YALANLA GERÇEK
ARASINDA
(Bu yazıda, Ümit AKTAŞ’ın Osmanlı
Çağı ve Sonrası kitabı ekseninde, yazarın kitapta irdelediği düşünceler
üzerine bir anlama/analiz gayreti yer almaktadır)
Tarih, Doğu toplumları için gereksiz
bir şekilde övünç ve utanç kaynağı olabiliyor. Bu sebeple geçmişimizin
övünülecek yanlarını abartarak öne çıkarıyor, utanacağımız yanlarının ise
üzerini kolayca örtüyoruz. Her ne kadar siyasi birer proje olsalar da ‘Diriliş
Ertuğrul’, ‘Kuruluş Osman’ ve ‘Uyanış
Büyük Selçuklu’ gibi diziler hem güncel politik mesajlarıyla taraftarlığımıza,
hem de geçmişe öykünme hastalığımız sebebiyle asabiyetimize hizmet ediyor.
Siyasetin ittifak eksenli dokusu, dizi ve sinema sektörünü de ister istemez
biçimlendiriyor.
Batıda da durum çok farklı değil
aslında. Fransızlar; Tunus ve Cezayir’de, İngilizler; Hindistan’da ve diğer
sömürgelerinde işledikleri günahların üzerini profesyonelce örtebiliyor.
Ispanyollar, Hollandalılar, Portekizliler daha bir sürü sömürgeci ülke,
tarihlerinin kirli-karanlık yanlarını kilitli sandıklarda saklıyor. Amerika
Birleşik Devletlerinin Yeni Kıtada işlediği cinayetlerden sonra ise başka bir
hal alıyor süreç. Her şeyi bir pazarlama nesnesi olarak gören Amerikan
emperyalizmi, sinema sektörünün de büyüsü ile olayları tersyüz edip, işlediği
bütün suçları hem olağanlaştırıyor, hem de bir eşyaya dönüştürüyor.
Bu akım, Amerikan yerlilerini katil
olarak gösterip, Amerika’ya köle olarak getirilmiş kara tenli insanları vahşi
olarak belletiyor bize. Üstelik bütün ‘kullanışlı‘ bilgiler çılgınca
zihinlerimize boca ediliyor. Avrupa tabi, geri kalmıyor bu süreçten. Avrupalı
sömürgeciler de işgal ettikleri topraklarda işledikleri cinayetleri, insanlık
suçlarını sinematografik şekilde siyasetin ve ticaretin hizmetine sunuyor.
Kutsal Bir
Alan Olarak Tarih
Türkiye üzerinde ve Türkiye yakın
tarihi özelinde düşündüğümüzde iki tarafın mücadelesi dikkat çekiyor.
Milliyetçi/Muhafazakar diyebileceğimiz taraf -daha çok savunma refleksiyle-
kendi rol modelleri üzerinden bir bilinç inşa ediyor. Ulusalcı diyebileceğimiz
taraf ise oluşturduğu entelijansiyanın ve kontrolündeki kolluk gücünün
etkisiyle kendi kutsalını bütün alanlarda dikte ediyor ve artan bir hızla
çoğaltıyor.
Bir yanda yeni Cumhuriyet’in attığı her
adımı, ilahi bir tasavvurla kutsallaştıran yeni ve tek tip entelijansiya; diğer
tarafta Kadir Mısıroğlu, Necip Fazıl Kısakürek gibi etkili yazar ve hatipler...
Her iki taraf da kendi haklılığını ispat etmek telaşında. Her iki kesimin
taraftarlarında da mutlak bir inanç hâkim!
Ümit AKTAŞ’ın Osmanlı Çağı ve Sonrası kitabı (Çıra
Yayınları) tam da bu düzlemde okunması gereken bir kitap. Tarihin bir durak değil bir süreç olduğunu
düşünen, hakikat arayışına cesaret edebilen herkesin okuması gereken bir kitap
var karşımızda.
Hepimiz dünyada, ister istemez
heybemize doldurulan bilgi ve ezberlerle var oluyoruz. Çoğu zaman organize ve disiplinli bir şekilde
otoritenin doldurduğu bilgi ve ezberlerden bahsediyorum. Üzerine konuşmanın, tartışmanın
yasak olduğu, farklı düşünmenin şirk derecesinde tehlikeli görüldüğü bilgiler
bunlar. Ama bu bilgi ve ezber eleştirisi, bir başka bilgi ve ezberin müdafası
için yapıldığında mutlaka sahihliğini yitiriyor.
