2 Mart 2009 Pazartesi

bir güzel adam: Fikret Başkaya...





ENGİN DİNÇ'in haberi

28 Şubat post-modern bir darbe olarak niteleniyor. 28 Şubat’ı diğer darbelerden ayıran özellikleri nelerdir? 28 Şubat’ta post modern darbeyi gerçekleştiren askerin hedefinin
ne olduğunu düşünüyorsunuz?

‘Post-modern darbe’ dendiği zaman sanki ‘farklı’ birşeymiş, tam darbe değilmiş gibi bir izlenim ortaya çıkıyor. Bu bilinçli olarak yapılan ideolojik manipülasyondan başka birşey değil. Ya darbedir ya da değildir. Darbe demek iktidardaki veya iktidar olduğu varsayılan bir hükümeti devirmek, yerine yenisini ikâme etmekse ki, öyledir 28 Şubat darbesi de diğerleri gibi bir darbeydi. Önemli olan müdahalenin kendisidir. Darbelerin modalitesi değişebilir. Mesela 1960 darbesi 1971’dekinden, 1980 darbesi de her ikisinden farklıydı. Kavramların, kelimelerin önüne gelen ‘niteleme sıfatlarına’ ihtiyatla yaklaşmak gerekir, zira kelimelerin, kavramların önüne konulan sıfatlar, ekseri ideolojik bulanıklık yaratma, kafaları karıştırma işlevi görüyor. Netice itibariyle ‘post-modern darbe’ denilen de öyle bir şey. Darbenin ‘hedefine’ gelince, her zamanki hedef ne ise 28 Şubatınki de aynı: “Ayak takımını” iktidardan uzak tutmak. “Memleketin sahipleri” statülerinin, ayrıcalıklarının tehlikede olduğunu düşündüklerinde bir darbe tezgahlayarak, “burası bizden sorulur’ demek istiyorlar. Bu vesileyle unutulmaması gereken birşey var TC’nin niteliği göz önüne alındığında, Türkiye’de darbeler istisna değil, kuraldır. Başka türlü ifade etmek gerekirse, darbeler sisteme içkindir, yani onda mündemiçtir…

TÜRKİYE’DE SİYASİ PARTİLER GERÇEK İKTİDAR ODAĞININ TAŞERONU

28 Şubat’ın politik İslamı temsil eden Refah Partisi’ne karşı ve diğer İslami kuruluş ve örgütlenmelere karşı yapıldığı biliniyor. Sizce Refah Partisi o dönemde rejim için gerçekten tehdit oluşturuyor muydu? Türkiye’deki düzenin İslamileşmesinden söz edilebilir miydi?

Aslında Türkiye’de rejimin niteliği hakkındaki genel ‘kabul’, resmi ideolojinin ürettiği versiyona dayanıyor. Oysa rejimin niteliği hakkında resmi tarih ve resmi ideoloji dışı bir kavrayışa ihtiyaç var. İkinci bir sorun da, siyasi partilerin durumuyla ilgili. Türkiye’deki siyasi partiler benim asıl devlet partisi dediğim gerçek iktidar odağının taşeronlarından başka birşey değil ya da söz konusu olan muvazaa partileridir. Dolayısıyla Refah Partisi’nin önünü açanla, onu bir darbeyle hükümet olmaktan çıkaran aynı odak. Elbette işin içine genel oy, genel seçim, vb. girince durum karmaşıklaşıyor. Bu güne kadar yapılan darbelere ve sayısız askerî müdahalelere bakarsanız, söylediğim daha iyi anlaşılır. Asıl devlet partisi kendi konumunun takviye edilmesine karar verdiği anda, gerekçe bulması zor değildir ve buluyor. Elbette bunu söylerken akıllarına her geldiğinde darbe yapıyorlar, yapabilirler demek istemiyorum. Darbe için uygun bir iç ve dış konjonktürün de oluşması gerekiyor elbette ama ‘asıl devlet partisi’ müdahaleyi sadece ordu aracılığıyla hükümeti değiştirmek şeklinde yapmıyor. Hem ordu hem de asıl devlet partisinin iktidar araçları olan kurumlar aracılığıyla da yapıyor. Dolayısıya müdahale sürekli yapılıyor. Ordu tarafından yapılan her uyarı, her bildiri, her demeç bir müdahaledir. Oysa, Karayolları Genel Müdürlüğü ne konumdaysa, ordunun da öyle olması gerekirdi. Tipik bir burjuva demokrasisinde öyledir. Elbette Politik İslam da hükümet olmak istiyor [iktidar olamaz, hiçbiri olamaz] , o da diğer siyasi partiler gibi bütçeyi ve hazineyi yağmalamak istiyor. Ama asıl amaç sanki İslâmi bir rejim kurmakmış gibi sunuluyor. AKP yedi yıldır hükümet, kayda değer bir değişiklik var mı? Biri hükümet olmak için milliyetçiliği, diğeri laikliği, bir başkası dini ideolojik manipülasyon amacıyla kullanıyor… Aralarında bir fark var mı? Oyunu kurallarına göre oynayan birini oyun devam ederken devre dışı bırakmak ayıp ve haksızdır. Aslında bu kitleye saygısızlıktır. Halkın yanlış yapmasından korkunun ifadesidir. Halkın yanlış veya doğru yaptığının kriteri nedir? Neden halkın yaptığı yanlışı düzeltmesine izin verilmiyor? Onmilyonlarca insanın tercihini yok sayıyorsanız o zaman seçimlerin bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Bu memleketin sahiplerinin halka bakışının sakatlığıyla ilgili birşeydir.

DİSK’İN GERÇEK YÜZÜ 28 ŞUBAT’TA ORTAYA ÇIKTI

Özal iktidarıyla birlikte özellikle ‘Anadolu Sermayesi’ olarak adlandırılan yeni bir sermaye sınıfı doğdu. Sermayenin yeniden şekillenmesinin 28 Şubat’ın darbe koşullarının oluşmasına etkisi nedir?

Sermayenin sarısı, yeşili diye birşey, böyle bir ayrım, sermaye ve bir sermaye düzeni olan kapitalizm hakkında fikri olmayanların bir kuruntusu, bir uydurmasıdır. Bakın orada da yukarda sözünü ettiğim ideolojik manipülasyon var: ‘Anadolu sermayesi’ ‘Yeşil Sermaye…’ Siz sermayenin değişik kesimleri arasındaki rekabetten ve/veya çıkar çatışmasından söz edebilirsiniz ama bunu renklerle, coğrafi ayrımlarla vb. ifade etmek doğru değildir. Sermaye sermayedar, kapitalizm de kapitalizmdir… Sermaye küreseldir ve hiyerarşik bir şekilde var oluyor. Bir kısım kapitalist şu partiden daha çok çıkar umut eder onu destekler, diğeri başka partinin kendisi için daha iyi olduğunu düşünür onun hükümet kurmasını ister ama hepsinin istediği şey, toplam artı değer kitlesinin daha büyük kısmına elkoymak, velhasıl daha çok kâr etmektir. Bana gore 28 Şubat darbesinin asıl nedeni asıl devlet partisinin kerhen desteklediği bir hükümetten kurtulma girişimiydi ama asıl amaç hükümeti değiştirmekten çok asıl devlet partisinin konumunu, statüsünü ve ayrıcalıklarını güvence altına almak takviye etmekti…

28 Şubat’ta TÜSİAD, TOBB, TİSK, TÜRK-İŞ, DİSK gibi kuruluşları yan yana strateji üretip, birlikte hareket ederken görüyoruz. Çok farklı toplumsal kesimlerin Refah-yol hükümetine ve özelde de Refah Partisi’ne karşı biraraya gelmesini nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Teorik olarak TÜSİAD, TOBB- TİSK’in bir araya gelmesi olağan ama bunlara TÜRK-İŞ, DİSK, vs’nin dahil olması sorun yaratıyor. Ama Türkiye’de özerk gibi görünen yapılar aslında özerk değil. TÜRK-İŞ her zaman hükümetlerle iyi geçinir bunun nedeni mâlum ama o devletin konfederasyonudur. Devlet sendikalarının bir konfederasyonudur… Elbette zaman zaman hükümetleri eleştirdiği olur ama devleti eleştirmez, eleştiremez. DİSK farklı bir konfederasyon gibi görünse de aslında özde TÜRK-İŞ’ den farklı bir örgüt değildir. Bürokratik yozlaşmaya uğramış hiçbir örgütün devletle bir çelişkisi olmaz. DİSK’in 28 Şubat darbesinin destekçileri arasına katılması, onun gerçekte nasıl bir işçi örgütü olduğunu gösterdi. Aslında 28 Şubat Türkiye’de, devletle arasına mesafe koymayı başarmış ‘özerk’ örgütlerin pek var olmadığını da göstermesi bakımından önemliydi, bir tür teşhir işlevi gördü denilebilir…
ERGENEKON’UN KÖKLERİ İTTİHAT VE TERAKKİ’DE

Bugün ortaya çıktığı kadarıyla 90’lı yıllarda ve özellikle 28 Şubat sürecinde Ergenekon olarak adlandırılan derin yapının önemli provokatif icraatları gerçekleştirdiği biliniyor. Türkiye’deki derin yapılanmaların darbe koşullarının şekillenmesinde işlevleri nelerdir? Emniyet İstihbaratı tarafından ortaya çıkartılan Batı Çalışma Grubu’nu, Ergenekon bağlamında değerlendirebilir miyiz? Buradan hareketle bugün sürdürülen Ergenekon soruşturması hakkında neler söyleyeceksiniz?

Ergenekon veya adı ne olursa olsun, bu tür örgütlenmeler yeni değil. Bunların kökenini XIX’uncu yüzyılın son çeyreğine kadar gerilerde aramak gerekir. İttihad ve Terakki Cemiyeti ve daha öncesinden beri böyle bir gelenek oluşmuş durumda. Ben buna iktidar ikiliği durumu diyorum ve Ergenekon tipi örgütleri de asıl devlet partisi dediğim gerçek iktidar odağının araçları olarak görüyorum. Dolayısıyla Ergenekon ve benzerleri ne Raison d’état ile [ devletin yüksek çıkarları için yasa ve ahlak dışı işlere girişme] ne de Gladio denilenle açıklanamaz. Türkiye’deki durum bu ikisinin ötesinde yapısal nitelikte ve süreklilik arzeden bir durumdur. Bütün bu süreç boyunca görünen iktidar/gerçek iktidar ikiliği söz konusuydu. Mesela İttihad ve Terakki Cemiyeti 1908’de bir darbeyle Padişah II. Abdülhamid’i devirdiği halde, iktidarı denetler duruma geldiği halde, gizli örgüt olarak kalmayı yeğledi… En azından “merkez-i umumisi” gizliliğini sürdürdü. Bu basit bir ayrıntı, önemsiz birşey değildir. Bu tür yönetim, olumsuzluğu görünen iktidara fatura etmek imkânı da veriyor. Ebedî Şef Mustafa Kemal’in ve Milli Şef İsmet İnönü’nün tek parti diktatörlüğü dönemi olan 1923-1950 aralığında devlet/hükümet/parti özdeşliği, değilse içiçeliği söz konusu olduğu için ayrım önemli değildi ama 1950 sonrasında yeniden önem kazandı zira ayak takımı olarak gördükleri halk yığınları sınırlı da olsa sürece dahil olmuştu. Darbeler doğrudan asıl devlet partisi dediğim dar ekibin bir marifeti olarak gündeme geliyor. Bu dün öyleydi, bu gün de değişen birşey yok. Asıl devlet partisi bürokrasiyi denetleyip yönlendirerek ülkeyi yönetiyor bu yüzden derin devlet nitelemesi uygun değil. Zira devlet derinde değil. Batı Çalışma Grubu ve daha niceleri asıl devlet partisinin eseri olan yapılanmalar. Onun için Türkiye’deki rejimi gerçekten anlamak istiyorsanız, resmi tarih, resmi ideoloji dışı ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan da arınmış bir yaklaşıma ihtiyacınız var. Aksi halde oyuncuların oyununa gelmek kaçınılmaz.

MEDYA ŞİMDİLERDE BÜTÜNÜYLE MİSYONUNA YABANCILAŞMIŞ DURUMDA

28 Şubat sürecinde medyanın da çok önemli bir işlevi olduğu biliniyor. Medyanın 28 Şubat sürecindeki işlevini nasıl tanımlamak gerekiyor?

Türkiye’deki medya tipik bir medya değil. Fakat bu sadece medya için geçerli değil. Parlamento parlamentoya, üniversite üniversiteye, yargı yargıya, vb. benzemiyor… Bunların hepsi ‘gibi’… Medya’nın teorik olarak ya örgütsüz, sessiz yığınların sesi, vicdanı olması gerekir, ya da medya değildir. Bizde medya önceleri devletin medyasıydı, şimdilerde devletin ve sermayenin medyası… Elbette bu söylediğimden başka yerlerdeki medyanın matah olduğunu söylüyor değilim… Medya şimdilerde bütünüyle misyonuna yabancılaşmış, egemen sınıfların ve devletin tam bir ideolojik savaş makinasına dönüşmüş durumda… Böyle gazeteler, dergiler, televizyonlar, radyolar varken bunların darbeleri desteklememeleri beklenemezdi. Nitekim yangına körükle gittikleri görüldü…

28 Şubat sürecinde iç politikaya dış müdahale olmuş mudur? Örneğin o dönemde Türkiye-İsrail ilişkilerinin yoğunlaşmasını 28 Şubat süreci bağlamında değerlendirebilir miyiz? Ya da ABD'nin Ortadoğu'daki politikalarına karşı RP iktidarını tehlike olarak gördüğünü söyleyebilir miyiz?

Her askerî darbede elbette ‘dış faktör’ mevcuttur ama bir yanlış anlamanın bertaraf edilmesi gerekir. Politik İslam bidayette İngiliz Oriyantalistlerinin peydahladığı birşeydi. Sovyetler Birliğinin sahnede olduğu dönemde hem ‘komünizmi kuşatma stratejinin’ hizmetindeydi, hem de Müslüman Ülkelerde, modernist-milliyetçi unsurları tasfiye amacıyla kullanıldı. Şimdilerde de emperyal strateji olan BOP onların hizmetinde. ABD’nin RP’yi bir tehlike olarak gördüğünü sanmıyorum ama daha iyi pazarlanır ve daha işlevsel olan AKP versiyonunu tercih ettiği de bir gerçektir… Politik İslam’ın misyonu hakkında kafa karışıklığından kurtulunduğunda, neden ve nasıl TC-İsrail Stratejik İttifakı’nın o dönemde gündeme geldiğini anlamak kolaylaşır.

ERBAKAN DARBEYİ ÖNLEYEMEZDİ AMA REJİMİ TEŞHİR EDEBİLİRDİ

28 Şubat sürecinde iktidardaki Refah-yol hükümetinin ya da Başbakan Erbakan’ın politikalarını nasıl değerlendirmek gerekiyor? Ne tür hatalar yapılmış, darbeye karşı yeterince direnç gösterilmiş midir?

Erbakan darbe karşısında gereken basireti ortaya koyamadı. Elbette isteseydi de darbeyi önleyemezdi ama hiç olmazsa rejimi teşhir edebilirdi. Onu da yapmadı. Zaten Türkiye’deki hükümet/asıl devlet partisi ilişkisi bu güne kadar bir tür taşeron/müteahhit ilişkisi gibiydi. Böyle bir yapı ve ilişki biçimi geçerliyken, seçimle gelmiş hükümetin yapabileceği fazla birşey yok. Muvazaa partisinin, taşeronun yapabileceği şeyin çapı bu kadar olabiliyor…

Özellikle 90’lı yılların başında Çiller iktidarından itibaren askerin sistemde giderek artan bir rolü var. Askerin ağırlığının artmasında ise özellikle Kürt sorunu katalizör rolü oynadı. Ancak 28 Şubat’la birlikte ‘irtica’ ilk plandaki tehdit algısı olarak belirdi. Rejimin 28 Şubat’ta tehdit olarak algıladığı hem Kürt sorunu hem de ‘irtica’ konusunda baskı politikası insan hakları, demokrasi ve özgürlükler bağlamında ne gibi sorunlara yol açtı?

Aslında askerin sistemi belirlemedeki önemi asıl 12 Eylül döneminde arttı. Elbette Kürt sorunu 90’lı yıllardaki militarizasyonun başlıca nedenlerinden biri ve başlıcasıydı. Bu konuda bir belirsizlik yok. Elbette militarizasyonun yoğunluğunu artırdığı koşullarda, demokratik haklar ve özgürlükler alanının daralması şaşırtıcı olmazdı. Nitekim JİTEM’in katliamlarının binlerle ifade edildiği bir ortamda insan hakları, bireysel özgürlük, demokrasi’den söz etmek, ancak ahmakların bir kuruntusu olabilirdi. Zira, bırakın bireysel/kollektif hakları, orada kimsenin hayatı garanti altında değldir, nitekim değildi. Asıl devlet partisi Kürt sorununun çözülmesini istemiyordu. Kürt sorunu her zaman memleketin sahiplerinin iktidar ve hareket alanını genişleten birşey…

TÜRKİYE’DE DARBELERİN BİTTİĞİNİ SÖYLEMEK ABESTİR

Bugün iktidarda AK Parti bulunuyor. Eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat 1000 yıl sürecektir” açıklamasına geçtiğimiz günlerde AK Parti’li Bülent Arınç’ın “28 Şubat süreci bitmiştir” şeklinde bir cevabı oldu. 28 Şubat süreci ve darbe koşulları Türkiye’de gerçekten bitmiş midir? Türkiye’de askeri vesayet rejiminin bittiğini söyleyebilir miyiz?

Aslında Hüselin Kıvrıkoğlu gönlünde yatanı söylüyor. Bu dünya’da binyıl sürecek hiç birşey yoktur ve olamaz. Böyle bir anlayış eşyanın tabiatine aykırıdır. Toplum dinamik, sürekli değişen, yenilenen bir süreç olarak varolabilir ve varlığını sürdürebilir. Bülent Arınç’a gelince, eğer Bülent Arınç, 28 Şubat artık tekrarlanmayacak diyorsa bu doğru ama darbeler dönemi kapandı diyorsa bu doğru değil. Birisi 12 Eylül artık tekrarlanmayacak derse o da doğru, zira koşullar birşeyin aynı şekilde tekrarına uygun değildir. Türkiye’de darbelerin, askerî müdahalelerin artık bittiğini söylemek abestir. Sözünü ettiğim ikili yapı yerli yerinde duruyor. Kaldı ki, müdahale tankların sokaklarda dolaşmasından ibaret değil. Müdahale kaldığı yerden devam ediyor, askerî vesayet sistemi de… Uzağa gitmeye gerek yok, daha bir kaç gün once Genelkurmay DTP başkanının Meclis Gurubundaki konuşmasıyla ilgili bildiri yayınlamadı mı? Vesayet rejiminin son bulması için:1. Anti-militarist bir bilinç ve mücadele; 2. yüzyıllık devlet anlayışının ve devlet/toplum ilişkisinin değişikliğe uğraması gerekiyor. Bu da militarizmle sorunu olan örgütlü sol muhalefetin yapabileceği birşey…



ANALİTİK BAKIŞ / ÖZEL

Hiç yorum yok:

tagore