gets confused between doing the right thing and afflicting my mother. However I prefer to do what is right. Even it makes my mum upset..
Here, around us, doing something for others is not treated as reasonable.
Every sheep is hanged up its own leg. So they can not understand why Rachel died.
So they can not know what it means to be Cindy and Craig..
Here, around us, when somebody dies , their neighbours take some dishes of food to the funeral house.
It is thought that people in this house have no time to cook.
They would have some relatives to come from far away. And of course they are not in the condition to think about theirselves or cooking.
Everybody brings some dishes of food so that both the guests and members of the house can eat some bite.
I have thought this when I heard about Rachel’s death.
I had wanted to take some food with me, and knock your door in tears, tell you that “I am your neighbour from Turkey and Rachel.. She was my sister” and share your pain.
Although I know it will never be able to happen, I am still in the same mood, even after seven years. And who knows, maybe one day I may knock your door and bring some food to you, even I have been a bit late.
Here, around us, people kiss others’ hands to show their respect.
In festivals, in weddings and in funerals..
People kiss hands of elders. Maybe you won’t understand the manner in that tradition, but you may just think of it as a middle eastern attitude.
But this is custom you see.
The first time I had wanted to kiss both of your’s hands were when I watched Rachel’s speech in primary school for poor children.
As this was also not possible to happen, please when you receive this letter, assume that a son of you living in Turkey kisses both of your’s hands and puts them on his forehad with respect.
And if you kiss my cheekes, I can not explain how much I would be happy.
Here, around us, when we say farewell to our deaths while we send them to God, we wish God’s mercy and grace to be with them. We pray God to treat them with its grace and mercy.
We pray God for forgiving their sins. And we pray God for bringing us together in his heaven.
Dear Cindy, I wish God’s mercy and grace to be with Rachel. And Dear Craig, I wish God treat her with its grace and pity.
And I wish God will bring Rachel and us together in his heaven.

1 Mart 2010 Pazartesi

1000 YIL UTANACAKSINIZ!




Siyasal iktidar düşürüldü. 8 Yıllık kesintisiz eğitime geçilerek İHL'lerin orta kesimleri kapatıldı. İmam Hatip Liselilerin üniversitelere girişleri imkansızlaştırıldı. Üniversitelerde, kamu kurum ve kuruluşlarında ve hatta özel sektörde başörtüsü yasaklandı. Üniversitelerde ikna odaları kuruldu.

En faşist üniversite hocaları, ikna odalarının mucitleri ödüllendirilerek milletvekili yapıldı. Başörtülü personelin işine son verildi, başörtülü personel işe alınmadı. Kur'an kursları kapatıldı. Tarak, mendil ve gümüş yüzük kontrolleri yapıldı.

Devlet memurları fişlendi, işten atıldı, tasfiye edildi. Askeri personelin aile fotoğrafları, aile fertlerinin alkol kullanıp kullanmadığı ve hatta dans edip etmedikleri rapor edildi. Bu raporlara ilişkin önce disiplin soruşturmaları açılıp, ardından YAŞ kararlarıyla askeri personel işten çıkarıldı. Askeri personelin görevden atılmasından sonra hiçbir kamu kurumunda çalışmaması ve işe alınmaması için gizli yazışmalar yapıldı. Bunun için Yerel yönetimlere baskılar uygulandı ve tehdit edildi.

Refah Partisi kapatıldı. Parti yöneticileri, parti üyeleri yargılandı, siyaset yapmaları engellendi. Partinin genel başkanı siyaseten yasaklandı. Vakıflar ve derneklere baskınlar yapıldı, bazı dernek ve vakıflar emir komuta zinciri içerisinde kapatıldı. Kimileri çalışamaz hale getirildi.

Sermaye sınıflara ayrılarak bir kesim yok edilmeye çalışıldı, yok olmak istemeyenler darbe sahiplerine rüşvet vermeye zorlandı. Yüzlerce insan gözaltına alındı, onurları zedelendi, aile mahremiyetleri ve saygınlıkları çiğnendi. Yüzlercesi sistematik işkenceden geçirildi. İşlemedikleri suçlar işlemişler gibi itiraf ettirildi, hukuksuz yargılamalar gerçekleştirildi.