Osmanlı Çağı ve Sonrası kitabında ise bir
savunma/karşı koyma refleksinden ziyade anlama ihtiyacı hâkim. Muğlak
sonuçlardan çok, süreçlere odaklanmış bir düşünme biçimi kitapta öne çıkıyor.
Türklerin at üstünde Orta Asya’dan vuruşa vuruşa batıya ilerlemesi, göçebe bir toplumun yurt edinme tutkusu ve bu
tutkunun hala ‘sahiplik’ duygusu olarak içimizde var olması,
genetiğimize işlemiş bir yaşam tarzının, zaman ve mekân değişse bile kendisine
bir var olma biçimi ürettiğini gösteriyor.
Toprağa duyduğumuz bağlılık, cep telefonu ve otomobil hızına
düşkünlüğümüz (2), göçebe kimliğimizin
izleri sanki. Selçukludan bu yana hem Osmanlı tecrübesinde hem de yeni
Cumhuriyette karşımıza çıkan askeri darbe geleneği, yüzlerce yıllık bir kabul
ve öğretinin modern hali. Üretim ve tüketim anlayışımız, merhametimiz, iyilik
duygumuz nasıl bin yıldan öte bir öğretiye dayanıyorsa; devlet-ordu sistemimiz,
bürokratik alışkanlıklarımız, hamasi nutuklarımız da geçmişin bir durağında
heybemize konulmuş olmalı!
Ne kadar inkâr etmeye çalışırsak çalışalım Osmanlıdan da
önceye dayanan uzun bir geçmişin güncel sürümüyüz. Bugünkü davranışlarımız,
ezberlerimiz, kutsallarımız eğer bir sorgulama alanımız yoksa terk edemediğimiz
geçmişimizin bir parçası. Esasen ortada siyasi hayatımıza şekil veren iki
farklı görüş de yok. Aynı merkezden beslendiklerini kabul etmeyen taraflar var.
Uygarlıklar Arasında
‘Tarih, yaşanırken olduğu kadar yazılırken de hep yeniden
inşa edilir.’ (2) Diyor Ümit AKTAŞ, Osmanlı
Çağı ve Sonrası kitabına başlarken. Hakikatten bağımsız olarak ‘vakanüvisler’,
tarih kitabını şartlara ve ihtiyaçlara göre sürekli geliştirirler şüphesiz. Bu
geliştirme resmi ideolojinin kutsal ihtiyacını karşıladığı gibi, geniş kitleler
açısından da bir çeşit afyon rolü üstlenir. Bu inanma/iman ihtiyacı olmasa
taraflar ‘kişilik sorunları’ yaşayacağı gibi, kurulu düzen de tehlikeye girer!
Makbul bir tarih üretimi rejimler için ihtiyaç olduğu kadar, teba için de bir
ihtiyaçtır. Sözgelimi Amerikan tarihini hakikat üzerinden inşa etmek, Amerikan
kurucu aklından önce, üretilmeye çalışılan Amerikan ulusunu rahatsız edecektir.
Uygarlıkların eril ve dişil dokusu, bu uygarlıkların kurduğu
idarelerin yönetim biçimlerini de ister istemez şekillendirir(3). Türk,
Roma, Arap, Yunan ve Germen medeniyetlerinin savaşçı-avcı, göçebe, hayvancıl
üretime dayalı, güç ve hakimiyet eksenli yapısı ile; Hint, Çin, Sümer ve Mısır
uygarlıklarının yerleşik, toprağa bağlı, tarımsal üretime dayalı dişil yapısı
yönetim biçimlerinde farklılaşmayı doğurmaktadır. Eril yapıya sahip, savaşçı
toplumlarda gücün hakimiyeti ve insanların güce itaati yaygınlaşırken, sınıf
bilinci gerilemekte; dişil toplumlarda ise oluşan sınıfsal kurgu sebebiyle
gücün temerküzü zayıflamaktadır.
Eril karakterli toplumlar, var olabilmek için sahip
oldukları askeri gücü kullanmak zorundadır, dişil topluluklar ise sahip
oldukları toprakları ve tarımsal üretim girdileri ile ticaret yollarını korumak
mecburiyetindedir. Tarih boyunca savaşların, istisna olarak çıkarları çakışan
eril karakterli toplumlar arasında; genel olarak ise saldırı ve savunma
pozisyonunda yer alan eril ve dişil nitelikli toplumlar arasında yaşandığı
görülmektedir. Eril nitelikli toplumlar kutsal devlet ve saltanat modeli
üretirken, dişil toplumlarda sınıfların varlığına bağlı olarak göreceli bir
‘sınıfsal çoğulculuk’ modeli karşımıza çıkmaktadır.
Selçuklularda gördüğümüz ‘kutsal devlet’ miti,
Osmanlılarda karşımıza çıkan padişahın ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’
söylemi, yeni Cumhuriyette şekil değiştirerek form alan ‘Ulu Önder‘ ve
‘Milli Şef ‘ tezleri, kökenleri itibariyle yüzlerce yıllık eril bir karakterin
bünyemize nüfuz ettiğini gösterir. Türk aile yapısındaki baba figürü ile
devletin ‘Devlet Baba’ rolü arasındaki paralellik de aynı karakterin bir uzamı
olarak karşımızda durmaktadır.
Gerek İslam toplumlarında, gerekse gayrimüslim topluluklarda
devletin kutsal rolünü ikame eden asıl unsur dindir. İslam toplumlarında ulema,
kutsanan bilgi ve değerleri bir zırh ile kuşatarak, dini muhafaza altına
alırken; Hristiyan toplumlarda Kilise, krallığın muhafızı rolünü
üstlenmektedir. Şüphesiz bu üstlenici, muhafaza edici dilin, taşıdığı risk
kadar mükafatının da bulunduğu göz ardı edilmemelidir!
Dişil toplumların erken yurtlanması, tarıma dayalı yerleşik
hayatı benimsemesi dış güçlere karşı sadece savunma ihtiyacını doğururken; eril
karakterli toplumlar sahip oldukları hız ve gücün etkisiyle sürekli hareket
etmek ve fetih motivasyonu ile yeni hedeflere ilerlemek zorundadır. Yerleşik
hayata geç kalınmasının temel nedeni uygun yurt bulunamamasından ziyade,
göçebe-savaşcıl karakterin yurtlanmaya müsaade etmemesidir. Savaşcıl
toplumların yurtlandıktan sonra yerleşik hayatta asimile oldukları ve bir süre
sonra tarih sahnesinden çekildikleri düşünüldüğünde eril toplumlar için
karakter değişimi bir anlamda yok olmak demektir.
Devlet yönetimi, bir yurt hayali ve fetih ile tebaasını
motive ederken, aynı zamanda her fetihten sonra yeni bir yurt arayışına
girişmektedir. Türklerin Anadolu’ya girişi, ilerleyişi, İstanbul’u fethedip
Balkanlara yürüyüşü, bir yandan Viyana kapıları kuşatılırken diğer yandan
Afrika ve Kafkaslar ’da süren genişleme süreçleri, eril devlet yapısının
durağanlığa direnişidir. Çünkü devletin
fetih motivasyonunu kaybetmesi bağlılarının güce itaatini sorgulanır hale
getirecektir. Nitekim Osmanlı İmparatorluğunda ciddi muhalif akımlar, iç sorunlar
sebebiyle değil, savaşlarda toprak kaybedilmesi ile doğmuştur. Devlet
yönetimindeki aksaklıklar, askeri yapının ve toprak sisteminin bozulması tolere
edilebilir sorunlar iken, kaybedilen herhangi bir savaştan sonra saltanatın ve
‘kutsal devlet’in tartışılır hale gelmesi tebaanın içselleştirilmiş eril
yapısının tezahürüdür.
Fetih ve Bürokrasi
İstanbul Türkler için önemli bir fetih figürüydü. En
başından bu yana nihai bir hedef olarak görülen İstanbul’un fethiyle birlikte
İmparatorluğun doğal sınırlarına ulaştığı kabul edilerek devletin eril aklı
küçültülebilecekken, Osmanlılar Balkanlar üzerinden Avrupa’ya yürüyerek
birleşik Avrupa devletlerini karşılarına kaldılar. Avrupa toplumları açısından
ölüm kalım mücadelesi haline gelen bu savaşlar, Osmanlı ordusu açısından artık
aynı anlamı taşımıyordu. İmparatorluğun yurtlanma serüveninin, İstanbul’un fethi
ile nihayete erdiği düşüncesi yaygın bir kanaate dönüşürken, fetih motivasyonu
azalan bir eril devletin/tebaanın da yıkılması kaçınılmaz bir hal alacaktı. Bu
bağlamda Osmanlı İmparatorluğunun çöküş hikâyesinin 16. yüzyılda başladığı
düşüncesi yanlış olmayacaktır.
Yurtlanma serüveninin en azından zihnen İstanbul’un fethi
ile sona ermesi ile birlikte yüzlerce yıllık devlet töresinde yaşanan
değişiklikler dikkat çekicidir. Daha muhafazakâr bir yönetime evrilen Osmanlı
sarayının bu dönemde Bizans etkisinde kaldığı söylenebilir. Fatih Sultan
Mehmet’in bir kanunname ile kardeş katlini yasallaştırması ve 2. Mahmut’a kadar
saltanatta söz sahibi olabilecek yeğen, amca ve kardeşlerin bu ‘yasal dayanak’
ile katledilmesi, üstelik bu katl için İslami referanslar üretilmesi, yönetimde
Bizans sarayı etkisinin en bariz belirtisidir(4).
Bir Bizans sarayı uygulaması olarak görülen
Haremlik-Selamlık düzenlemesi de yine fethin ardından Osmanlı sarayında alan
bulabilmiştir. Etkileşim halindeki toplumların birbirini dönüştürmesi
kaçınılmazdır. Gerek savaşlar, gerekse ticaret mekanizmaları insan
ilişkilerinde yüzlerce yıl sürecek kalıcı etkiler bırakabilir.
Haremlik-Selamlık uygulamasının bir dini hassasiyet olarak kabul görmesinin yanı
sıra, yine dini hassasiyetin bir göstergesi kabul edilen kadınların çarşaf
giymesinin Bizans sarayından devşirildiği iddiası da ilginçtir(5). Endülüs İslam Devletinde yaşayan
gayrimüslim kadınların Müslüman kadınlara özenerek örtülü kıyafetler giydikleri
düşünüldüğünde bu etkilenme çok garip karşılanmayacaktır. Ancak, toplumlarda
tarih boyunca izler bırakacak bu tür değişiklikleri tek bir nedene veya eksene
bağlamak da eksik olabilir.
İmparatorluk fetihle birlikte bir yandan yönetim
bürokrasisinde değişikliğe giderken diğer yandan askeri bürokraside de
devşirme/kulluk sisteminin güdümüne girmektedir. Bu tarihten sonra askeri
bürokrasi devlet yönetiminde etkilerini bugün de hissettiğimiz baskın bir güç
haline gelecektir. İmparatorluk saltanat için risk teşkil etmeyen, askeri
kulluk sisteminin kendi selametini tesis edeceğini planlarken, zaman içerisinde
yeniçeriler bu selametin en büyük tehditi haline gelecektir. Bu tehditi geç de
olsa fark eden Devlet, Yeniçeri Ocağının devşirme yapısını yerli asker
istihdamı ile değiştirmeye çalışmış ancak başkaca faktörlerin etkisiyle ordu
içinde stabil bir düzen bir daha tesis edilememiştir. Nihayetinde açık bir
düşman olarak değerlendirilen Yeniçeri Ocağı, kanlı bir şekilde yok edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunda askeri düzen toprak sistemiyle
içiçedir. Askeri düzenin bozulmuş olması aynı zamanda toprak düzeninin de
bozulduğu anlamına gelir. İmparatorluğun ilk yüzyıllarında toprağın
mülkiyetinin Allah’a ait olduğundan yola çıkarak kurulan toprak sistemi,
ilerleyen zamanlarda bozularak feodal yapıların toprak ve köylü üzerinde hâkimiyet
kurmasına neden olmuştur.
İmparatorluk nihai yurtlanmanın neden olduğu zihni
durağanlığa ilaveten, artık askeri bürokrasi ve yeni ortaya çıkan feodal
yapılarla da uğraşmak zorundadır. Bütün bu etkenler zincirleme şekilde reaya ve
ulemayı devletle karşı karşıya getirmiş; askeri bürokrasinin ‘resmi tarikatı’
Bektaşilik de düşman olarak görülmeye başlanmıştır. Bu bakış açısı, tarikatın
orta sınıf bağlılarının da memnuniyetsizler sınıfına dâhil olmasına sebep
olmuş, her alanda muhalifleri çoğalan devlet ilk kez dini bir oluşumu doğrudan
karşısına almıştır.
Bütün bunların neticesinde esasen bir asimilasyon yöntemi
olan ve 1. Murat tarafından Hristiyan esirlerin çocuklarının, ailelerinden
alınarak Müslüman olarak yetiştirilmeleri esasına dayanan Yeniçeri Ocağı
bozulmuş, adil bir toprak rejiminden feodal bir toprak sistemine geçilmiş,
devletin/saltanatın korunması için kardeş katli gibi gayri İslami düzenlemeler
İslami kılıflarla yasallaştırılmış, fetih motivasyonu işlerliğini yitirmiş daha
da önemlisi imparatorluk dünyanın değişen şartlarına uyum sağlayamayarak
zayıflamaya başlamıştır.
Bir Kafa Karışıklığı
Olarak İTC
Hem devlet hem de toplum açısından büyük bedellere neden
olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) esas itibariyle çok farklı görüşlerin
ortak bir düşman karşısında bir araya gelmesinden müteşekkil bir yapıdır. Üst
kimliğini ‘Osmanlıcılık’ diyebileceğimiz bir çatının oluşturduğu; Batıcı,
Türkçü, Sosyalist, Mason ama son kertede Abdülhamit karşıtı bir oluşum. Bu
yapının karmaşıklığı bileşenlerinin uzun süre bir arada kalmasına doğal olarak
müsaade edemezdi, nitekim cemiyet kısa sürede kendi içinden birçok muhalif
gurup çıkararak ayrıştı. Bir kısım Cemiyet üyeleri ise, fikir ayrılıklarına
düştükleri Cemiyetin üst yönetimi tarafından tasfiye edilerek
uzaklaştırıldılar.
Her ne kadar çok eğilim barındırsa da Cemiyetin baskın
karakterini oluşturan iki eğilim öne çıkmaktadır: Batıcılar ve Türkçüler.
Batıcılar içinde dinin her alanda yok sayılıp Sosyalist bir düzen kurulmasını
hayal eden, nesillerin ıslahı için fantastik düşünceler öneren, bütün cemiyet
ve devlet hayatının batıdan kopyalanmasını savunan ‘aydın’lar bulunmaktadır. Türkçüler
ise kendi içinde daha tutarlı olmakla birlikte, Türkçülüğün beslendiği kaynaklar
dikkate alındığında daha tutarsız bir yol izlemektedir.
Türkçüler, özellikle Balkanlar’da Osmanlı tebaasının
uluslaşması sonrasında, geç kalmış bir uluslaşma heyecanı içindedir. Bu
‘tutarlı’ davranış, hareketin beslendiği kaynaklar göz önüne alındığında
tutarsızlaşmaktadır. Bu akımın ilk öğretmenleri Macar Vamberi, Polonya’dan
ithal paşalar, Selanik ve İstanbul’da mukim çok sayıda Yahudi kanaat önderi,
Masonlar ve milliyetçilik çalışmaları yapan Avrupalılardır. ‘Turan’ kelimesini ilk kez literatüre
sokan Macar Vamberi’dir. Moiz Kohen ünlü bir Türkçü olarak Tekin Alp adıyla
yazılar yazmaktadır. Moiz Kohen’in en yakın arkadaşı ise Türkçülük akımının
kurucusu kabul edilen Ziya Gökalp’tir!
İT Cemiyeti bileşenlerinin çokluğu sebebiyle karmaşık bir yapı
olduğu kadar, bu yapıların beslenme odakları açısından da kafası karışık
bir yapıdır. Bu kafa karışıklığı sebebiyledir ki iktidarları döneminde şikayet
ettikleri istibdat uygulamalarını artırarak sürdürmüş, otoriter yapıyı muhafaza
etmekle kalmamış güçlendirmiş, ‘hafiyelik düzeni’ni daha kudretli bir şekilde
devlet mekanizmasına yerleştirmiştir. Bu her açıdan hazırlıksız yakalanılmış
iktidar deneyimi sonunda, yönetimsel yetersizlikler, kişisel beceriksizlikler
ile devleti kurtarmak iddiasındaki bir hareket İmparatorluğun sonunu
hazırlamıştır.
Yeni Cumhuriyetin Eski
Aklı
Osmanlı İmparatorluğunun kurucu aklı; dini alanda Sünniliği,
üretim anlamında asya tipi üretimi, devlet yapısında ‘kutsal devlet’ modelini,
askeri alanda ise saltanat iddiası olmayan kulluk sistemini benimsemişti.
Osmanlıya karşı muhalif bir hareket olarak ortaya çıktığını iddia eden İttihat
ve Terakki Cemiyeti bu kurucu aklın ilkelerinden hiçbirine itiraz etmiyordu!
İTC, padişahın gölgesi altında, mevcut mekanizmaları kontrol edebilmeyi bunun
yanında Avrupa’ya hoş görünmek için arada bir ‘kontrollü seçim’ yapmayı hayal
ediyordu!
Esasen Fransız aklı ile kurulan, daha sonra İngiliz kontrolünde
faaliyetlerini sürdürüp, Alman taraftarlığı ile nihayete eren Cemiyet, Fransız
devriminden devşirme sloganları dışında yeni bir şey söylemiyordu(6). Hanedana ve Saltanata bağlı batıcıl bir
reform önerisi zaten Osmanlı sarayının 2. Mahmut, 3. Selim, Abdülaziz ve
Abdülhamit gibi padişahlarının birincil önceliğiydi. İTC’ni motive eden asıl
unsur eğitim görmüş, çoğu yurt dışında farklı eğilimlerle temas etmiş yeni
entelijansiyanın, yönetim hakkını kendinde görmesiydi. Bu, esas itibariyle
üstenci bir tavır iken, Osmanlı Sarayının ülke içinde/dışında yanlış
uygulamaları Cemiyet etrafında farklı kesimlerden muhalif insanların
toplanmasını sağladı.
Yeni Cumhuriyet’te tıpkı Osmanlı gibi devletin Sünni
kimliğini, başkaca bir askeri kulluk sistemini ve kurucu iradeye (kutsal
devlet/yeni tip saltanat) bağlı bir yönetimi öngörmüştü. Devlet aygıtının
marjinal, toplum dokusuyla uyuşmayan uygulamaları onun dini, yönetimsel, askeri
ve bürokratik tercihlerini değiştirmiyordu. Esas itibariyle birbirinin
karşıtı/muhalifi gibi görünen bu üç ayrı yapı, varlıklarını diğerlerinin
kötücüllüğü üzerine kuran bu üç ayrı sistem, birbirinin takipçisi ve
taklitçisiydi.
Bu takipçiliği gün yüzüne çıkaran en bariz örnek ‘devletin
sünniliği’ meselesidir. Türklerle Safaviler arasında yıllarca süren hükümranlık
mücadelesi, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki savaş sonrasında
bugünkü Şii-Sünni ayrışmasını oluşturmuştur. Oysa Şah İsmail’in ordusunda
askerleriyle birlikte Sünni Türk beyleri, Yavuz Sultan Selim’in ordusunda Şii askerler
bulunmaktadır. İran’la Türkiye arasında yaşanan her güncel sorunda tartışmanın
asıl konudan ziyade Şii-Sünni ayrışması ekseninde yürütülmesi, bir Ulusalcı ile
bir Muhafazakarın bu tartışmada aynı fikirde olması ve neredeyse aynı cümleleri
kurması, halef-selef devletlerin Sünni yapısının bir sonucudur.
Hayat etkileşime açık bir süreçtir. Osmanlı nasıl savaştığı
toplumlardan etkilenmişse, yeni Cumhuriyette ister istemez varoluşunun temelini
teşkil eden Osmanlıdan etkilenmiştir. Aksi de mümkün değildir. Bu mümkünsüzlük
yeni Cumhuriyetin Osmanlı İmparatorluğunun bir sürgünü olduğunu ortaya koyar.
Her ne kadar yeni Cumhuriyet inkar politikaları ile yola çıksa ve yakın zamana
kadar inkar politikalarını sürdürse de 2021 Türkiye’sinde her iki devletin de kurucu
aklının ortak olduğu açıkça görülmektedir.
Nihayetinde diyebiliriz ki, Ümit Aktaş’ın Osmanlı Çağı ve
Sonrası kitabı, hamasetten ve ezberden uzak diliyle, inkar edilemez bir
geçmişi anlamaya çalışırken aynı zamanda hepimizi bir hesaplaşmaya da davet
etmektedir.
(1). Osmanlı Çağı ve Sonrası
(Sayfa. 173)
(2). Tarih Nasıl okunmalı
(Sayfa.11)
(3). Tarih Nasıl okunmalı
(Sayfa.23)
(4). İmparatorluk Yolu (Sayfa.154)
(5). Osmanlı Sisteminin ve
Kurumlarının Geçmişi (Sayfa.110-111)
(6). İttihat ve Terakki Cemiyeti
(Sayfa.305-309)