23 Kasım 2021 Salı

 

YALANLA GERÇEK ARASINDA

         (Bu yazıda, Ümit AKTAŞ’ın Osmanlı Çağı ve Sonrası kitabı ekseninde, yazarın kitapta irdelediği düşünceler üzerine bir anlama/analiz gayreti yer almaktadır)

 

 

 

         Tarih, Doğu toplumları için gereksiz bir şekilde övünç ve utanç kaynağı olabiliyor. Bu sebeple geçmişimizin övünülecek yanlarını abartarak öne çıkarıyor, utanacağımız yanlarının ise üzerini kolayca örtüyoruz. Her ne kadar siyasi birer proje olsalar da ‘Diriliş Ertuğrul’, ‘Kuruluş Osman’  ve ‘Uyanış Büyük Selçuklu’ gibi diziler hem güncel politik mesajlarıyla taraftarlığımıza, hem de geçmişe öykünme hastalığımız sebebiyle asabiyetimize hizmet ediyor. Siyasetin ittifak eksenli dokusu, dizi ve sinema sektörünü de ister istemez biçimlendiriyor.

 

         Batıda da durum çok farklı değil aslında. Fransızlar; Tunus ve Cezayir’de, İngilizler; Hindistan’da ve diğer sömürgelerinde işledikleri günahların üzerini profesyonelce örtebiliyor. Ispanyollar, Hollandalılar, Portekizliler daha bir sürü sömürgeci ülke, tarihlerinin kirli-karanlık yanlarını kilitli sandıklarda saklıyor. Amerika Birleşik Devletlerinin Yeni Kıtada işlediği cinayetlerden sonra ise başka bir hal alıyor süreç. Her şeyi bir pazarlama nesnesi olarak gören Amerikan emperyalizmi, sinema sektörünün de büyüsü ile olayları tersyüz edip, işlediği bütün suçları hem olağanlaştırıyor, hem de bir eşyaya dönüştürüyor.

 

         Bu akım, Amerikan yerlilerini katil olarak gösterip, Amerika’ya köle olarak getirilmiş kara tenli insanları vahşi olarak belletiyor bize. Üstelik bütün ‘kullanışlı‘ bilgiler çılgınca zihinlerimize boca ediliyor. Avrupa tabi, geri kalmıyor bu süreçten. Avrupalı sömürgeciler de işgal ettikleri topraklarda işledikleri cinayetleri, insanlık suçlarını sinematografik şekilde siyasetin ve ticaretin hizmetine sunuyor.

 

Kutsal Bir Alan Olarak Tarih

 

         Türkiye üzerinde ve Türkiye yakın tarihi özelinde düşündüğümüzde iki tarafın mücadelesi dikkat çekiyor. Milliyetçi/Muhafazakar diyebileceğimiz taraf -daha çok savunma refleksiyle- kendi rol modelleri üzerinden bir bilinç inşa ediyor. Ulusalcı diyebileceğimiz taraf ise oluşturduğu entelijansiyanın ve kontrolündeki kolluk gücünün etkisiyle kendi kutsalını bütün alanlarda dikte ediyor ve artan bir hızla çoğaltıyor.

 

         Bir yanda yeni Cumhuriyet’in attığı her adımı, ilahi bir tasavvurla kutsallaştıran yeni ve tek tip entelijansiya; diğer tarafta Kadir Mısıroğlu, Necip Fazıl Kısakürek gibi etkili yazar ve hatipler... Her iki taraf da kendi haklılığını ispat etmek telaşında. Her iki kesimin taraftarlarında da mutlak bir inanç hâkim!

 

         Ümit AKTAŞ’ın Osmanlı Çağı ve Sonrası kitabı (Çıra Yayınları) tam da bu düzlemde okunması gereken bir kitap.  Tarihin bir durak değil bir süreç olduğunu düşünen, hakikat arayışına cesaret edebilen herkesin okuması gereken bir kitap var karşımızda.

 

         Hepimiz dünyada, ister istemez heybemize doldurulan bilgi ve ezberlerle var oluyoruz.  Çoğu zaman organize ve disiplinli bir şekilde otoritenin doldurduğu bilgi ve ezberlerden bahsediyorum. Üzerine konuşmanın, tartışmanın yasak olduğu, farklı düşünmenin şirk derecesinde tehlikeli görüldüğü bilgiler bunlar. Ama bu bilgi ve ezber eleştirisi, bir başka bilgi ve ezberin müdafası için yapıldığında mutlaka sahihliğini yitiriyor.