Gazeteciler, sendikacılar, hatta şarkıcılar ve türkücüler genelkurmay karargahına götürüldü, tezgahtan geçirildiler. Ne söylemeleri gerektiği ezberletildi. Psikolojik harp çalıştırıldılar.

Dönemin tek başı örtülü milletvekili Merve Kavakçı linç edilmeye çalışıldı. Çocuklarına okulda, mahallede, sokakta çirkin yaratıklar tarafından saldırılar düzenlendi. Dönemin savcıları bir milletvekilinin evini gece yarısı basmaya kalktılar.

İmam hatip okullarını kapatmak pahasına bütün meslek lisesi öğrencileri feda edildi. Kamu ihaleleri en fazla yüzde verene peşkeş çekildi, bankaların içi boşaltıldı. Bütün bunlar ve burada yazılmayan daha niceleri bundan tam 13yıl önce bu ülkede yaşandı. Bütün bunlar bu ülkeyi kendisinin çiftliği sanan bir avuç üst düzey askeri / sivil memurun talimatıyla yapıldı.

Eski darbelerden farklı olarak tek bir kurşun bile atılmadı bu darbede. Bu darbeyi gerçekleştirmek için radyo evleri basılmadı. Tok sesli kadrolu darbe tellalları “Yinede şahlanıyor aman, kolbaşının yandım da kır atı” diye gürlemedi ajanslardan. Bu kez radyo ve televizyonlar kendi rızalarıyla açtılar kapılarını.

Sermaye gurupları rakiplerini saf dışı edebilmek, pastadan aldıkları payı artırabilmek için hazır olda bekliyorlardı. Darbelerden en çok muzdarip olduğunu iddia eden sözüm ona solcu sendikalar ve sendikacılar en iyi bot yalama yarışındaydılar. İstibdat yönetiminden dert yanan medya patronları karargahtan “görülmüştür” onayı almadan basmadılar gazetelerini.

Bütün bunlar bu ülkede çok değil on üç yıl önce yaşandı.

28 Şubat’ın 1000 yıl süreceğini iddia eden dönemin Genelkurmay Başkanına Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel elindeki fötr şapkayla işte çağdaş Türkiye bu diye karşılık veriyordu.

Hayatında ilk kez opera izlerken, üstelik operanın yarısını uyuklayarak geçirmişken izleyemediği operadan çağdaş Türkiye devşiren bir cumhurbaşkanı vardı bu ülkenin.

Ve aradan 13 yıl geçti. 1000 Yıl süreceği iddia edilen bir süreç 13 yılda sona erdi.

Bizler 28 Şubat darbesinde emeği olan herkese, başta Süleyman Demirel olmak üzere bütün askeri ve sivil memurlara 1000 yıldan arta kalan 987 yıl boyunca utanç dolu bir yaşam diliyoruz.

Hayatlarını kaybettikten sonra da isimlerinin darbeci olarak anılması için elimizden geleni yapacağımıza, isimlerinin tarihin karanlık sayfalarında yer almasına özen göstereceğimize, bizden sonraki nesillerin bu isimleri hakkettikleri gibi anması için gayret edeceğimize söz veriyoruz.

27 Mayıs’tan bu güne ne kadar darbe yapılmışsa, bütün sorumlularının yargılanmasını, cezalandırılmasını, 28 Şubat’ta en çok payı bulunan Süleyman Demirel ve dönemin askeri ve sivil bürokratlarının yargılanmasını istiyoruz.

Olan oldu. Ve şimdi o dönemin bütün ihtişamlı paşaları, emir erleri, bürokratları, piyonları, tetikçileri, ispiyoncuları birkaç kişi hariç Silivri’deler. Hala dışarıda olan ve fakat sırasını bekleyenlerinde bir an önce yargılanmasını, olanın olduğuyla kalmamasını istiyoruz.

28 Şubat’ta işinden kovulan, okulundan atılan, başını açmak zorunda bırakılan, fişlenen, işkence gören, aşağılanan, rencide edilen onbin’lerce kişi adına darbecilere hakkımızı helal etmiyoruz. Utanç dolu bir yaşam diliyoruz.

Üstün BOL
MAZLUMDER Ankara Şube Başkanı

23 Şubat 2010 Salı

ODTÜ ÇOCUKLARI!




