‘İKİ KERE HÜKMEN YENİK’
Jodi PİCOULT’un ‘Küçük Muazzam
Şeyler’ kitabı okuduğum en iyi gizli ırkçılık kitabı diyebilirim. Amerikan
Bestseller’ine mesafeli durmak çoğu zaman, zaman kaybınızın önüne geçebilir. Bu
eserler edebi bir metinden ziyade klasik bir pazarlama ürünüdür de aynı
zamanda. Çok satan roman kalıpları
üzerinden üretilmiş, elde edilecek cironun hesaplandığı, bilanço hesaplarının
niteliğin önünde olduğu metinlerdir bu kitaplar.
Küçük Muazzam Şeyler de edebi
niteliği ile öne çıkmıyor ama yazarın dili ve üslubu kendini fark ettiriyor.
Jodi PİCOULT’ın siyahi kahramanı Ruth, ‘İnsanların renklerini görmüyorum’ diyen
beyaz tenli avukatı Kennedy’ye gizli ırkçılığı anlatırken şunları söylüyor:
‘Hepimiz aynı ayrıcalığa sahip
değiliz. Masadaki yara bantlarını alıp dosyaların ve belgelerin üstüne
saçıyorum. Ten rengi diye kutunun üzerini okuyorum. Söyle bana bunların hangisi
ten rengi? Benim ten rengim mi?’(1)
Türkiye’de
kadın – erkek ilişkilerini konuşurken aklıma ilk gelen benzerlik artık bu ten
rengi metaforu. Kendini biraz da aşağılık kompleksiyle iki yüz yıldır Avrupalı
göstermeye çalışan ve bu yalana kendi de inanan metamorfoz ülke aydını ister
seküler kesimden olsun ister muhafazakar cenahtan, kadın-erkek ilişkilerinde
hep gizli bir ten rengi metaforuna sahiptir. Ve fakat kadın -özellikle de
başörtülü kadın- o ten renginin kendi ten rengi olmadığını hep hisseder ve
bilir.
Son 20 yılımıza damga vuran muhafazakâr
iktidar günlerinde elbette kimi ayrımcılıklar giderilmiş, açıkça görülen
eşitsizlikler çalışma hayatı başta olmak üzere sosyal hayatta da kısmen tedavi
edilmiştir. Ancak ‘kadın’, 2021 yılında bile o ten renginin kendi ten rengi
olmadığını hiçbir zaman unutamayacaktır.
Cihan
AKTAŞ’ın ‘BACIDAN BAYANA - İslamcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi’ kitabı 20.
yılını devirdi. Bu yirmi yıl boyunca değişen şartlar ve olaylar sebebiyle
güncellendi, eklemeler yapıldı. Ve fakat esas itibariyle söylediği söz değerini
yitirmedi, birçok sorun bugün de
varlığını sürdürüyor ve hatta birçoğu içselleştirilmiş olarak başka bir boyutta
var olmaya devam ediyor.
Cihan
AKTAŞ’ın kitabına koyduğu son yazı 2001 tarihli. O tarihten bu güne hem
toplumsal hayatımızda hem de ülke siyasetinde normal bir toplumda
beklenilmeyecek değişiklikler belki birkaç yüz yılda ancak olabilecek
dönüşümler ışık hızıyla yaşandı. Erkek ve kadının toplumda var oluşu da bu
değişimden elbette payını aldı. Bundan yirmi yıl önce sıradan bulduğumuz uygulamalar
ve kabuller bugün ‘yok artık’ diyeceğimiz kadar yabancı ve absürd. Ancak yeni
kabuller, dayatmalar ve şartlanmalar eskinin absürd bulduğumuz uygulamalarının
yerini modern bir görüntü, çağdaş bir makyajla almaya devam ediyor. Yirmi yıl
önce sahih olmadığını düşündüğümüz uygulamalar bugün de başka ambalajlarla ama
aynı sahih olmayan düzlemde varlığını sürdürüyor.
