20 Kasım 2008 Perşembe

HEY GİDİ GENÇLİK...

yaşlanıyor muyum ne?
bu şarkı benim çocukluğumun şarkısı..
geçen gün radyoda dinlemesem bir daha aklıma düşmezdi belki.
işe gelip yutuğba dan indirttim çocuklara.
saçlarımın beyazlaması veya önden arkadan dökülmesi hiç yaşlılık hissi vermemişti bu güne kadar.
niyeyse bu şarkı "yaşlandın aslanım" diyor.
sadece bu olsa iyi.
ikinci gün radyoda bu şarkı çaldı bu sefer..."lasciatemi cantare"...
onuda indirttim.
oda gençliğimi hatırlatıyor bana.
sonra turgut yılmaz'ın "sokak lambası" nı hatıradım ustura da müptelası olduğum bir karakterdi.
şimdi geçen gün cafcafta gördüm "yalnızlar rıhtımı'nı çizmeye başlamış.
ey ruh geldiysen üç defa vur,
ya da bas git!
ölmicekmiyiz sanki...




11 Kasım 2008 Salı

Lasciatemi cantare..

Modern Bir Hurafe: Sevgililer Günü!


Alışveriş merkezlerinde standlar açılacak. Gençler, çocuklar, birbirlerini sevdiklerini yazıp küçük kâğıtlara, bu standlara asacak. Gül satışları artacak. Sadece bu gün için üretilen hediyeler, sadece bu gün için düzenlenen organizasyonlar olacak. Kimi menüsünü değiştirecek lokantasının, kimi sadece bugün için bütün vitrin tasarımını yenileyecek. Gözün görebildiği her yer beylik cümlelerle donatılacak. Gazeteler, televizyonlar en ilginç, en medyatik sevgililer günü kutlamasını haber yapacak. Mahallenin üzerinden helikopterle çiçek atanından, boğaz köprüsünde ilanı aşk! edene kadar ne kadar aklı evvel varsa ser-hoş olacak.

Gün bitip sabah olduğunda, hatta hazırlıkları bir hafta-on gün önceden başlayan sevgililer günü hurafesi bittiğinde kapitalizm / kapitalistler yine avuçlarını ovuşturacak. Sömürü çarkının birinin bitmesine üzülürken, yenisinin başlayacağı günü düşünerek umutlanacaklar. Kabarık kredi kartı hesaplarıyla, hesapsız bir hayatın arkasından yine bakakalacak birileri. Kredi kartının limiti kadar itibar görenler, aldıkları hediyenin ederi kadar sevilecekler.

Küresel Bir Oyun / Küresel Bir Sömürü Çarkı

Bankalararası Kart Merkezinin (BKM) verilerine göre Türkiye’de 33 milyon kredi kartı var. Banka kartı sayısı ise 54 milyon civarında. Kredi kartları hem işlem hacmi, hem de işlem adedi açısından banka kartlarına fark atmış durumda. Kredi kartlarının nakit çekim olanağı sağlaması bunda en önemli etkin belki. Banka kartlarının sadece hesapta para varken kullanılabilmesi ve nakit para gibi kullanılabilmesi düşük kullanımın nedenleri arasında.

Kredi kartları ile tüketim psikolojisi arasında doğrudan bir ilişki var. Hatta kapitalizmin “kapitalizm” olmasında en önemli adımın kredi kartları buluşu olduğunu iddia edenler bile var. Bugün yaşadığımız “Üretme - Tüket.”, “ Tüket – Sorgulama” mantığının ana gerekçesi de bu.

Aklı başında herkes sistemin periyodik tüketim günleri ihdas ettiğini, bu günlerde bilinçsizce tüketimi televizyon ve gazeteler yolu ile yaydığını, bu tüketim günlerinde kredi kartıyla da alışveriş olanağı sağlanarak “paran yoksa da harca” düşüncesinin toplum genelinde hakim kılındığını kabul ediyor.

Şöyle bir düşünün: sevgililer günü, anneler günü, babalar günü, doğum günleri, öğretmenler günü, hemşireler günü, milli bayramlar ve hatta dini bayramlar tüketim psikolojisinin argümanı olarak kullanılıyor.

Bize diyorlar ki; sevdiklerinize sevginizi aldığınız hediyeler ile ispatlayın, hediyenin markasını söyle beni ne kadar sevdiğini söyleyeyim! Pahası aslında ambalajından daha az tutan bu hediyeleri sokaklarda, caddelerde ellerinizde taşıyarak global sermayenin ayaklı reklam panoluğunu yapın.

Bize diyorlar ki; annelerinizi, babalarınızı, sevdiklerinizi yılda bir kez hatırlayın. Bize diyorlar ki; karşınızdaki size, aldığınız hediye kadar değer verir, siz karşınızdakine aldığınız hediye kadar değer veriyorsunuz.

Global Çetelere Hayır!

Küresel kapitalist hegomanya yılı periyodik dilimlere bölerek her dönem için tüketim günleri ihdas ediyor. Üretimin artması için tüketimin artması gerektiğini söyleyen kapitalistler: dinsel kavramları, milli değerleri bile istismar edebiliyor. Namaz kılmak için küçük bir Mescid yeri ayırmayan devasa alışveriş merkezleri, ramazan bayramlarında, kurban bayramlarında vitrinlerini dinsel argümanlarla dolduruyor. Ve ne acıdır ki, küresel kapitalizme sözü olduğunu iddia edenler, muhalif duruşuyla sömürü düzeninin karşısında olduğunu iddia edenler bu alışveriş merkezlerinin geçirdiği dönüşümü alkışlayarak, gelişme addediyor. İşte hayatı okuyamamak tam olarak budur.

Siz, siz olun, duygularınızı kapitalist sistemin çarklarına kaptırmayın. Sevdiklerinize, sevdiğinizi ifade etmek için matbu günler beklemeyin. Sevginin banknotlarla, hediye paketleriyle tarif edilemeyeceğini, hem kendinize, hem de duygularınızı istismar etmeye çalışan global çetelere ispat edin!

Beyin Yıkama Aracı Olarak Televizyon!




Geçtiğimiz hafta önce ulusal bir gazetede ardından da bir internet sitesinde ilginç bir haber yer aldı. İlginç olduğu kadar, komplo teorisi de içeren haber yazılı ve elektronik ortamda kıyıda köşede kalıp gitti. Meselenin özü şu: Janine Huard adlı Kanada’lı bir kadın soğuk savaş döneminde CIA’nın finanse ettiği beyin yıkama deneylerinde kobay olarak kullanıldığını iddia ederek Kanada federal mahkemesinde Kanada hükümeti aleyhinde dava açacağını açıkladı.

Janine Huard’ın avukatının AFP’ye verdiği bilgiye göre; 1950 ile 1965 yılları arasında Montreal’deki Mc Gill Üniversitesi, Allan Memorial enstitüsünde Doktor Ewen Cameron’un yürüttüğü deneylere Kanada hükümeti mali destek vermiş, bayan Huard doğum yaptıktan sonra depresyona girince enstitüye başvurmuş. İddiaya göre bayan Huard’a hiçbir bilgi verilmeden Dr. Cameron’un “psikolojik yıkım” programı kapsamında deneysel uyuşturucular ve elektrik şokları verilmiş. Bazı seanslarda bayan Huard, karanlık bir odaya tıkılarak günde altı, yedi saat hep aynı şeyleri tekrarlayan ses kayıtları dinletilmiş. Dinlediği seslerden birinde kötü bir anne olduğu sürekli tekrarlanıyormuş.

İskoçya’da eğitim gören Doktor Cameron, bu yöntemle hastanın hatıralarını yok edip kişiliğini yeniden şekillendirdiğini iddia ediyormuş. Amerikan istihbarat teşkilatı CIA’da bu yönteme ilgi duyarak 1950 li yıllarda Doktor Cameron’u maaşa bağlamış!

Bu deneyler kapsamında her şeyden habersiz deneklere, LSD denen uyuşturucu madde verilmiş. Kanada makamları, 90’ların başında Dr. Cameron’un 70 kurbanına 100 bin dolar tazminat ödemeyi kararlaştırmış, 250’den fazla kurbana ise, durumları vahim olmadığı gerekçesiyle tazminat ödememiş. CİA’nın tazminat ödediği Montrealli kadın, Kanada hükümetinin tazminat ödemeye yanaşmadığı kurbanlar arasında yer alıyormuş. (Kaynak: Milliyet Gazetesi, www.haber7.com.tr

1990’lı yılların sonlarında Ankara’da askerlik yaparken ev arkadaşımla genetik silahlar üzerine uzun uzadıya konuşurduk. Tam o sıralarda Türkiye’den toplanan kan örneklerinin yurt dışına çıkarılması gündemi yoğun şekilde meşgul ediyordu. Kan ya da DNA tanıyarak hedef değiştirebilen silahlardan bahsediyorduk ve bunun gerçekleşebilirliğine biz bile -itiraf edemesek te- inanamıyorduk.

İlerleyen zamanlarda başka komplo teorileri de çıktı ortaya. Başka bir ülkede bir eski milletvekili, konuştukları, söyledikleri yüzünden canı yanan bir eski vekil, hapishane çıkışında “mehdi” ilan etti kendini. Giyinişini, saç şeklini, rengini değiştiren bu adam kendisini Allah’ın görevlendirdiğini iddia ediyordu. Rivayete göre uykularına girilen ve dışarı çıktığında tarif edilen bir yerde bir asa bulacağı söylenen, asayı bulduktan sonra mehdi’liğini ilan etmesi istenilen bu kişi bir süre sonra serbest bırakılmış. Hapishane çıkışı da söylendiği gibi, söylenen yerde asayı bularak mehdiliğini ilan etmiş.

Benzer bir ikinci vaka, Gaziantep’ten çıktı. Geçtiğimiz yıl televizyon ekranlarına da yansıyan ve halen internette “beyin yıkama” diye aradığınızda karşınıza çıkan görüntü kayıtları ve iddiaları da var.

Bir üçüncü vakaysa yine bir başka ülkenin muhalif görüşleriyle tanınan dernek başkanına yapılmış. Bu kez kullanılan tema dernek başkanının “peygamber” olduğu temasıymış. Dışarı çıktığında peygamberliğini ilan etmesi planlanıyormuş dernek başkanının. Rivayete göre istihbarat örgütleri başarılı olamamışlar ve milyon dolarlık proje iflas etmiş.

Anlatılanlar ne kadar doğrudur, ne kadarı komplo teorisi olarak kalır bilinmez. Ne kadarı ise gerçekleşmiştir zamanla göreceğiz. Ama gerçek olan bir şey var ki model insanlar üzerinde yapılan bu tür deneyler veya girişimlere gitmeye hiç gerek yok! Televizyon denilen aygıtın toplum üzerinde yaptığı etki istihbarat örgütlerinin yaptığından farklı değil! Ne yaptığını, ne yapması gerektiğini televizyondan öğrenen, davranışları televizyonun yönlendirdiği bir toplumda rüyalara ya da beyne hükmetmeye hiç gerek yok!

Tüketim Psikolojisinin Mahremiyet Üzerindeki Yansımaları…

Önce Hürriyet gazetesi yazarlarından biri evraka! diye bağırarak verdi müjdeyi! Ardından Karakutu adında bir kültür sanat portalı fotoğraflarla destekleyerek ifşa etti büyük bir aşk hikâyesini!

Sezai Karakoç’un ünlü şiiri “Mona Rosa” nın sırrından bahsediyorum. Üstadın yıllarca üzerine titrediği, şiirini yıllarca inkâr etmek pahasına, yayımlamamak pahasına gözden ırak tuttuğu “Mona Rosa’dan ve onun hikayesinden. Bir gazetecinin, üstelik Hürriyet gibi bir bulvar gazetesinin yazarının mahremiyet üzerinde zerre itidal göstermemesi anlaşılamaz bir durum değil! Peki, bir kültür sanat portalının “işte aynı karedeler”, “Sezai Karakoç utangaç değilmiş”, “Mona Rosa’nın gerçek sırrını açıklıyoruz” gibi klişe sloganlarla afişe ettiği mahremiyetin tükenişine ne demeli.

Üstad’ın mahremini dedikodu malzemesi yapanlar, üstadın ne düşündüğünü, ne düşünebileceğini hiç düşünmediler mi? Üstadın naifliğini, üstadın kırılganlığını göz ardı ederek günlerce sayfalarında, sütunlarında dedikodu üretenler üstadın bundan hoşlanıp hoşlanmayacağını sorma zerafeti gösteremediler mi? Sezai Karakoç’un bu ucuz manevraya olumlu ya da olumsuz karşılık vermemesinden cesaretle “demekki rahatsız olmamış” sonucu çıkaranlar, bence Karakoç’un kendilerini dikkate almadığını, önemsemediğini ve değerli bulmadığını düşünmeliler.

Küresel emperyalizmin hedeflediği işte tam da budur. Her türlü meta’nın, duygunun, eylemin bir bedeli olması gerektiğini düşünen küresel kapitalizmin ulaşmak istediği yer burasıdır. İnsanların mahremiyetlerini bir günlük gazetenin dedikodu dolgusu yapmak, bir internet sitesinin reyting malzemesi yapmak ilkel kapitalizmin dibini bulmaktır. Yeri geldiğinde antikapitalizmden dem vuranların, küresel emperyalizmle sorunları olduğunu açıklayanların turnusol kağıdı işte budur. Sistemin çarklarına dişli olmayı kendisine amaç edinenlere ise söyleyecek sözümüz yok! Kendilerine televole kültürü çalışmalarında başarılar dileriz.

aşk’ın ve anarşi’nin a'sı...

1.

kilim diye bir kafemiz vardı. dersaneden, “uzay-fen”den kaçar, peştemal desenli masalarda, küçük taburelerde oturarak, elma çayı içerdik.

kilim sürekli basılırdı….

biz, bir kez olsun basıldığında içeride olamamıştık.

dersane’de polisin geldiğini duyar, dersi asar, kilim’e koşardık.

kapı mühürlenmiş, gelenler gitmiş olurdu.

“yine kaçırdık” diye üzülürdük…

ordu’daydık, karadeniz kadar hırçın, dalgalar kadar kırılgandık…

kilim’in sahipleri kimdi, kimin fraksiyonundandı bilmezdik.

ne düşünürlerdi, amaçları neydi?

merak etmezdik…

2.

“kalkınma” da, “mimcopy”’de toplanırdık.

kim, nereye gidecek?

kim, nereden gelecek? her şeyi oradan öğrenirdik.

üç-beş metrekare alanda yüzlerce hayat gelir geçerdi apansız.

nerede bildiri, dergi dağıtılacak?

hangi akşam nerede sohbet, toplantı yapılacak?

her şeyin bilgisi orada olurdu.

kitapevi değildi, altı üstü fotokopi dükkanıydı ama, koca bir üniversite gelir giderdi, gün boyu…

3.

“üniversitelinin sesi”, bizden öncekilerin emanetiydi.

bizden sonrakilere emanet etmiştik.

her satırına, her kelimesine aşk’ımızı katmıştık.

iki kişi deli gibi, okula bile gitmeden…

uzatmak pahasına …

“aşk” için “aşk” adına…

yeter ki: “âşık ölsün, aşk ölmesin” içindi.

4.

yüz elli iki kişiydik.

trabzon jandarma alay komutanlığında.

elli metrekareye yüz elli iki hayat sığdırmıştı “kalabalık omuz”larımız.

ayakta bile, uyuyacak kadar yer yoktu.

boynumuzdan asılı “suçlu” tabelalarıyla fotoğraf çektiriyorduk.

hiç kimse “gülümseyin” demiyordu oysa…

5.

beylikdüzünden cerrahpaşa’ya gelmiştik.

“aşk orada” demişlerdi.

hastanenin avlusunda yüzlerce “ben”, oturduk.

çelik kaplı robotlarla çevrili etrafımız.

bir cuma namazı sonrasında allah’ı aradık cerrahpaşa’da.

“burada yok” dedi üniformalılarımız.

haseki’ye kadar koşarak ve söverek kaçtık.

edebiyat fakültesinin önünde sokak arasına, oturduk kaldırımlarda…

hiçbir şeyden haberimiz yok gibi davrandık...

nefeslerimizi sakinleştirmeye çalışıp birer sigara yaktık.

polis gelip geçti yanımızdan…

pis pis sırıttık …

6.

önde bir yüzbaşı, hemen arkasında bir asteğmen.

beyazıt’ın avlusunda oturan başörtülü kızlar.

kırmızı karanfilden elleri...

asteğmen, sol göğüs cebinden düdüğünü çıkarıyor önce..

sağ işaret parmağında sallayarak ilerliyor.

yerden kırmızı bir karanfil alıyor sonra…

sarıyor düdüğünü karanfile…

yavaşça eğilerek bırakıyor, başörtülü kızların önüne .

gözyaşı ve alkış!

-asteğmenim!

-emredin komutanım!

hayat devam ediyor.

7.

abdi ipekçideyiz…

henüz, ölecek kadar yaşlanmadık!

8.

her şey “a” ile başlar.

alfabe’de, aşk’ta, anarşi’de..

nerede kalmıştık?

4 Kasım 2008 Salı

biraz nostalji...

teşekkür...

azim ve inatları için hatice ve merve'ye...
sürekli muhalefetleri için fatih ve erdal'a...
aşk'la ve isyanla bizi destekleyen bir kaç "adam"'a...
bütün sıkıntılarına rağmen web sayfalarımızı
hazırlayan sevgili ayşenur'a...
zorla da olsa yazıları dikte eden musa'ya...
dizgicimiz meryem'e...
yazı isteğimizi hiç nazlanmadan kabul eden
halise ve sibel ablalara...
tatlı dili ve esirgemediği desteği için semra ablaya...
çıkardıkları problemler için tüm gereksiz kişilere...
ve varlık sebebimiz...
ve dayanma gücümüz...
"üç harf, beş nokta"ya...

teşekkür ediyoruz...

kuşdili

tagore