1.
2008’in Mart ayı...
Türkiye’de bir ilk yaşanmış ve siyasi bir inatlaşmadan da çıksa kamuoyunda “başörtüsü düzenlemesi” olarak bilinen bir yasa meclis genel kurulundan geçmiş…
Kısaca başı örtülülere üniversite kapısını açan bu yasal düzenleme, eğitim hakkının evrensel ve vazgeçilemez bir insan hakkı olduğuna atıf yapıyor, bu ilkel yasağı kaldırmayı amaçlıyor.
Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) bir genelge yayımlayarak üniversitelerden yeni düzenlemeye uygun olarak hareket etmelerini istiyor…
Her şey bundan sonra başlıyor işte.
Yasal bir düzenleme yapılmış, YÖK genelge yayımlamış…
ODTÜ güvenlik görevlisi Soner ERÇİM yasalara uygun olarak üniversiteye başı örtülü girmek isteyen kızlara üniversitenin kapılarını açıyor.
Kanunu uyguluyor aslında…
Hemen ardından da üniversite yönetimi tarafından önce başka bir bölgeye sürgün ediliyor, ardından bu yetmiyor güvenlik görevlisi olmasına rağmen başka bir işe gönderiliyor.
Yetmiyor, attığı her adımdan dolayı soruşturma geçiliyor…
Bu da yetmiyor, bir sabah 5 dakika geç kalması bahane edilerek işine son veriliyor.

İş yargıya, yargıcılara intikal ediyor.
Bildiğiniz yargıcılara!
Atılma kararını bozdurmaya çalışıyor Soner Erçim ama yargıcıların soğuk kapıları birer birer yüzüne kapanıyor.
O mahkeme senin, bu mahkeme benim hakkını arıyor. Olmuyor…
Enson yüksek mahkemeden kararın döneceğini umut etmek istiyor ama çok yüksek mahkemede de havalar bulutlu!
Soner Erçim’in suçu büyük…
Derin TC’nin kutsal kitabına aykırı işlem yapmış, derinlerin tanrıları affedemez bu tür bir ihaneti!
Bedelini mutlaka ödemeli ki başkaları da aynı şeyi denemesin…
Sonuçta yargısal süreç sonuçlanıyor. Soner ERÇİM işsiz! Üstelik Soner Erçim evli…
Üstelik çocukları var…
Üstelik yüksek yargıcılar gibi bir eli yağda, bir eli balda değil Soner Erçim’in…
Ne lojmanda oturuyor, ne elinin altında kapıkulları var!

2.
19 Şubat’ta ODTÜ’de Hrant’ımız için bir panel düzenleniyor.
Üç başörtülü kafadar panele katılmayı koyuyor akıllarına..
Ama bir sorun var… Hepsi başörtülü.
Ümit Kıvanç’tan, Agos’a…
Programı düzenleyen ODTÜ öğretim görevlileri derneğinden, üniversite rektörlüğüne kadar aranmadık yer bırakılmıyor.
“Girişte başörtüsü sorunu yaşanmayacak” deniyor.
Oysa biz söz konusu ODTÜ olunca güvenilmemesi gerektiğini biliriz!
İki arkadaşımız toplu ulaşım aracından indiriliyor giriş kapısında.
Herkesin bakışları arasında…
Kimse şaşırmıyor, son derece olağan bir durum olmalı!
“Bu şekilde giremezsiniz” deniliyor.
Güvenlik binasında telefonlaşmalar, beklemeler, aramalar, aranmalar…
Ön kapıda bunlar olurken, arka kapıdan giriyor bir arkadaşımız.
Ama girmenin de kıriterleri var.
Şoför mahallinde olursanız başıörtülü olarak ODTÜ’ye giremezsiniz mesela...
Şoför olmasanız bile önde oturursanız, yine giremezsiniz…
Ama önde oturan bir başı açık varsa ve siz arka koltukta oturuyorsanız ODTÜ’’nün güve’leri sizi görmezden gelebilir ve içeri sızabilirsiniz!

Diğer kapıda hala güvenlik kulübesinde beklemekte olan arkadaşlarımız ise ODTÜ’’nün güveleriyle muhataptır hala.
“Ne olursanız olun, sizi kim davet ederse etsin, bu şekilde giremezsiniz kardeşim!”
Saatler ilerlemektedir.
Program başlamıştır. Hem kapıdakiler hem içerdekiler tedirgindir.
Herkesin kalbi diğerinin yanında…
Sonunda aracı ile ODTÜ’ye girişi sağlayan arkadaşımız çıkıp diğer kapıdan bayan arkadaşlarımızı alır, giriş yaptığı kapıya gelir.
Başörtülüler yine arka koltuğa oturtulur.
“Siz mezunumuzsunuz hocam, hadi bu seferlik geçin, kıyağımız olsun!”
Programın yapıldığı salona girildiğinde vakit ilerlemiştir artık, hiç kimsede keyif kalmamıştır.
ODTÜ’lü olmayan üç başörtülü birkaç saatlik bir mücadeleden sonra girebilmiştir kampüse…
Ama hergün yüzlerce başörtülü ODTÜ’lü aynı kapıdan ya geri dönmektedir, ya da nazi kampının kurallarına itaat ederek girmektedir içeri…
Bize düşen ise sadece Sırrı Süreyya Önder’i hayırlı anmak ve başlığı atmaktır…
“ODTÜ Çocukları”!

18 Şubat 2010 Perşembe

HUKUKTA MERDİVENALTI: HSYK



Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) dün aldığı bir kararla, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal, Erzurum Özel Yetkili Başsavcıvekili Tarık Gür, Cumhuriyet savcıları Rasim Karakullukçu ve Mehmet Yazıcı'nın, yetkilerinin kaldırılmasına karar vermiştir.

Bu kararla üyelerinin özlük haklarını, atamalarını ve tayinlerini yürütmekle yükümlü idari bir kurum olan HSYK, hukukun alanına müdahale etmiş ve hukuki işleyişe tecavüz etmiştir.

HSYK bu kararla kimlerin soruşturulabileceğine, kimlerin soruşturulamayacağına karar verdiği gibi, görevden alınan savcıların, yerine atanacak savcılara da gözdağı vermiştir.

Bu karar hukukun siyasallaştığının en bariz örneğidir.

Bununla birlikte yargıcı darbesinin 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’e ifade vermesi için 26 Şubat’a kadar süre verilmiş iken gerçekleşmiş olması, yargıcıların emir komuta zinciri içerisinde yer alıp almadığına dair şüpheler doğurmaktadır.

Eğer bu kalkışma askeri makamların haklılığını ispat maksadıyla savcılar üzerinden oynanan bir oyun ise bu numarayı yemediğimizi ve bütün darbecilerle her ne olursa olsun hesaplaşacağımızın bilinmesini isteriz.

2. Mahmut 1826 tarihinde Yeniçeri ocağını kaldırmıştı. Yeniçeriler; duraklama döneminden itibaren disiplinsiz davranışları, devlet mekanizmalarına müdahaleleri, beğenmedikleri padişahları, sadrazam ve nazırları idam etmeleri ile bilinen, ulufe ve culüs’ten başka değeri, ilkesi bulunmayan askeri bir çete haline gelmişti.

1826 Yılından bugüne geldiğimizde adına yargıcı dediğimiz bir gurubun iş ve işlemlerini beğenmedikleri için meslektaşlarına, yönetim felsefesini beğenmedikleri için siyasi iktidara ve hukukun yaygınlaşmasını talep ettiği için de ülke halkına yönelik bu kalkışması yeni bir yeniçeri isyanını andırmaktadır.

Yargı mekanizması içerisinde kümelenmiş ve hatta yargıyı ele geçirmiş bu gurubun ulufe ve culüs talebi hem siyasi irade tarafından, hem halklar tarafından, hem de hukukun üstünlüğüne inanan tüm hukukçular tarafından reddedilmelidir.

Öte yandan HSYK’nın aldığı hukuk dışı karara istinaden Yargıtay 1. Başkanlık kurulu adına açıklama yapan Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in “HSYK’nın aldığı kararın hukuka uygun olduğu sonucuna vardıkları” açıklaması ve Danıştay Başkanı Mustafa Birden’in, “HSYK’nın yargıçlarına güvenimiz tamdır” açıklamaları ideolojik saflaşmanın ürünü olmakla birlikte bizler açısından şaşırtıcı olmamıştır.

Ancak zihinlerde karışıklığa neden olmamak için kimin şıracı, kimin bozacı olduğunun acilen açıklığa kavuşturulması elzemdir.

HSYK aldığı bu hukuk dışı kararla “Hukuki anlamda bir kağıt parçasına” imza atarak, bir türlü oluşturamadığı saygınlığını yerlebir ettiği gibi, durduğu yerin “merdivenaltı” olduğunu da tescil etmiştir.

8 Şubat 2010 Pazartesi

BAROSUNUN DANIŞTAYI!





Şaşırıp şaşırmadığımı soruyor arkadaşlar.
Baştan söyleyeyim ki, hiç şaşırmadım.
Kararın nasıl verileceğine dair tereddütüm yoktu.
Ama, evet itiraf edeyim, zamanlama beni şaşırttı!
Ben Danıştay kararının sınavlara çok az bir zaman kala verileceğini ve hem YÖK’ün iki ayağının bir papuca sokulacağını, hem de meslek lisesi öğrencilerinin psikolojik olarak perişan edileceğini düşünüyordum.
Hemen sevinmeyin…
Daha zaman var ve henüz oyun bitmedi, hala haklı çıkabilirim!

Danıştay’ın katsayı kararını erken! açıklaması YÖK’na yeni bir düzenleme yapma şansı verdi.
Belki de ilgili daire sınava kadar bütün kartları açtıralım da, “altın vuruş”la işi bitirelim diye düşünmüştür!
Neden olmasın?
Katsayı sorununun en temel üç muhatabı var malumunuz.
1. İstanbul Barosu
2. Danıştay
3. Meslek lisesi öğrencileri ve aileleri
Istanbul barosu açısından bakıldığında, Hukukun yaygınlaştırılması ve adaletsizliklerin giderilmesi için çalışması ve hukuktan taraf olması gereken bir meslek örgütünün, üzerine vazife olmadığı halde yüksek öğretimde eşitlik ilkesinin iptalini ve hukukun gasp edilmesini istemesi son derece manidar!
Kaldı ki, İstanbul Barosunun işi, hukuku yaygınlaştıran ve eğitim eşitliğine fırsat veren bir düzenlemenin iptali için gayret sarf etmek değil.
Toplumun bir kesimi tarafından “darbeci” olarak anılan bir meslek örgütü bahsettiğimiz.
Bu açıdan bakınca aslında taşlar yerine oturuyor!
O halde bize de söz söylemek düşer.
Istanbul Barosu yöneticileri hukuk fakültesini bitirmiştir, evet.
Avukattırlar, evet.
Ancak bu barodaki arkadaşların hukukçu olduğu anlamına gelmez!
Olsa olsa ticaret erbabıdır hepsi!
Avukatlıktan geçinen ticaret erbabı!
Bu ticaret erbabının çocukları hangi liselerde okuyor, bakmak lazım birde!
Kimilerinin tembel çocuklarına, doğum günü hediyesi olmasın bu katsayı kararı!


Uzun zamandır, Türkiye’de hukuk devleti çizgisine karşı, bir “yargıcı cumhuriyeti” lobisi oluştuğunu söylüyoruz.
Ve yaşanan gelişmeler hep bizi haklı çıkarıyor.
Ve bu “yargıcı” lobisi yasama ve yürütmeyi kontrol etmek istiyor.
Açıkça ulufe ve cülüs isteyememenin bir sonucu olabilir mi bu?
Bir çeşit “gelinim sen anla” hali…

Meslek liseli gençler ve ailelerine ise tamir edilemez bir tranva kaldı geriye.
Nice emek, nice gayret, onca maddi harcamaya karşın pinpon topu gibi bir oyana, bir bu yana fırlatılan hayatları var bu çocukların…
Ve sevgili “yalnız ve güzel ülkeleri” hizmet bekleyecek onlardan…
Devlet değil mi, “hem sever, hem döver” diyecek, az gelişmiş yöneticileri…

Bu karar yargının, yasama ve yürütmeyi kontrol etmesi, yasama ve yargı erk’i üzerinde baskı kurma çalışmalarının en bariz örneği...
Şimdi YÖK, Meslek lisesi öğrencilerini bu ideolojik çarpışmanın dışında tutarak, öğrencilerin moral motivasyonlarını da göz önüne alarak en kısa sürede katsayı problemini derhal çözmeli…
Ve diğer yandan gözlerimiz Danıştay’ın üzerinde olacak.
Bakalım başka davalarda da bu kadar hızlı karar verebilecek mi?
Bakalım katsayı kararı “matbu” bir karar mı?!
Bekleyecek ve göreceğiz…

5 Şubat 2010 Cuma

SUS NESRİN SUS!

Sus Nesrin sus
cyranodebergerac@timeturk.com


Önce bir internet sayfasında izledim.

Birkaç dakikalık bir konuşmaydı.

Sonra bir lokantada televizyonda ilişti gözüme…

Uğur Dündar alışık oluğumuz ciddi televizyon yüzü maskesiyle ve

üstelik maskenin de önüne geçen

“Bakın, şimdi tarikatımızın işine gelecek şeyler söyleyecek, iyi dinleyin bakışıyla”

hayran hayran soru soruyordu…

Yoksa hayatını Türk tipi laikliğe feda etmiş! bir “kamu malı”,

kelebek yaka dahi olsa, bir türban!lıyı “kamusal televizyon alanına” neden çıkarsın ki?

Bu kadını hatırlıyordum bir yerlerden.

Onca unutmaya çalışmalarıma rağmen, daha görür görmez tanımıştım.

“Allah kahretsin” dedim bu O!

Dakikada 2,5 cümle kuruyordu üstelik.

Buna şaşırdım.

Eskiden önüne konulmuş A4 metinleri okurdu,

gözünü bir an notlarından ayırmadan.

Şimdi peş peşe cümleler kurabiliyordu.

Keşke cümle kurmadan önce tartıştığı / yanıt verdiği şey’in ne olduğunu anlamış olsaydı!

Belki bu kadar komik olmazdı o zaman…

Kendisini şartlandırmıştı baştan, bu belliydi.

Uğur Dündar faraza “Doktorlar muayene sırasında bir hastaya tecavüz etmiş, doğru mudur efendim” deseydi…

“Vallahi ben görmedim, Antalya’da 7 yıldır muayene etmediğim kimse kalmadı.

Kimseden bu yönde bir şikâyet almadım” diyecekti.

Ona göre gündem değiştirmeye çalışıyordu birileri.

Bu ülkenin başörtüsünden başka sorunları vardı.

Eczacılar SGK’dan alacaklarını tahsil edemiyordu mesela.

Eczacı bir tanıdığın kırılamayan ricası olabilir miydi bu!…

Hoş ben Antalya’dan Hale’ye, Jale’ye ve Lale’ ye sıradaki üçüncü sayfa haberini göndermesini bekliyordum ama, olmadı çok şükür!

Basur sorunu vardı insanların…

Ama başörtüsü sorunu yoktu!

Muayene ettiği hiç kimse bugüne değin başörtüsü şikâyetinde bulunmamıştı!

Böyle bir sorun olsa, mutlaka bir hastası söylerdi…

Üstelik kendisi de toplu iğnelerini kapıda teslim ederek,

kelebeğiyle birlikte, hiçbir sıkıntı yaşamadan girebilmişti, GATA’ya…

Sadece GATA’ya olsa iyi.

Woşington’a, Bürüksel’e de gitmişti.

Hiçbir askeri yetkili “Şişt bacım, toplu iğnelerini çıkar, kelebeğini göriiim” de dememişti!

Milletinin birliği ve beraberliği için kendini feda etmiş Türk kadını modundaydı hanfendi!

Oysa ben, Ecevit, tarikatıyla birlikte mecliste yemin etmeye çalışan bir başörtülü kadına haddini bildirirken tanımıştım onu.

Ve o günden sonra adını duymamaya, yüzünü görmemeye azami gayret sarf ettim.

Hakkında konuşmamak, varlığını redd ve inkâr etmek, yokmuş gibi davranmak benim intikamımdı.

Üstelik herkesin adından bahsettiği bir “kamu mülkiyeti”ni görmezden gelmek,

kamuya da rest çekmek anlamına geliyordu…

Aradan oniki yıl geçti…

Ve tarihin kirli sayfalarından, yeniden “mülkiyeti kamuya ait” bir varlık olarak çıkıyor karşıma…

Ve ben eski ben değilim!

Susup geçmeyeceğim bu sefer…

“Sus nesrin, sus” diyeceğim.

Veya “nesrin topu at”.

“Tut nesrin, tut. Topu tut.”

Git başımdan nesrin.

Git başımdan…

Kelebeğini de al git…

tagore