ANNEANNE KADER MİDİR?
‘Cemiyet Hayatında’ günlük yazmanın edebi
bir tür olup olmadığı ile ilgili bir tartışma var. Tartışmanın bir tarafı,
yazarların günlüklerde mahrem alanını kamuya açtığı için içeriği
değiştirdiğini, bunun ise esere zarar verip gücünü zayıflattığını söylüyor.
Olağan bir otosansür bahsedilen. Oysa hangi yazar sözünü tartmadan
kullanabilir ki?
Hatıratlar da bu kapsamda bir edebiyat
metni olarak görülmüyor yine aynı çevrelerce. Çünkü hatıratlar günlüklerle
kıyaslandığında daha çok ‘ideal’i konu ediyor. Kalemin yazar olduğunu herkes
biliyor hatıratta! Kalemin siyasi görüşleri, kalemin sevdikleri, kalemin
sevmedikleri...
Kurmaca öyle mi ya! Yazar, öykü ve romanda
da kendinden bir parça koyuyor ortaya ama bir sıkıntı olduğunda ‘bu bir
kurmaca’ denildiğinde, bütün dertler sona eriyor. Hatırat bir şekilde
paylaşılmak için yazıldığı için daha steril oluyor genelde. Günlükler ise,
insanın eşinden çocuklarından bile gizlediği cümleleri barındırıyor. Ömrü
boyunca günlük tutup ölümünden önce günlüklerini yakan insanlar var, ya da en
güvendiği insana öldükten sonra günlüklerini yakmasını vasiyet eden yazarlar.
Hoş, bu vasiyete uyulmadığı için kitaplarını okuduğumuz önemli yazarlar da yok
değil.
‘Turuncu Günler’i okurken zaman zaman bu
duygular sarmalıyordu beni. 2000’lerin başı olmalı, neyin mahrem sınırında
kalacağına, kimlerin ne yazıp, neden imtina etmesi gerektiğine kalabalıkların
karar verdiği zamanlardı. Bu kalabalıklardan hiç etkilenmedim diyemem. Ama
içimde hep kalabalığa sataşan bir yer vardı. Bazen gerekli-gereksiz
ortaya çıksa da bu sataşma ihtiyacının beni çoğu ezberden koruduğunu düşündüm
hep.
Cihan Aktaş ismi 90’ların başından
itibaren kıymetliydi benim için. Hatırlıyorum, Turuncu Günler’i okuduğumda bir
sürü çağrışım oluşmuştu kafamda. Bildiğim Cihan Aktaş metinlerinden başka
birşey okuyordum. Sadece ‘keyifli’ bir günlük okuyor gibi değil de, farklı
katmanlar arasında geçiş yapıyordum. Ve hatırlıyorum kitabı her elime alışımda
acaba yanlış mı yapıyorum duygusu gelir beni bulurdu ve fakat okumaktan alamazdım
kendimi.
Bunun sebebi, kitaba konu olan süreç
değil, metnin bir ‘günlük’ olmasıydı. Kendi günlük tuttuğum zamanları
düşünüyor, günlüklerimin birileri tarafından okunduğunu hayal ediyordum. Velev
ki, günlükler yazarın rızasıyla yayımlanmış olsun. Utana sıkıla başka günlükler
de okumaya devam ettim ama. Seattle Günlüğü’nü okurken ise bir özel alan ihlali
yaptığım düşüncesinden uzak olduğumu farkettim.
‘Kimsenin suçlu olmadığı yerde herkes
şüphelidir’
Yine aynı şey oluyor ama bu kez
şaşırmıyorum. Günlüğü okumaya başlarken bir anneanne-torun başlığı altında yine
çok katmanlı bir dünyanın beni beklediğini biliyordum. Bazen bu katmanlar
arasında gezerken Kaan’ı unutuyordum bile.
