6 Kasım 2023 Pazartesi

BİNALAR NEDEN YIKILIYOR


 6 Şubat tarihli depremlerin üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Bir yandan yaralar sarılıyorken diğer yandan çoğumuz için hayat olağan akışına kavuştu. Birkaç gündür yaşadığımız siyasi tartışmalar toplumumuzun duygusal, sev-genç yapısını da aşikar etti.

            Depremin üzerinden bu kadar kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen ülkenin dört bir yanında çılgınca bir inşaat faaliyeti sürüyor. Onlarca katlı binalar ‘rezidans’, yaşam alanı’, ‘cennetten bir köşe’ lansmanıyla müşteri arıyor. Aslında aranan müşteri yok, müşteriler birbiriyle yarışıyor.

            Bu binaların müşterileri kim? Nasıl oluyor da depremin hemen ardından 10 milyon lira vererek ev satın alabiliyorlar? Bu kadar parası olan insanlar neden yatay mimariye yönelmiyor da 20-30 katlı binalar satın alıyorlar?

            Deprem bölgesinde ‘cennetten bir köşe’ diye satılan binalara en çok kim feveran ediyorsa bu müşteriler de onlar! Bu kitle yıkılan ‘cennetten köşe’lere isyan ederken ülkenin başka şehirlerinde kendileri için yeni ‘cennetten köşe’ler satın alıyorlar.

            Asosyal hayatta olan bitene isyan ederken, gerçek hayatta cennetten köşe arayan kitlenin hassasiyeti sizin de gözlerinizi yaşartmış olmalı.

            Bunca can kaybına rağmen yaşadığımız inşaat aşkının toplumsal tarihimizde mutlaka bir açıklaması vardır. İster kapitalist yaşam biçimine entegrasyonumuz olsun, ister göçebe geçmişimizin izleri diyelim ortada garip bir durum olduğunu kabul etmek zorundayız.

            Hangi sebeple olursa olsun yüzlerce yıl önce yerleşik hayata geçmiş bir toplum olarak neden dayanıklı yapılar yapamıyoruz? İnsanın bir mezar satın almak için yüz binlerce dolar ödemesi akla mantıklı gelmiyor. Ya da soruyu şöyle soralım. İddia edildiği gibi Türkiye’de mühendislik kalitesi dayanıklı yapılar inşa etmeye uygun değil mi?

            O zaman akla başka bir soru geliyor. Madem Türkiye’de mühendislik kalitesi yeterli değil, Türk müteahhit şirketleri dünyanın her tarafında milyonlarca dolarlık ihaleleri nasıl alıyor? Nasıl oluyor da Ortaasya’dan Avrupa’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar Türkiye’nin en büyük ihraç kalemlerinden biri müteahhitlik hizmetleri oluyor?

            Aslında her şey Türkiye’nin ülke olarak ilerlemeyi sanayileşme olarak anlamasıyla başlıyor. Bu yanlış anlama Doğu ve Güney Marmara’yı hızla sanayileştirirken yoğun bir göç akımı ile nüfusun Anadolu’dan Marmara’ya geçişine sebep oluyor. Sanayi geliştikçe iş imkanlarıyla birlikte nüfus hareketliliği de Batı’ya doğru çoğalarak devam ediyor.

            Bu nüfus hareketliliği şehirlerin demografisiyle birlikte  yapı stoğunu da hızla dönüştürüyor. Gecekondu dediğimiz yapılar her seçim döneminde çıkarılan imar aflarıyla birlikte  şehrin doğal bitki örtüsüne dönüşüyor ve sorun geri dönülemez bir hal alıyor.

            Gecekondu tarzı yapılar 2000’li yılların başına kadar yapılmaya devam ediliyor. 1980’lerde insanların başlarını sokabilecekleri iki odalı küçük yapılar tasarlanırken 1990’dan sonra 5-6 katlı yapılara dönüşüyor gecekondular. Tekniğine uygun imal edilmemiş, herhangi bir mühendislik hizmeti alınarak inşa edilmemiş bu yapılar bugün karşılaştığımız deprem sorununun en can alıcı noktasını oluşturuyor. Ancak konumuz bir çok canımıza mal olan bu yapılar değil. Bu yazıda 2000 sonrası yapılan binaların neden yıkıldığını konuşacağız.

            6 Şubat depremlerinde binaların yıkılmasının başlıca dört sebebi var. Öncelikli sorun zemin sıvılaşması ve taşıyıcı sisteme sonradan yapılan müdahaleler. Ardından ise kısa kolon etkisi ve yumuşak kat düzensizliği gibi teknik sorunlar geliyor.

            Teknik terimlere boğmadan kısa kolon etkisi ve yumuşak kat düzensizliğini şu şekilde izah edebiliriz. Deprem etkisiyle yapının kolon ve katlarının farklı salınım periyotlarına sahip olması kolonların zayıf noktadan kesilmesine ve zayıf katın kırılarak katlanmasına, devrilmesine veya şakülünün kaymasına neden oluyor. Bu etkilere karşı uygulanacak farklı mühendislik çözümleri mevcut. Yani depremde oluşacak bu olumsuzluklar karşısında, yapım aşamasında önleyici teknik müdahaleler ile sorun giderilebilir. Kısa kolon etkisi oluşan kolonla rijit duvar arasında bırakılacak 5 cm’lik bir derz boşluğu, esnek bir malzeme, donatı artırımı ve etriye sıklaştırması gibi basit işlemlerle yapı güvenli hale getirilebilir.