Bu sahih
olmayan düzleme bugün söz söylemek kolay! Oysa yirmi yıl önce hem ait olduğun
camiaya hem de karşıtlarına karşı hepsini rahatsız edecek cümleler kurmak
sadece cesaret değil, sağlam bir irade ve birikim de gerektirir. Çoğu kanaat
önderinin kendisinden öncekilerin ezberleriyle var olmayı düşünsel bir eylem
olarak kabul ettiği, üretmek yerine tekrar etmenin makbul olduğu bir dünyada
hem akli melekelerini kullanarak yeni bir şey söylemek hem de her şeye rağmen olduğu
gibi var olabilmek mücadelesi son derece kıymetli. Öte yandan sözünün değeri
hiç azalmayan Bacıdan Bayana’ya son yirmi yılın problemleri ve kadının hayatta
aldığı mesafe üzerine belki bir belki birkaç yazı eklenmesini beklemek de sadık
okurları olarak yazarından beklentimiz.
Bir Meşruiyet Söylemi: BACI
Kadının kamuda var olma mücadelesi yeni Cumhuriyetle ve hatta ondan
öncesiyle yaşıt. Türkiye’de kadın denildiğinde akla elbette 1980’li yıllara
kadar seküler kadın modeli geliyordu. Cumhuriyet öncesinde, Cumhuriyetin
birinci (1925’e kadar), ikinci (1925 -1950) ve üçüncü (1950-2000) dönemlerinde
hem görüntü hem de zihnen seküler bir varlığın neticesi olan, kısmen özgür ve
kamusal alanda görünür olabilen kadın, kendiyle sözde eşit erkekler arasında
elbette birkaç (iyi niyetle) adım gerideydi. 1980’li yıllarda başlayan Müslüman
kadının kamuda görünür olma mücadelesi, 1990’lı yılların ortalarında devlet
aklının hışmına uğramış, erkek egemen devlet aklıyla birlikte onlarca yıldır
her türlü haksızlığı yaşamış seküler kadın modellerinin de hedefi haline
gelmişti. Cumhuriyetin dördüncü döneminde ise (2000 ve sonrası) kamusal alanda
Müslüman kadının görünürlüğüne ilişkin en azından yasal ve bürokratik anlamda
daha az sorunlu bir dönem başladı. Ancak bu dönem bir yandan Müslüman kadının
kimi haklarına özgürlük tanırken aynı anda seküler cephenin başörtülü kadın
düşmanlığını daha baskın bir şekilde üzerine çekecekti.
1990’lı yıllar özellikle Refah
Partisinin yerel seçim başarılarıyla Müslümanların kamusal alanda idari
görevler üstlendikleri yıllardı. Daha önce idari veya bürokratik devlet
kademesinde görev tecrübesi olmayan insanların, kamusal alanı öğrenme ve alışma
süreci tahmin edilenden daha sancılı geçecekti.
Müslüman erkeklerin kamusal alanda
ilkeli ve planlı bir duruşa ilişkin hazırlığının olmadığı, tecrübe edilmemiş
bir alanla ilgili slogan ve hamaset üzerine kurulmuş bir temelin nasıl
çatırdadığı o günlerde görülmüş ancak hem siyasetçiler hem de geniş halk kesimleri
tarafından kabul edilmek istenmemişti. Muhtemelen sorunun varlığı kabul
edilmezse sorunun da ortadan kalkacağı düşünülüyordu. Bu dönem, Müslüman
kadının sokakta/siyasal alanda çok etkin ancak kamusal alanda hala yok
sayıldığı bir dönemdi.
Siyasal aktörler istem dışı ve
beklenmedik şekilde modernizmle karşılaşıyor, hesaplaşmaya cesaret edemese de
yüzleşmekten kaçınamıyordu. Bir yandan modern siyasal sistemle yüzleşen İslamcı
erkekler öte yandan kadının kamusal alanda varoluşuna ilişkin çelişkileri ve
çekinceleri sahih bir zeminde tartışma becerisini gösteremediler. Müslüman kadınlara
ilişkin sokakta/siyasal alanda akla gelmeyen mahremiyet kaygıları, kadının
kamusal alanda var olma tehlikesiyle birden bire İslami bir hassasiyete
dönüştü! Bütün geleneksel birikime rağmen siyasal alanda var olabilen kadın,
kamusal alan söz konusu olduğunda modernizmle, din ve gelenek arasında başlıca
tartışma konusu haline getirildi.