‘Kimsenin suçlu olmadığı yerde herkes
şüphelidir’ satırının altına, Masum değiliz hiç
birimiz yazmışım. Yönetmen N. Pouchet, Retch filmini anlatırken kullanıyor bu
cümleyi. Belki coğrafya farkı, belki yüklediğimiz anlam. ‘Masum değiliz hiç
birimiz’ bu coğrafyanın meselelere yaklaşımını özetliyor. Kimse suçsuzluğunu
ispat etme derdinde değil, herkes yaşananlarda bir kabahati olup olmadığını
sorguluyor. Bunları düşünürken Kaan’ın ilk gülümseyişi canlanıyor gözlerimin
önünde...
Sonra öğreniyoruz ki, ‘Kızılderili’lerin
dillerinde ‘veda’ sözcüğü yokmuş. Şarkı söyleyerek ayrılıyorlarmış
birbirlerinden. Ve daha sonra ‘Kızılderili’lerin kendilerine ‘Kızılderili’
denmesinden hoşlanmadıkları gerçeği çıkıyor karşımıza. Siyah derili/zenci
demenin bir ırkçılık olduğundan hepimiz mutabıkız artık ama ‘Kızılderili’
derken yaşadığımız şeye ne demeliyiz, sadece düşünce tembelliği mi? Üstelik bir
firmanın atıştırmalık ürünü Negro hala üretim bandında duruyor. Ne garip ki, bu
ürün batıya satılamıyor, onun pazar ağı doğu! Tek başına bu çelişki bile
düşünce tembelliği fikrini çok naif bırakıyor.
Bu arada Kaan büyüyor tabi. Bir
anneannenin aklından geçenleri ayrıca merak ediyorum. Kendi merhum
kayınvalidemin kızımıza bakmak için bizde kaldığı zamanları, kimi anlamsız
bulduğum çekincelerini, çocuk yetiştirmeyle ilgili ortaya çıkan kimi anlaşmazlıkları
- kuşak farkı mı desek- hatırlıyorum. Kimi duygular o kadar tanıdık, kimi anlar
o kadar benzer ki.
Sonra -kimse kusura bakmasın ama- bir orta
sınıf burjuva alışkanlığı, ticari bir faaliyet alanı haline gelen ‘göreceli
hayvanseverliğin’ yanında bir örümceğin açlığıyla, halsizliğiyle ilgilenen bir
merhamet çıkıyor karşımıza. Evde karşımıza çıkan örümcek ağlarını kimse
görmesin diye süpürgenin ucuyla hemen temizlerken, şekeri düşmüş bir örümceğin
derdiyle dertlenmek başka bir merhamet katmanı olmalı.
Kaan için söylenen ninnilere ilham veren
düşünme biçimi ile görsel bir malzeme olarak sıklıkla kullandığımız merhametin,
Şehla bir bakış üzerinden bizi yeniden inşa ediyor olması başka bir paralel
evrene taşıyor düşüncelerimizi. Bir şehrin dokusu, kütüphanesi, ormanları ve
kuşları üzerine düşünmeye başlıyorsunuz günlükleri okurken. Insanların ‘gurbet
elde’ dayanışma ihtiyacını kıskançlıkla izliyorsunuz. Kütüphaneyi evi gibi
kullanan evsizlerin dünyasına temas ederken, karşılaştığınızda yüzünüzü
çevirdiğiniz sokağınızdaki evsizler geliyor aklınıza.
Ve bütün bunları okurken Kaan’ın karnının
acıkmasını, Kaan’ın gaz sıkıntısını, Kaan’ın dışarıya ilk çıkışını, bir
hoşgeldin hediyesi olarak satırlara nakşettiğini anlıyorsunuz yazarın. O yüzden
Seattle Günlüğü sadece bir günlük değil.
İbn-i Haldun'un Coğrafya - Kader ilişkisi
belki de Anneanne - Torun ilişkisi üzerinden yeniden
düşünmeye sevk etmeli bizi.
07.02.2021
https://hertaraf.com/haber-anneanne-kader-midir-ustun-bol-6253
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder