25 Nisan 2011 Pazartesi

Bu Acı Hepimizin (2)

Bir önceki yazıda 1900 yılından 1918 yılına kadar Ordu ili özelinde azınlıkların durumunu, çoğunlukla yerel kaynaklar üzerinden oluşturulmuş İbrahim DİZMAN’ın “20. Yüzyılda Ordu” kitabından aktarmıştık. 1918 Yılından itibaren şartların nasıl değiştiğini yine aynı kaynak üzerinden incelemeye devam ediyoruz…

1918: “Tüm Pontuslular Kongresi Marsilyada toplandı. Ordulu Rumlarda bu toplantıya temsilci gönderdiler. Pontus’u kurabilmek için Sovyetler birliğinden yardım istendi. Leon Troçki’ye bir telgraf çekildi.” “Dönemin en lüks pansiyonu Ermeni bayan Hekimyan’ın hanıydı. Daha çok iş için Ordu’ya gelen işadamları ve devlet görevlileri burada kalırlardı.” “Dönemin en önemli lokantalarından biri Ermeni Ohanyan’ın kebapçısıydı.”

1919: “Rusya’dan 1350 Rum Ordu’ya gelerek yerleşmek istedi. Osmanlı Yurttaşı olanlara izin verildi.”
“Rumlar 8 Mayısta Giresun’da büyük bir gösteri düzenledi. Pontus Rum Devletinin kurulmasını talep ettiler. Gösteriye Ordu’dan da Rumlar katıldı.”
“Ermeniler Ordu İdadisinin binasını boşalttırarak el koydular.” “ Rum okullarında Pazar günü çekilen Yunan ve Pontus bayrağı diğer günlerde de indirilmemeye başladı, Pontus jandarma örgütü kurulma çalışmaları başladı.” “Merkezi Batum olmak üzere Rum Pontus Devleti kuruldu. Bu devlet sınırları içine Ordu’yu da alıyordu.” “Giresunlu milis Topal Osman Ağa gözdağı vermek için Ordu’ya girmek istedi. Ziya Bey şehrimizi karıştırma, bizim onlarla sorunumuz yok diyerek buna izin vermedi.”

1920: “Ordulular TBMM’ye telgraf çekerek Topal Osman’ın kente girmesini istemediklerini bildirdiler.”

1921: “Bölgedeki kıyı kentlerinde olduğu gibi, Ordu’daki Rumların da Yunan çıkarmasına karşı önlem olarak tehcir edilmeleri kararı çıktı. Bu karara göre, 1317(1899)doğumlu hristiyanlar, amele taburlarında görevlendirilmek üzere askere alınacak, kalanlarda Şarkıkarahisar’a kafileler halinde gönderilecekti. Tehciri yönetmekle görevli Faik Bey, İçişleri Bakanlığının genelgesinde geçen “Bilcümle Rumlar” vurgusunu çocuklar ve bebekleri de kapsar şekilde yorumlayan Nurettin Paşa’ya karşı çıktı ve bu kararı uygulamayacağını belirtti.”
“Samsun Bölge İstiklal Mahkemesi kuruldu. Ordulu Pontus Yanlısı bir grup yargılandı: Avram Tokatlıoğlu ve Paminonda idam edildi; Tanasaki on yıl hapse mahkûm oldu. Lambo da mahkemeye giderken yolda öldü.”

1922: Topal Osman’ın baskısı üzerine Ziya Bey Çorum’a sürgün edildi. Ziya Bey Ordu’daki azınlıklara hoşgörülü yaklaşıyordu.”

1925: “Mart başında Ordu’dan Rumlar Yunanistan’a, Yunanistan’dan Türkler Ordu’ya gelmeye başladı.15 Kasımda son Rum grubu Ordu’dan ayrıldı.”

1927: “İlk nüfus sayımı yapıldı. Buna göre Ordu’da Rumca konuşan 2 kişi, anadili Ermenice olan 249 kişi yaşıyordu.”

1935: “Bu yıl Ordu Merkez ilçede 37 Rum, 265 Ermeni kökenli yurttaş yaşadığı tespit edildi.”

Gerçekten Ne Oldu?

Kitapta 1935 Yılından sonra ise azınlıklara ilişkin haberler sona eriyor. Yunanistan’a göç eden Rumların 1960 sonrasında Ordu’yu ziyaretleri ve çocukluklarının geçtiği yerleri gezmeleri istisna, ne nüfusları ne de varlıklarına ilişkin hiçbir bilgi yok.

Adına ister tehcir diyelim, ister soykırım 1915’te hiçte hayırla anılamayacak şeyler yaşandı. Öncelikle bu yazıda tarafların siyasi duruşlarından bağımsız insani bir tavır belirleme çabası içerisinde olacağımızı belirtelim. Dolayısıyla herhangi bir tarafın haklılığı veya haksızlığı bizi ilgilendirmiyor.

1900’den 1935’e kadar yukarıda alıntılananlar dikkate alındığında;
1900’lü yılların başlarında Ermeni ve Rumların kentin yönetiminde önemli bir yere sahip oldukları, kentin ekonomik ve sosyal çerçevesini şekillendirdikleri, ticaretin ve sanatın büyük çoğunlukla bu grupların elinde olduğu görülecektir. Savaş ve işgal şartlarının gelişmesi ile birlikte azınlıklara karşı yerli halkta tepkilerin arttığı bu tepkilerin daha çok azınlıkların Yunanistan ve Ruslarla işbirliğine giderek kendi bağımsız devletlerini kurma isteğinden sonra zirve yaptığı anlaşılmaktadır.

Asayişsizlik nedeniyle Türk, Rum ve Ermeni çetelerinin bölgede yaygın bir hareket kabiliyetinin olduğu ve bu çetelerin çoğu zaman yağmalama amaçlı saldırılarının bir süre sonra etnik/dini çatışmalara dönüştüğü de notlardan çıkarılabilir. Yine bölgede Ermeni/Rum çeteleri tarafından katledilen sivillere ilişkin bolca hatıra mevcuttur. Buna mukabil Türk çeteleri tarafından da Ermeni ve Rum sivil halka karşı aynı şiddette saldırıların olduğu bilinmektedir.

Çeteler kuruluşları itibariyle ilkel yapılardır ve bu çatışmalarda her kesimden can kaybı olması çeteciliğin doğasıyla geçiştirilebilir. Bu çetelere ilişkin cezalandırmaların siyasi veya askeri otorite tarafından öngörülmesi ve uygulanması da garipsenmez.

Oysa İT rejimi tarafından verilen tehcir kararında herhangi bir ayrım yapılmamış olması ve gayri müslim Ermenilerin tümünün çocuk, kadın, hasta, yaşlı ayırt edilmeksizin tehcir edilmesi büyük bir felakettir. Ermeni ve Rum çetelere ilişkin cezai uygulamalar yapılırken Türk çetelerinin ödüllendirilmesi ve ilerleyen zamanlarda bu çete reislerinin bir kısmının milletvekili yapılması felaketin başka bir boyutudur.

Tehcir sırasında kimi Ermenilerin hava şartlarına bağlı nedenlerle, kimilerinin zorlu yolculuk şartlarına dayanamadıkları için öldükleri doğru olmalıdır. Zira dönemin şartları düşünüldüğünde yanlarına alabildikleri çok kısıtlı malzemelerle çoğu zaman yaya olarak sürdürülen yolculukta sağlıklı bireylerin dahi yolculuğu tamamlaması güçtür.

Bununla birlikte yolculuk boyunca güvenlik zafiyeti nedeniyle kimi çetelerin yine yağmalama amaçlı Ermenilere saldırdığı ve bu saldırılarda can kayıplarının olduğu da vakadır. Dönemin Boğazlıyan kaymakamı bu güvenlik zafiyeti (veya göz yumma) nedeniyle idam edilmiştir.

Diğer taraftan tehcirin belki de en can yakıcı kısmı Ermenilerin mallarını gasp etmek amacıyla yapılan saldırılardır. Doğu ve Güneydoğu Anadoluda Ermenilerin malları bu şekilde el değiştirmiş ve yerli ahali bu “hırsızlık” yoluyla nevzuhur zenginleşmiştir.

Devletin veya rejimin kimi kaygılarının olması ve bu kaygılarla meşru ya da gayrı meşru işlemler yapması bir şekilde anlaşılabilir. Bu anlama, hak vermek veya müdafaa etmek anlamına gelmez. Devletin işlediği suçlara karşı en büyük mahkeme vicdanlardır ve tarihtir. Tarihin veya vicdanın mahkemesinde yargılanan devletlere ilişkin her birey kendi durduğu yere göre bir hüküm verebilir.

Ancak yüzyıllarca komşu olarak yaşamış sivil halkın birbirlerinin canına, malına, ırzına yönelik saldırılarda bulunması affedilir gibi değildir. Asıl büyük felaket işte budur. Ermeniler bir şekilde öldürülerek veya ölüme gönderilerek büyük felaketle tanışırken; geride kalan yerli unsurlar Ermenilere ait malları talan etme ve zimmetine geçirme yoluyla hırsızlaştırılarak kendi büyük felaketini yaşamaktadır.

Devletin Refleksleriyle Düşünmek…

İster devletin (İttihat ve Terakkinin) kendini koruma refleksi olarak adlandıralım, ister vatan hainliği ve düşmanla işbirliği diyelim; ister soykırım olsun adı veya farklı bir siyasi perspektiften halkların kendi kaderlerini belirleme çabası olarak görelim sonuç değişmiyor. Ölenlerin sayısının on bin olmasıyla yüz bin olması da istatistiksel bir değer olmaktan başka bir şey ifade etmez. Acıları rakamların büyüklüğüne göre sınıflandıran bir kültürden gelmiyoruz biz. Haksızlığı rakamların büyüklüğüne göre değil, eylemin yanlışlığına göre değerlendiren bir geçmişin çocuklarıyız.

Ermeni meselesi tartışılırken Türklerin yaşadığı sıkıntıları göz ardı etmeyeceğimiz gibi, bu sıkıntılar nedeniyle masum Ermenilere reva görülen haksızlıkları da onaylayamayız. Zira birini diğerinin paratoneri gibi kullanmaya kalkarsak hiçbir acıyı paylaşamayız, hiçbir sorunu çözemeyiz.

Özellikle Müslüman zihinlerin Ermeni meselesinde takındığı “devletçi” tavır anlaşılır gibi değil. Devletin resmi tezlerinden öte söyleyecek sözü olmayan Müslümanların devletle “hemhal”leşmede gösterdiği başarı takdire şayan!
Bize yakışan adaletin safında yer tutmaktır. Devletin veya Ermenilerin tezlerinin doğru olup olmaması bizi ilgilendirmez. Birilerinin haklılığına malzeme taşımayacağımız gibi, birilerini hükmen mağlup ilan etmek de bize yakışmaz.

Hiç yorum yok:

tagore