Geleneksel öğretiye rağmen kadını
sokakta/siyasal alanda kamuya dahil eden sihirli kelime ‘Bacı’ idi. Adeta
erkekler için kadın olmaktan çıkarılan, cinsiyeti yok sayılarak hem korunan hem
de sokaktaki siyasal eylemleri meşrulaştırılan Müslüman Kadın bir yandan
kendini ifade edebilecek alana kavuşurken bir yandan da kendisini tanımlanmış
bir özel alana hapseden hissiyatı içselleştirmiş oluyordu (2). Ancak bu sayede Anadolu’nun muhafazakâr aileleri
MTTB, Akıncılar, Ülkücü hareket gibi düşünce ve akımların içinde kız
çocuklarının bulunmasına ve onlar adına programlar, faaliyetler düzenlemelerine
izin verebilmişlerdi. ‘Bacı’ Müslüman kadının belki de ilk kamusal deneyimine
meşruiyet sağlayan kavramdı. Bacı tanımlaması o yıllarda bir yandan onu
erkeklere karşı korurken diğer yandan dış etkenlere karşı erkekler tarafından
korunmayı sağlıyordu (3).
Bu meşruiyet ve korunma aracı
beraberinde ister istemez handikaplarını da doğurdu. İlginç bir şekilde Din’in
erkek egemen yorumlarının ilk savunucuları samimi ve teslim olunmuş bir kalple
Bacı’lardı. Çok eşlilikten, cariyeliğe, başı açık kadınlarla ilgili bazen haddini
aşan yorumlara en büyük desteği kadınlar veriyordu (4).
Bacı aynı zamanda âşık olunamayan,
evlenilemeyen kişi idi. Bir yanıyla cinsiyet vurgusu yapılırken diğer yandan
cinsiyeti yok edilmiş bir varlık olarak duruyordu karşımızda. Bacı’ya âşık
olunamazdı, kimse Bacı’sına âşık olmazdı çünkü. Bacı’da âşık olamazdı! Aşk,
dünyevi hazlar peşinde koşan, dava şuuruna erememiş insanların düşeceği bir
yerdi. Onun evliliği Allah için olmalı, evliliğin nedeni ideolojik sebeplere
dayanmalıydı. Geçici olduğu bilinen bir dünyaya gereksiz anlamlar yüklemek,
ilahi aşk’ın, gerçek aşk’ın ıskalanması anlamına gelebilirdi (5).
Bu döneme damga vuran, fıkhi ve
ideolojik görüşlerden beslenen aşk olgusu, ‘edebi’ metinlerde de kendine paralel
bir alanda yer buluyordu. Bu metinlerde kadın âşık olamazken, erkek karakter, ‘hidayetine vesile olacağı başka bir yaşam biçimi
olan ancak, huzursuzlukları sebebiyle çıkış yolu arayan’ kadın karaktere âşık
oluyordu. Hayatın normal akışına ters olsa da bu durum çoğu zaman garip
karşılanmıyordu.
Hayatın normal akışına ters olan tek
şey ‘edebi’ metinlerdeki kurgu değildi. Davranış biçimleri aile ve arkadaş
çevrelerinde farklı; kamusal, ideolojik - siyasi zeminde farklı olabiliyordu. ‘Öteki’
erkek ve kadınla rahatça iletişim kurabilen Müslüman kadın ve erkek, kendi
aile, arkadaş ve ideolojik çevresinde, karşı cinsle ilişkisini perde arkasından
sürdürmeyi dini bir hassasiyet ve/veya bir görüntü olarak sürdürüyordu. Yine bu
sıkıntılı ve çelişkili davranış biçimi de kimse tarafından uzun zaman
yadırganmadan devam etti (6).
Kadınların, başörtüleriyle kamusal
alanda var olma mücadeleleri Müslüman aile içinde dengelerin de ister istemez
değişmesine, görev ve sorumlulukların artmasına - eksilmesine neden olmalıydı!