            Zemin sıvılaşması ise utançtan ağlamamız gereken bir konu. Türkiye’de özellikle taşrada zemin etüdlerinin nasıl yapıldığına bir önceki yazıda değinmiştim (https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-deprem-ve-bilgi-tacizi-3545 ). Zemin etüdleri bu şekilde yapıldığı sürece yapı nasıl projelendirilirse projelendirilsin, nasıl inşa edilirse edilsin ayakta duramaz.

            Zemin etüd raporlarında zemin sınıfı, hangi tür zeminlerle karşılaşıldığı, kaç metrede su tespit edildiği gibi statik projeyi doğrudan etkileyen detaylar yer alır. İnşaat mühendisi bu rapora göre mimari projeyi statik anlamda çözer. Temel tipini, kolon, kiriş ve perde çözümlerini boyutlandırır.

            Yumuşak zemin tespit edilen arazilerde tekil veya radye temel ile sistem çözülemiyorsa zemin iyileştirmesi kaçınılmazdır. Yumuşak toprağın derin kazı ile alınması bir zemin iyileştirme yöntemi olarak denenebilir. Ancak yumuşak zemin derin kazı ile iyileştirilemeyecek derinlikte ise uygun kazı işleminden sonra zemine enjeksiyon yapılarak, enjeksiyon ile de çözülemeyecekse kazık çakılarak iyileştirilir. Bazı durumlarda bu iki yöntemin aynı anda kullanılması da gerekebilir. Bütün bu işlemlerin inşaat maliyetini yüzde 1 ila sorunun büyüklüğüne göre yüzde 10’a kadar artıracağını da aklımızda tutalım.

            Bu tür zeminlerde eğer alternatif varsa bu alanda yapı inşa etmekten kaçınmak en akılcı ve ucuz çözümdür. Ancak şehrin yerleşim planı, kurulduğu alan ve benzeri nedenlerle yapının bu parselde yapılması kaçınılmaz olabilir. Böyle zamanlarda tekniğine uygun şekilde yapılmış bir imalat ile yapı güvenliği kolaylıkla sağlanabilir.

            Taşıyıcı sisteme sonradan yapılan müdahaleler ise tedavisi zor bir hastalıktır. Konut olarak tasarlanmış bir yapının bir işletmeye dönüştürülmesi teknik açıdan zaten sorunlu bir işlemdir. Statik hesaplarda konut için dikkate alınan yükler yapının işletmeye çevirilmesi ile değişeceğinden binanın taşıması gereken yük de artacaktır. Buna ilave olarak alandan kazanmak ve görüntü kirliliğini engellemek için yapının kolon, kiriş ve perde duvar gibi taşıyıcı elemanlarının kaldırılması binayı savunmasız hale getirir.

            Taşıyıcı sisteme müdahale edildikten sonra konu mühendisliğin alanından çıkar ve hukukun ilgi alanına girer. Binada yapılan tadilatlar için yerel yönetimler sorumludur. Gerekli kontrolleri yapılmamış veya göz yumulmuşsa buna sebebiyet verenlerin hesap vermesi gerekir.

            Yapı, taşıması gereken bütün kriterleri sağlasa, doğru projelendirilse, uygun ve kaliteli malzeme kullanılsa bile yıkılabilir mi? Evet yıkılabilir. Burada işçilik uygulamaları devreye girer. Donatılar, etriyeler uygun şekilde yerleştirilmezse, pas paylarına dikkat edilmezse, beton vibrasyonla yerleştirilmezse, betonun kür alması sırasında bakımı yapılmazsa yapı yine güvenli değildir.

            Burada devreye mühendis kalitesi girer. Mühendisin kalitesini ortaya koyabilmesi için sadece bilgi sahibi olması yetmez. Yöneticilik kabiliyetinin ve şantiye yönetiminin de iyi olması gerekir. Ustaya, kalfaya söz geçirebilecek ve onların alışık olduğu şekilde değil, tekniğine uygun olarak imalatı yaptırabilecek bir otorite kurması gerekir.

            Bunun olabilmesi için, öncelikle asgari ücretle çalıştırılan bir mühendisin kendisinden 4-5 kat fazla para kazanan usta ve kalfaya karşı öz saygısının tesis edilmesi gerekir. Mühendisin özlük hakları korunmadan, teknik personelin öz saygısı tesis edilmeden niteliği ne olursa olsun teknik personelden alınacak verim sınırlıdır.

            Bununla birlikte en çok söz edilen mühendislik eğitiminin yeterli olup olmadığına dair tartışma, tek başına değil ancak Türkiye’de tıp eğitiminin, öğretmen eğitiminin yeterli olup olmadığı ile birlikte tartışma konusu yapılabilir.

Hiç yorum yok:

tagore