4 Mart 2011 Cuma

HOŞÇAKAL GÖZÜM, HOŞÇAKAL



Birkaç gün oturamadım bilgisayarın başına. Parmaklarım klavyeye dokunmak istemedi.

1990’dan 2011’e kadar yaşadıklarım birer birer geçti gözlerimin önünden.

Orta şiddette sol’cu bir ailenin çocuğuydum.
Etrafımda herkes için Erbakan bir karikatür figüründen ibaretti. “Kadayıfın altı”yla başlardı bütün sözler, “Sizi gidi sizi”yle biterdi. İtiraf ediyorum ben de bu zamanlarda saygısızca andım Erbakan adını.

Sonra üniversite yıllarımda bir konferansla tanıştım Necmettin Erbakan’la. Aydın Dumanoğlu bütün siyasi partilerin genel başkanlarını getiriyordu konferanslara. Doğu Perinçek’ten, Mesut Yılmaz’a; Necmettin Erbakan’dan, Alparslan Türkeş’e bütün parti liderleri konuşuyordu.

Alparslan Türkeş geldiğinde salonda ayağa kalkmayan iki kişiydik. İsmail Hıdır ve ben. Bol Türk soslu bir konuşmaydı. O zamanlar Türklükle sıkıntısı olmayan ben için bile rahatsız edici bir Türk vurgusu vardı. Çıktığımda neden sinemaya gitmediğimizi düşünmüştüm.

Erbakan geldiğinde de ayağa kalkmadım. “Sen bilirsin” demişti İsmail. Herkes ayaktaydı, İsmail de ayaktaydı ve coşkuyla alkışlıyordu. Kendimi çok yalnız hissettiğim, en yalnız hissettiğim zamanlardan biriydi. Sonra dışarı çıktık İsmail’le, KTÜ’nün çiçekli kampüsünde uzun uzun yürüdük.

Ne düşündüğümü sordu… Fena değildi dedim, komik bir adam. Erbakan hoca bir fıkrayla bitirmişti konferansını. Bilenler bilir, anlatacak değilim. “Mesele basit gebereceksiniz” daha sonra defalarca anlattım bu fıkrayı…

Etkilenmiştim, ama bunu kendime itiraf etmem 1,5 yılımı alacaktı. İsmail’e ise ogün bugün zafer mutluluğu yaşatmak istememiştim…

Kredi Yurtlar Kurumunda kalıyordum. Yurtta mescit yoktu. Gökhan, ütü masası üstünde bağlamasıyla “şafak türküsü” nü söylerdi. Sonra bir gurup takkeli/sarıklı adam gelir koridor boşluğunda namaza dururdu. Susardık, namaz bitince yeniden başlardık Ahmet Kaya söylemeye. Kızardım ve neden mescitte kılmıyorlar derdim, mescit olmadığını bilmiyordum daha…

Ailemdekiler hala bir eğlence motifi olarak değerlendiriyordu Erbakan adını. Ve bendeki değişim giderek can sıkıcı olmaya başlamıştı. Ben değiştikçe, onlar hiddetlendiler. Ben sevdikçe onlar nefret ettiler.

Okuduklarım değişti önce, okudum, çokça okudum o dönem. Şimdi zaman kaybı olarak gördüğüm okumalarımda oldu. Okulum uzadı, ev arkadaşlarım koridorda namaz kıldığı için kızdığım insanlardı artık. “Huzur Evi” deniyordu. Bizden öncekiler, bizden sonrakiler için hep bir efsaneydi “Huzur Evi”.

Seçim zamanlarıydı, miting zamanlarıydı. Anket yapılacaktı, bayrak asılacaktı, rakip partilerin programları izlenecekti.

Çıkılmadık elektrik direği, afiş yapıştırılmamış duvar kalmamalıydı… Öyleydi o zamanlar. Daha anket şirketleri çıkmamıştı ortaya. Bilboardlar yoktu. Profesyonel afiş yapıştırıcılar türememişti etrafımızda.

Şikâyetimiz de yoktu! İyiydi her şey, güzeldi…
Sonra “Huzur Evi”nde Refah Partisinin kapatılmasını izledik gözyaşları ve küfürler eşliğinde- ki küfürlerim hala bakidir ve pişman değilim-.

Hepimiz Erbakan hocanın ağzından çıkacak bir kelimeye bakıyorduk. Küçük bir işaret sadece, bir ipucu! Hepsi bu…

“Yaşananlar tarihin akışı içerisinde küçük bir noktadan ibarettir” nokta. Ağlamaya devam ediyoruz ama bu sefer kızgınlıkla karışık bir ağlamak bu…

Sonra büyüdük hepimiz ve bunun nasıl olduğunu anlamadık. Kendimize geldiğimizde hepimiz evlenmiş, iş güç sahibi olmuştuk.

Hocanın yanındakilere artık yeter diyorduk. Artık kızıyorduk Hoca’ya. Keşke öyle yapmasa, keşke bunu söylemese, şu adamlarla ittifak lafı etmese…

Ama bütün bu zamanlarda bile Erbakan baş tacımızdı. Onu biz eleştirirdik ama başkasına bırakmazdık! Başkası konuşamazdı Erbakan hakkında…

Sabahın beş buçuğunda Fatih camiinin avlusundan geçerken, ıslak zemin üzerinde namaz kılıp dua edenleri izlerken…

Sonra Malta kapısından, Fevzi paşadan, Akdeniz caddesinden taşan insanlara bakarken tüm hatıralar canlandı gözlerimin önünde. Yıllar önce Hamidiye’de elini öpüp, sonra elini yeniden öpmek için sıraya girdiğimde “seni gidi seni” diyerek gülümseyen Erbakan kalacak hafızamda…

Sonra, uzun zamandır bir araya gelemeyen “Huzur Evi” efradını cenazen için bile olsa bir araya getirişin…

Zafer abi aramızda olmasa da, “Huzur Evi”ni terk etse de erkenden, biliyoruz ki, ahiret yurdunda karşılayacak oda seni.

Sevdiğim insanlar öldüğünde Ahmet Kaya dinlemek gibi arızalarım var benim.
Zafer abi öldüğünde de yüksek sesle defalarca dinlemiştim, Hoşçakal Gözüm’ü…

“Elimde değil, susamıyorum.”

Hoşçakal gözüm, hoşçakal!

Hiç yorum yok:

tagore