Oysa ‘İslami Hassasiyetlerle’ ‘geleneğin
kendilerine sağladığı imtiyazları korumakta titiz davranan Müslüman erkekler,
aynı geleneğin kendilerine yüklediği sorumlulukları yerine getirmekte yeterince
duyarlı ve titiz’ değildiler (7). Müslüman
erkekler ve hatta entelektüeller, özel alanla bütünleştiği oranda Müslüman
kadının Bacı’laşmasını meşru görüyorlardı!
Onlara göre geniş aile ile yaşanmalı,
mahalle kültürünün bütün gerekleri kadınlar tarafından yerine getirilmeli,
çamaşır ve bulaşık elle yıkanmalı ve böylece kadın konformizm batağına
düşmediğini ispat etmeliydi! Oysa aynı dönemde Müslüman erkekler ve
entelektüeller makam odaları, sekreterler, şoförler ve para gibi konformizmin
bütün kutsallarıyla muhatap oluyor, kendi konforlu hayatlarının onları bir
bataklığa düşürdüğüne dair endişe taşımıyorlardı.
Müslüman erkekler ve entelektüeller
bu yeni durumun açtığı problemlerin elbette farkındaydılar. Bu sorunu aşabilmek
için ise çok basit bir çözüm ürettiler. Bu hızlı değişimden -dönüşümden
kendileri etkilenmiyormuş gibi, Müslüman kadının geleneksel konumunun
korunmasını, kadına ilave görevler yüklenmesini, kadınlardan beklenti ve
taleplerin artmasını istediler. Onlara göre kadın korunursa toplum da (bu arada
kendileri de) korunmuş olacaktı. Bu düşünceye onları sevk eden en önemli etken
ise sokakta bütün siyasal etkinliğine rağmen evde ve ‘camia içerisinde’ kadının
geleneksel sessizliği ve dilsizliği idi (8).
Aynı dönemde içe dönük çözümlere
yönelen Müslüman erkekler için kamusal alanda başka bir dönüşüm yaşanıyordu. Müslüman
erkekler kendisiyle geleneksel olarak eşit pozisyonda görmediği Müslüman kadına
(Eşi, Annesi, Kızı, partidaşı, dernekte, vakıfta birlikte çalıştığı kadınlar
vs.) karşı, mesaide karşılaştığı kadınları eşit pozisyonda görmeye başlıyordu.
Bu alışma ve kabul, Bacı olarak tanıdığı kadına karşı bir süre sonra çalıştığı
veya yönettiği kurumun kültürü gereği hitabını da değiştirdi. Artık karşı
cinsle iletişim kurarken işyerinde hanımefendi (eşitler arasında) demeyi tercih
ederken; mahalleye, camiaya döndüğünde kadına Bacı demeye devam edecekti. Bu
durum istem dışı da olsa kamusal bir meşruiyet alanı olan ‘Bacı’nın eşit
olmayanlar arası bir ilişki biçimi olduğunu açık ediyordu!
Geleneksel Ataerkil Toplumların ‘Sarı’ Ayrıcalığı
İster seküler bir dünyaya ait olsun,
isterse İslami gelenek içerisinde var olsun toplum genelinde sarışın olma daha
doğrusu sarı saçlı olmanın kazandırdığı kimi imtiyazlar olduğunu biliyoruz. Bu
sarışın merakı ortalama esmer bir toplum olan Türkiye’de, bizde olmayana eğilim
ve merak olarak anlaşılabilir. Farklı toplumlarda bu merak başka biçimlerde
tevarüs eder. Örneğin esmer tenli ve kıvırcık saçlı ırkların özellikle ten
renklerini açmaya çalışmaları veya saçlarını düzleştirme merakları da bu türden
sayılabilir. Bir çeşit kendisinde olmayana eğilim göstererek kabul görme
çalışmasıdır bu.
Bu kompleks, ataerkil erkeklerde
sarışın kadınlara /sarı saçlılara (doğuştan veya sonradan) farklı davranmayı
getirirken, başörtüsü sebebiyle kamusal alanda sarışın olamayan ve/veya sarışın
olsa bile bunu gösteremeyen kadınlarda da başka şekilde tezahür eder. Başörtülü bir kadının sarışın bir arkadaşının
olması veya başörtülü bir kadını sarışın/sarı saçlı bir kadının muhafaza
etmesi/savunması kıymeti para ile ödenemeyecek mahiyettedir.
Nitekim Merve KAVAKÇI 28 Şubat’ta
Meclis Genel Kurulundan çıkarıldığında hep yanında olan, onu hem kameralar
karşısında, hem de yazılarıyla savunan ‘sarışın’ Nazlı ILICAK’tır. İslami camia
açısından başörtülü bir milletvekilini Nazlı ILICAK’ın savunması paha biçilemez
değerdedir. Çünkü kendisi gibi olmayan ve kendisine öykünülen kişinin şahadeti
hem kişisel olarak hem de kamuoyu önünde bir akreditasyon göstergesidir. O gece
meclis genel kuruluna giriş çıkışlarda Merve KAVAKÇI’nın yanında sadece Nazlı
ILICAK’ın olması, İslami camianın önde gelen milletvekillerinin fotoğraf
karesine girmemesi/alınmaması bilinçli bir tercihtir.
Sarı renge gereksiz anlamlar yükleyen
sadece muhafazakar kesim değildir. Abdullah Cevdet’in Türk Toplumunu ıslah etme
projesine ait tartışmalar hala taze! Abdullah Cevdet ve o dönemde Türklerin bir
Avrupa ırkı olduğunu ispat etmeye çalışan devlet ideolojisi sarışın, renkli
gözlü, uzun boylu ve yapılı bir Türk ırkının var olduğunu aksi söz konusu ise
onların Türk olmadığını iddia ediyordu. O günlerden yetmiş yıl sonra ise Çetin
ALTAN, Güneri CİVAOĞLU’yla görüşmesinde ‘Bir gün bu memlekette beş milyon
sarışın baş dalgalanacak, o zaman çağdaş olmuş olacağız’ diyecekti (9).
Her nedense hala muhafazakâr camianın
göz bebeği olan Peyami Safa da benzer şeyler düşünmektedir. Güzellik
yarışmalarında jüri üyeliği yapan Peyami Safa:
‘’Güzellik müsabakaları kadının kendi etine karşı estetik alakasını
çoğaltır; sıhhi ihmalleri giderir ve beden üzerine bir dikkat uyandırır, bir
kontrol koyar; plastik güzelliğe karşı bir sevgi doğurur. Hele bizim gibi,
lapacı harem kadınlarının yufka, yayvan ve hantal gövdeleri yerine, medeni
kadın vücutlarının teşrihi estetiğini ikame etmeye mecbur milletler için, bu
müsabakalar daha faydalı olabilirler.’’ (10) diyecektir.
Ataerkil toplumlarda durum böyledir
ancak modern toplumlarda da durum çok farklı değildir. Modern toplumlar aynı
zamanda ideal kadın formu olarak belirlediği Barbie bebekler ile kadını
idealize etmeye çalışır ve hedef kitlesi, sadece kendi toplumu değil, paranın
alışveriş nesnesi olarak kullanılabildiği bütün dünyadır. Barbie bebeğin vücut
ölçüleri, makyajı ve sarı saçları bir süre sonra bütün toplumların kadınlarının
sahip olmayı isteyeceği bir ikondur. Bu oyuncak bebek gerektiğinde Barbie’ye
benzemek için cerrahi operasyonlar yaptırabilecek kadar ilerlemiş ruhsal
problemlerin sebebidir.
Bacı’dan Bayan’a…
Başörtülü kadının kamusal alanda
varlığının artması, itirazlarının yükselmesi ve varoluşuyla ilgili ataerkil
ezberlere başkaldırması ister seküler ister İslami camiaya ait olsun toplumun erkeklerini
yeni bir arayışa itti. Cinsiyeti görmezden gelinen, korunması ödev kabul
edilen, aileden biri olacak kadar samimi görülen ‘Bacı’ artık tehlikeli ve erkeklere
potansiyel tehdit olabilecek birine dönüşmüştü. Bacı, risk teşkil etmeye
başladığı andan itibaren tanımlama da değişir. Artık o aileden biri değildir,
bir cinsiyeti vardır ve herkes gibi o da kendisini korumayı bilmelidir! Toplum
için O, artık Bacı değil, Bayan’dır. Bacı’dan Bayan’a giden süreci Cihan AKTAŞ
şöyle ifade etmektedir:
‘’Bacı söylemi giderek özel alanla kamusal alan arasındaki mahrem
değerleri gözeten uyuma ilişkin nostaljiye devredilirken, Bayan yeni simgelerle
donatılan kamusal alanın giderek genişleyen gücünü anlatmaktadır. Bacı
şeklindeki hitap mesafeleri esneten ve akrabalık duyguları ileten bir
samimiyet, neredeyse resmi nitelikli ve dar bir kullanım alanından doğarak
yayılan bayan, ‘sahte bir nezaketin ve bulaşmamacı mesafe koymanın ifadesi‘
olarak da anlaşılmaktadır’’(11).
Artık özverili, fedakâr, sessiz ve
dilsiz Bacı yoktur. Modernist ve feminist olmakla suçlanabilen, şerir bir Bayan
vardır karşılarında. Erkek, modernizm karşısında her türlü değişime açık ve
adapte olabilirken, Bacı’nın bu değişimden etkilenmesi, gelişmesi ve değişmesi
suçlanması için yeterli sebeptir. Ama aynı dönemde ona bacı kimliğini veren,
ayrılmaz bir parçası olan başörtüsü hakkında kimi İslamcı erkekler televizyon
ekranlarında ve/veya yazılarında ‘alt tarafı bir bez parçası’ diyebilecek kadar
gelişmiş, değişmiş ve dönüşmüşlerdir!
Kadınlara Gelenek Erkeklere Modernizm!
Türkiye’de erkekler dikkat çekici bir
şekilde kadının geleneksel rolü üzerinde mutabık kalmıştır. Seküler bir dünya
görüşüne sahip erkek de, muhafazakâr dünyaya mensup bir erkek de kadını gelenek
düzleminde kontrol etmek istemektedir.
Bir kesim kadının anneannesi,
babaannesi gibi başını örtebileceğini, bu durumda çaycı, temizlikçi olarak
kamuda görev alabileceğini lütfederken, diğer kesim başını örtme biçiminden
bağımsız olarak kadının yerinin aslen evi olduğunu, işsizliğin asıl sebebinin
kadınların çalışmak istemesinden kaynaklandığını ileri sürebilmektedir. Ancak
burada dikkat çeken husus, yeri aslen ev olan kadının da, işsizliğin asıl
sebebi olan kadının da başörtülü kadın olmasıdır!
Birinci kesim sınıfsal bir kavga ve
siyasal bir nefretle kendince modern bir tavır geliştirdiğini düşünürken;
ikinci kesim karşısına bir rakip olarak çıkan başörtülü kadına karşı gelenek
zırhını kuşanmaktadır. Öte yandan Cihan AKTAŞ’a göre seküler kesimin başörtülü
kadından bu kadar rahatsız olmasının en büyük nedeni, ‘Laik Cumhuriyet’in hedeflediği ulusal kimlik tasarısına karşı başörtülü
kadının bir başarısızlığı ortaya çıkarması ve her gün bunu ispat ediyor’
olmasıdır. Bu yenilgi seküler kesimin hayal kırıklığı ve nefretinin asıl sebebi
olmalıdır.
Diğer taraftan hem seküler(modern)
kesim, hem de muhafazakar kesim (gelenek)
dinin görünür biçimi olarak başörtülü kadını özel alanla sınırlandırmaya
çalışmakta, her iki taraf da kadını evde kalmaya zorlamakta ve/veya bunun için ikna
etmeye çalışmaktadır!
Cihan Aktaş’a göre; Hayat dışı ve
salt atalardan kaldığı için övülen, geçmişten uzanıp geldiği için hikmetler
atfedilerek yüceltilen anlamıyla geleneğe her zaman ihtiyatlı ve eleştirel
yaklaşılmalı; her türlü yeniliğe ve yeni söyleme bir ilerleme ve gelişme olarak
yaklaşan, kapı açan ve dört elle sarılan modernist yorumlardan uzak
durulmalıdır (12).