 

         Osmanlı Çağı ve Sonrası kitabında ise bir savunma/karşı koyma refleksinden ziyade anlama ihtiyacı hâkim. Muğlak sonuçlardan çok, süreçlere odaklanmış bir düşünme biçimi kitapta öne çıkıyor. Türklerin at üstünde Orta Asya’dan vuruşa vuruşa batıya ilerlemesi,  göçebe bir toplumun yurt edinme tutkusu ve bu tutkunun hala ‘sahiplik’ duygusu olarak içimizde var olması, genetiğimize işlemiş bir yaşam tarzının, zaman ve mekân değişse bile kendisine bir var olma biçimi ürettiğini gösteriyor.

 

         Toprağa duyduğumuz bağlılık, cep telefonu ve otomobil hızına düşkünlüğümüz (2), göçebe kimliğimizin izleri sanki. Selçukludan bu yana hem Osmanlı tecrübesinde hem de yeni Cumhuriyette karşımıza çıkan askeri darbe geleneği, yüzlerce yıllık bir kabul ve öğretinin modern hali. Üretim ve tüketim anlayışımız, merhametimiz, iyilik duygumuz nasıl bin yıldan öte bir öğretiye dayanıyorsa; devlet-ordu sistemimiz, bürokratik alışkanlıklarımız, hamasi nutuklarımız da geçmişin bir durağında heybemize konulmuş olmalı!

 

         Ne kadar inkâr etmeye çalışırsak çalışalım Osmanlıdan da önceye dayanan uzun bir geçmişin güncel sürümüyüz. Bugünkü davranışlarımız, ezberlerimiz, kutsallarımız eğer bir sorgulama alanımız yoksa terk edemediğimiz geçmişimizin bir parçası. Esasen ortada siyasi hayatımıza şekil veren iki farklı görüş de yok. Aynı merkezden beslendiklerini kabul etmeyen taraflar var.

 

 

Uygarlıklar Arasında

 

         ‘Tarih, yaşanırken olduğu kadar yazılırken de hep yeniden inşa edilir.’ (2) Diyor Ümit AKTAŞ, Osmanlı Çağı ve Sonrası kitabına başlarken. Hakikatten bağımsız olarak ‘vakanüvisler’, tarih kitabını şartlara ve ihtiyaçlara göre sürekli geliştirirler şüphesiz. Bu geliştirme resmi ideolojinin kutsal ihtiyacını karşıladığı gibi, geniş kitleler açısından da bir çeşit afyon rolü üstlenir. Bu inanma/iman ihtiyacı olmasa taraflar ‘kişilik sorunları’ yaşayacağı gibi, kurulu düzen de tehlikeye girer! Makbul bir tarih üretimi rejimler için ihtiyaç olduğu kadar, teba için de bir ihtiyaçtır. Sözgelimi Amerikan tarihini hakikat üzerinden inşa etmek, Amerikan kurucu aklından önce, üretilmeye çalışılan Amerikan ulusunu rahatsız edecektir.

 

         Uygarlıkların eril ve dişil dokusu, bu uygarlıkların kurduğu idarelerin yönetim biçimlerini de ister istemez şekillendirir(3). Türk, Roma, Arap, Yunan ve Germen medeniyetlerinin savaşçı-avcı, göçebe, hayvancıl üretime dayalı, güç ve hakimiyet eksenli yapısı ile; Hint, Çin, Sümer ve Mısır uygarlıklarının yerleşik, toprağa bağlı, tarımsal üretime dayalı dişil yapısı yönetim biçimlerinde farklılaşmayı doğurmaktadır. Eril yapıya sahip, savaşçı toplumlarda gücün hakimiyeti ve insanların güce itaati yaygınlaşırken, sınıf bilinci gerilemekte; dişil toplumlarda ise oluşan sınıfsal kurgu sebebiyle gücün temerküzü zayıflamaktadır.

 

         Eril karakterli toplumlar, var olabilmek için sahip oldukları askeri gücü kullanmak zorundadır, dişil topluluklar ise sahip oldukları toprakları ve tarımsal üretim girdileri ile ticaret yollarını korumak mecburiyetindedir. Tarih boyunca savaşların, istisna olarak çıkarları çakışan eril karakterli toplumlar arasında; genel olarak ise saldırı ve savunma pozisyonunda yer alan eril ve dişil nitelikli toplumlar arasında yaşandığı görülmektedir. Eril nitelikli toplumlar kutsal devlet ve saltanat modeli üretirken, dişil toplumlarda sınıfların varlığına bağlı olarak göreceli bir ‘sınıfsal çoğulculuk’ modeli karşımıza çıkmaktadır.

 

         Selçuklularda gördüğümüz ‘kutsal devlet’ miti, Osmanlılarda karşımıza çıkan padişahın ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ söylemi, yeni Cumhuriyette şekil değiştirerek form alan ‘Ulu Önder‘ ve ‘Milli Şef ‘ tezleri, kökenleri itibariyle yüzlerce yıllık eril bir karakterin bünyemize nüfuz ettiğini gösterir. Türk aile yapısındaki baba figürü ile devletin ‘Devlet Baba’ rolü arasındaki paralellik de aynı karakterin bir uzamı olarak karşımızda durmaktadır.

 

         Gerek İslam toplumlarında, gerekse gayrimüslim topluluklarda devletin kutsal rolünü ikame eden asıl unsur dindir. İslam toplumlarında ulema, kutsanan bilgi ve değerleri bir zırh ile kuşatarak, dini muhafaza altına alırken; Hristiyan toplumlarda Kilise, krallığın muhafızı rolünü üstlenmektedir. Şüphesiz bu üstlenici, muhafaza edici dilin, taşıdığı risk kadar mükafatının da bulunduğu göz ardı edilmemelidir!

 

         Dişil toplumların erken yurtlanması, tarıma dayalı yerleşik hayatı benimsemesi dış güçlere karşı sadece savunma ihtiyacını doğururken; eril karakterli toplumlar sahip oldukları hız ve gücün etkisiyle sürekli hareket etmek ve fetih motivasyonu ile yeni hedeflere ilerlemek zorundadır. Yerleşik hayata geç kalınmasının temel nedeni uygun yurt bulunamamasından ziyade, göçebe-savaşcıl karakterin yurtlanmaya müsaade etmemesidir. Savaşcıl toplumların yurtlandıktan sonra yerleşik hayatta asimile oldukları ve bir süre sonra tarih sahnesinden çekildikleri düşünüldüğünde eril toplumlar için karakter değişimi bir anlamda yok olmak demektir.

        

         Devlet yönetimi, bir yurt hayali ve fetih ile tebaasını motive ederken, aynı zamanda her fetihten sonra yeni bir yurt arayışına girişmektedir. Türklerin Anadolu’ya girişi, ilerleyişi, İstanbul’u fethedip Balkanlara yürüyüşü, bir yandan Viyana kapıları kuşatılırken diğer yandan Afrika ve Kafkaslar ’da süren genişleme süreçleri, eril devlet yapısının durağanlığa direnişidir.  Çünkü devletin fetih motivasyonunu kaybetmesi bağlılarının güce itaatini sorgulanır hale getirecektir. Nitekim Osmanlı İmparatorluğunda ciddi muhalif akımlar, iç sorunlar sebebiyle değil, savaşlarda toprak kaybedilmesi ile doğmuştur. Devlet yönetimindeki aksaklıklar, askeri yapının ve toprak sisteminin bozulması tolere edilebilir sorunlar iken, kaybedilen herhangi bir savaştan sonra saltanatın ve ‘kutsal devlet’in tartışılır hale gelmesi tebaanın içselleştirilmiş eril yapısının tezahürüdür.

 

 

Fetih ve Bürokrasi

 

         İstanbul Türkler için önemli bir fetih figürüydü. En başından bu yana nihai bir hedef olarak görülen İstanbul’un fethiyle birlikte İmparatorluğun doğal sınırlarına ulaştığı kabul edilerek devletin eril aklı küçültülebilecekken, Osmanlılar Balkanlar üzerinden Avrupa’ya yürüyerek birleşik Avrupa devletlerini karşılarına kaldılar. Avrupa toplumları açısından ölüm kalım mücadelesi haline gelen bu savaşlar, Osmanlı ordusu açısından artık aynı anlamı taşımıyordu. İmparatorluğun yurtlanma serüveninin, İstanbul’un fethi ile nihayete erdiği düşüncesi yaygın bir kanaate dönüşürken, fetih motivasyonu azalan bir eril devletin/tebaanın da yıkılması kaçınılmaz bir hal alacaktı. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğunun çöküş hikâyesinin 16. yüzyılda başladığı düşüncesi yanlış olmayacaktır.

 

         Yurtlanma serüveninin en azından zihnen İstanbul’un fethi ile sona ermesi ile birlikte yüzlerce yıllık devlet töresinde yaşanan değişiklikler dikkat çekicidir. Daha muhafazakâr bir yönetime evrilen Osmanlı sarayının bu dönemde Bizans etkisinde kaldığı söylenebilir. Fatih Sultan Mehmet’in bir kanunname ile kardeş katlini yasallaştırması ve 2. Mahmut’a kadar saltanatta söz sahibi olabilecek yeğen, amca ve kardeşlerin bu ‘yasal dayanak’ ile katledilmesi, üstelik bu katl için İslami referanslar üretilmesi, yönetimde Bizans sarayı etkisinin en bariz belirtisidir(4). 

 

         Bir Bizans sarayı uygulaması olarak görülen Haremlik-Selamlık düzenlemesi de yine fethin ardından Osmanlı sarayında alan bulabilmiştir. Etkileşim halindeki toplumların birbirini dönüştürmesi kaçınılmazdır. Gerek savaşlar, gerekse ticaret mekanizmaları insan ilişkilerinde yüzlerce yıl sürecek kalıcı etkiler bırakabilir. Haremlik-Selamlık uygulamasının bir dini hassasiyet olarak kabul görmesinin yanı sıra, yine dini hassasiyetin bir göstergesi kabul edilen kadınların çarşaf giymesinin Bizans sarayından devşirildiği iddiası da ilginçtir(5). Endülüs İslam Devletinde yaşayan gayrimüslim kadınların Müslüman kadınlara özenerek örtülü kıyafetler giydikleri düşünüldüğünde bu etkilenme çok garip karşılanmayacaktır. Ancak, toplumlarda tarih boyunca izler bırakacak bu tür değişiklikleri tek bir nedene veya eksene bağlamak da eksik olabilir.

 

         İmparatorluk fetihle birlikte bir yandan yönetim bürokrasisinde değişikliğe giderken diğer yandan askeri bürokraside de devşirme/kulluk sisteminin güdümüne girmektedir. Bu tarihten sonra askeri bürokrasi devlet yönetiminde etkilerini bugün de hissettiğimiz baskın bir güç haline gelecektir. İmparatorluk saltanat için risk teşkil etmeyen, askeri kulluk sisteminin kendi selametini tesis edeceğini planlarken, zaman içerisinde yeniçeriler bu selametin en büyük tehditi haline gelecektir. Bu tehditi geç de olsa fark eden Devlet, Yeniçeri Ocağının devşirme yapısını yerli asker istihdamı ile değiştirmeye çalışmış ancak başkaca faktörlerin etkisiyle ordu içinde stabil bir düzen bir daha tesis edilememiştir. Nihayetinde açık bir düşman olarak değerlendirilen Yeniçeri Ocağı, kanlı bir şekilde yok edilmiştir.

 

         Osmanlı İmparatorluğunda askeri düzen toprak sistemiyle içiçedir. Askeri düzenin bozulmuş olması aynı zamanda toprak düzeninin de bozulduğu anlamına gelir. İmparatorluğun ilk yüzyıllarında toprağın mülkiyetinin Allah’a ait olduğundan yola çıkarak kurulan toprak sistemi, ilerleyen zamanlarda bozularak feodal yapıların toprak ve köylü üzerinde hâkimiyet kurmasına neden olmuştur.

 

         İmparatorluk nihai yurtlanmanın neden olduğu zihni durağanlığa ilaveten, artık askeri bürokrasi ve yeni ortaya çıkan feodal yapılarla da uğraşmak zorundadır. Bütün bu etkenler zincirleme şekilde reaya ve ulemayı devletle karşı karşıya getirmiş; askeri bürokrasinin ‘resmi tarikatı’ Bektaşilik de düşman olarak görülmeye başlanmıştır. Bu bakış açısı, tarikatın orta sınıf bağlılarının da memnuniyetsizler sınıfına dâhil olmasına sebep olmuş, her alanda muhalifleri çoğalan devlet ilk kez dini bir oluşumu doğrudan karşısına almıştır.

 

         Bütün bunların neticesinde esasen bir asimilasyon yöntemi olan ve 1. Murat tarafından Hristiyan esirlerin çocuklarının, ailelerinden alınarak Müslüman olarak yetiştirilmeleri esasına dayanan Yeniçeri Ocağı bozulmuş, adil bir toprak rejiminden feodal bir toprak sistemine geçilmiş, devletin/saltanatın korunması için kardeş katli gibi gayri İslami düzenlemeler İslami kılıflarla yasallaştırılmış, fetih motivasyonu işlerliğini yitirmiş daha da önemlisi imparatorluk dünyanın değişen şartlarına uyum sağlayamayarak zayıflamaya başlamıştır.        

 

 

Bir Kafa Karışıklığı Olarak İTC

 

         Hem devlet hem de toplum açısından büyük bedellere neden olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) esas itibariyle çok farklı görüşlerin ortak bir düşman karşısında bir araya gelmesinden müteşekkil bir yapıdır. Üst kimliğini ‘Osmanlıcılık’ diyebileceğimiz bir çatının oluşturduğu; Batıcı, Türkçü, Sosyalist, Mason ama son kertede Abdülhamit karşıtı bir oluşum. Bu yapının karmaşıklığı bileşenlerinin uzun süre bir arada kalmasına doğal olarak müsaade edemezdi, nitekim cemiyet kısa sürede kendi içinden birçok muhalif gurup çıkararak ayrıştı. Bir kısım Cemiyet üyeleri ise, fikir ayrılıklarına düştükleri Cemiyetin üst yönetimi tarafından tasfiye edilerek uzaklaştırıldılar.

 

         Her ne kadar çok eğilim barındırsa da Cemiyetin baskın karakterini oluşturan iki eğilim öne çıkmaktadır: Batıcılar ve Türkçüler. Batıcılar içinde dinin her alanda yok sayılıp Sosyalist bir düzen kurulmasını hayal eden, nesillerin ıslahı için fantastik düşünceler öneren, bütün cemiyet ve devlet hayatının batıdan kopyalanmasını savunan ‘aydın’lar bulunmaktadır. Türkçüler ise kendi içinde daha tutarlı olmakla birlikte, Türkçülüğün beslendiği kaynaklar dikkate alındığında daha tutarsız bir yol izlemektedir.

 

         Türkçüler, özellikle Balkanlar’da Osmanlı tebaasının uluslaşması sonrasında, geç kalmış bir uluslaşma heyecanı içindedir. Bu ‘tutarlı’ davranış, hareketin beslendiği kaynaklar göz önüne alındığında tutarsızlaşmaktadır. Bu akımın ilk öğretmenleri Macar Vamberi, Polonya’dan ithal paşalar, Selanik ve İstanbul’da mukim çok sayıda Yahudi kanaat önderi, Masonlar ve milliyetçilik çalışmaları yapan Avrupalılardır.        ‘Turan’ kelimesini ilk kez literatüre sokan Macar Vamberi’dir. Moiz Kohen ünlü bir Türkçü olarak Tekin Alp adıyla yazılar yazmaktadır. Moiz Kohen’in en yakın arkadaşı ise Türkçülük akımının kurucusu kabul edilen Ziya Gökalp’tir!

 

         İT Cemiyeti bileşenlerinin çokluğu sebebiyle karmaşık bir yapı olduğu kadar, bu yapıların beslenme odakları açısından da kafası karışık bir yapıdır. Bu kafa karışıklığı sebebiyledir ki iktidarları döneminde şikayet ettikleri istibdat uygulamalarını artırarak sürdürmüş, otoriter yapıyı muhafaza etmekle kalmamış güçlendirmiş, ‘hafiyelik düzeni’ni daha kudretli bir şekilde devlet mekanizmasına yerleştirmiştir. Bu her açıdan hazırlıksız yakalanılmış iktidar deneyimi sonunda, yönetimsel yetersizlikler, kişisel beceriksizlikler ile devleti kurtarmak iddiasındaki bir hareket İmparatorluğun sonunu hazırlamıştır.

 

 

Yeni Cumhuriyetin Eski Aklı

 

         Osmanlı İmparatorluğunun kurucu aklı; dini alanda Sünniliği, üretim anlamında asya tipi üretimi, devlet yapısında ‘kutsal devlet’ modelini, askeri alanda ise saltanat iddiası olmayan kulluk sistemini benimsemişti. Osmanlıya karşı muhalif bir hareket olarak ortaya çıktığını iddia eden İttihat ve Terakki Cemiyeti bu kurucu aklın ilkelerinden hiçbirine itiraz etmiyordu! İTC, padişahın gölgesi altında, mevcut mekanizmaları kontrol edebilmeyi bunun yanında Avrupa’ya hoş görünmek için arada bir ‘kontrollü seçim’ yapmayı hayal ediyordu!

 

         Esasen Fransız aklı ile kurulan, daha sonra İngiliz kontrolünde faaliyetlerini sürdürüp, Alman taraftarlığı ile nihayete eren Cemiyet, Fransız devriminden devşirme sloganları dışında yeni bir şey söylemiyordu(6). Hanedana ve Saltanata bağlı batıcıl bir reform önerisi zaten Osmanlı sarayının 2. Mahmut, 3. Selim, Abdülaziz ve Abdülhamit gibi padişahlarının birincil önceliğiydi. İTC’ni motive eden asıl unsur eğitim görmüş, çoğu yurt dışında farklı eğilimlerle temas etmiş yeni entelijansiyanın, yönetim hakkını kendinde görmesiydi. Bu, esas itibariyle üstenci bir tavır iken, Osmanlı Sarayının ülke içinde/dışında yanlış uygulamaları Cemiyet etrafında farklı kesimlerden muhalif insanların toplanmasını sağladı.

 

         Yeni Cumhuriyet’te tıpkı Osmanlı gibi devletin Sünni kimliğini, başkaca bir askeri kulluk sistemini ve kurucu iradeye (kutsal devlet/yeni tip saltanat) bağlı bir yönetimi öngörmüştü. Devlet aygıtının marjinal, toplum dokusuyla uyuşmayan uygulamaları onun dini, yönetimsel, askeri ve bürokratik tercihlerini değiştirmiyordu. Esas itibariyle birbirinin karşıtı/muhalifi gibi görünen bu üç ayrı yapı, varlıklarını diğerlerinin kötücüllüğü üzerine kuran bu üç ayrı sistem, birbirinin takipçisi ve taklitçisiydi.

 

         Bu takipçiliği gün yüzüne çıkaran en bariz örnek ‘devletin sünniliği’ meselesidir. Türklerle Safaviler arasında yıllarca süren hükümranlık mücadelesi, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki savaş sonrasında bugünkü Şii-Sünni ayrışmasını oluşturmuştur. Oysa Şah İsmail’in ordusunda askerleriyle birlikte Sünni Türk beyleri, Yavuz Sultan Selim’in ordusunda Şii askerler bulunmaktadır. İran’la Türkiye arasında yaşanan her güncel sorunda tartışmanın asıl konudan ziyade Şii-Sünni ayrışması ekseninde yürütülmesi, bir Ulusalcı ile bir Muhafazakarın bu tartışmada aynı fikirde olması ve neredeyse aynı cümleleri kurması, halef-selef devletlerin Sünni yapısının bir sonucudur.

 

         Hayat etkileşime açık bir süreçtir. Osmanlı nasıl savaştığı toplumlardan etkilenmişse, yeni Cumhuriyette ister istemez varoluşunun temelini teşkil eden Osmanlıdan etkilenmiştir. Aksi de mümkün değildir. Bu mümkünsüzlük yeni Cumhuriyetin Osmanlı İmparatorluğunun bir sürgünü olduğunu ortaya koyar. Her ne kadar yeni Cumhuriyet inkar politikaları ile yola çıksa ve yakın zamana kadar inkar politikalarını sürdürse de 2021 Türkiye’sinde her iki devletin de kurucu aklının ortak olduğu açıkça görülmektedir.

 

         Nihayetinde diyebiliriz ki, Ümit Aktaş’ın Osmanlı Çağı ve Sonrası kitabı, hamasetten ve ezberden uzak diliyle, inkar edilemez bir geçmişi anlamaya çalışırken aynı zamanda hepimizi bir hesaplaşmaya da davet etmektedir.

 

 

 

 

 

(1). Osmanlı Çağı ve Sonrası (Sayfa. 173)

(2). Tarih Nasıl okunmalı (Sayfa.11)

(3). Tarih Nasıl okunmalı (Sayfa.23)

(4). İmparatorluk Yolu (Sayfa.154)

(5). Osmanlı Sisteminin ve Kurumlarının Geçmişi (Sayfa.110-111)

(6). İttihat ve Terakki Cemiyeti (Sayfa.305-309)

Hiç yorum yok:

tagore