Gelenek ve modernizm çatışması sadece
Türkiye’de değil, İslami bir dönüşüm yaşayan başka ülkelerde de benzer bir
seyir izler. Bu ülkelerden en dikkat çekicisi çatışmanın izlediği seyir
nedeniyle İran’dır. Katı seküler bir rejimin yönetimindeki Türkiye ile katı
dini bir rejimin yönetimindeki İran ilginç bir biçimde benzeşmektedir. Ancak
iki İslam ülkesi çatışmanın başlama noktası itibariyle keskin bir şekilde
ayrışmaktadır da.
Türkiye’de baskıcı laik bir yönetime
karşı, siyasal bir hareket olarak, Müslüman kadın kimliği ile görünür olma
mücadelesi varken; İran’da, İran devriminin itici gücü Müslüman kadın
hareketidir. Hatta İran İslam Devleti varlığını Müslüman kadına borçludur
dersek bu görüş çok da itiraz görmeyecektir.
İki ülkenin kadınlarının da hemen
hemen aynı yıllarda başlattığı mücadele, bir ülkede iktidara karşı mücadele
ederken geleneğe teslim olurken; diğerinde iktidar eliyle
gelenekselleştirilmektedir. İran devriminin ilk yıllarda kadını öne çıkaran
dokusu, devamında muhafazakâr yönetimler eliyle kadına yönelik baskıcı bir
devlet yönetimine evrilmiştir. Türkiye’de ise devlete rağmen öne çıkmak isteyen
Müslüman kadın, hem devlet eliyle hem de yıllarca dava arkadaşlığı yaptığı insanlar
eliyle baskı altına alınmaktadır.
Her ne kadar kadın hareketi özel
olarak ise Müslüman kadın hareketi her iki ülkede de mücadelesini sürdürse ve
bir ileri iki geri veya tam tersi var olmayı sürdürse de sorunun temelinde
fırsatçı bir gelenekçiliğin yattığı, gelenekten çok gelenekçilik adına yapılan
yorumların soruna neden olduğu söylenebilir.
İran devrimi sonrasında kadın nasıl
ikinci plana itilmişse, Türkiye’de de elde edilen kimi kazanımlardan sonra, bu
kazanımlarda en büyük pay sahibi olan kadın geriye itilmiş, ‘asli yeri’ ve ‘ödevleri’
amaç hâsıl olduktan sonra hatırlanmıştır. Bu haliyle her iki toplumda da kadın,
ucuz iş gücü olarak kullanılmış, iş gücüne ihtiyaç duyulmadığında ise kimi
‘hassasiyetler’ ile bir fanusa hapsedilmeye çalışılmıştır.
Yaşanan ve atlatılan onca badireye
rağmen umut verici olan ise sayıları az da olsa herhangi bir ten rengi
metaforuna teslim olmamış insanların varlığıdır. Yaratıcının hikmetle var
ettiği insan, ister kadın olsun ister erkek yaratılanın hamasi ve fırsatçı
yorumlarından alidir.
Filmin devam ediyor olması hepimizi
heyecanlandırmaya yeter.
(1) Jodi PICOULT, Küçük Muazzam
Şeyler, April Yayınları, 1. Basım Kasım 2019, sayfa: 275
(2) Cihan AKTAŞ, Bacıdan Bayana
- İslamcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi, İZ Yayıncılık,
Kasım-2019, İstanbul, Sayfa.9
(3) A.g.e. Sayfa. 15
(4) A.g.e. Sayfa. 18
(5) A.g.e. Sayfa. 19
(6) A.g.e. Sayfa. 20
(7) A.g.e. Sayfa. 23
(8) A.g.e. Sayfa. 27
(9) A.g.e. Sayfa. 47
(10)
A.g.e. Sayfa. 60
(11)
A.g.e. Sayfa. 34
(12)
A.g.e. Sayfa.190-191
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder