ANLAMAK DERDİ İÇİN İYİ BİR BAŞLANGIÇ
KİTABI: OSMANLI ÇAĞI VE SONRASI
Tarih,
doğu toplumları için gereksiz bir şekilde övünç ve utanç kaynağı olabiliyor. Bu
sebeple geçmişimizin övünülecek yanlarını abartarak öne çıkarıyor, utanacağımız
yanlarının ise üzerini kolayca örtüyoruz.
Her
ne kadar siyasi birer proje olsalar da ‘Diriliş Ertuğrul’, ‘Kuruluş
Osman’ ve ‘Uyanış Büyük Selçuklu’ gibi diziler hem güncel politik
mesajlarıyla taraftarlığımıza, hem de geçmişe öykünme hastalığımız sebebiyle
asabiyetimize hizmet ediyor. Siyasetin ittifak eksenli dokusu, dizi ve sinema
sektörünü de ister istemez biçimlendiriyor.
Batıda
da durum farklı değil aslında. Fransızlar; Tunus ve Cezayir’de, İngilizler;
Hindistan’da ve diğer sömürgelerinde işledikleri günahların üzerini
profesyonelce örtebiliyor. Ispanyollar, Hollandalılar daha bir sürü sömürgeci
ülke tarihlerinin kirli-karanlık yanlarını kilitli sandıklarda saklıyor.
Amerika
Birleşik Devletlerinin yeni kıtada işlediği cinayetlerden sonra ise başka bir
hal alıyor süreç. Herşeyi bir pazarlama nesnesi olarak gören amerikan
emperyalizmi, sinema sektörünün büyüsü ile olayları tersyüz edip, işlediği
bütün suçları hem olağanlaştırıyor, hem de bir eşyaya dönüştürüyor.
Bu akım, amerikan yerlilerini katil olarak gösterip, Amerika’ya köle olarak
getirilmiş kara tenli insanları vahşi olarak belletiyor bize. Üstelik bütün
‘işe yarar‘ bilgiler çılgınca zihinlerimize boca ediliyor.
Avrupa
tabi, geri kalmıyor bu süreçten. Avrupalı sömürgeciler de işgal ettikleri
topraklarda işledikleri cinayetleri, insanlık suçlarını sinematografik şekilde
siyasetin ve ticaretin hizmetine sunuyor.
Kutsal
bir alan olarak tarih:
Türkiye
üzerinde konuşacak olursak, özellikle yakın tarih açısından iki baskın tarafın
savaşı ve kutsal öğretisi hakim. Milliyetçi/muhafazakar diyebileceğimiz taraf
-daha çok savunma refleksiyle- kendi rol modelleri üzerinden bir bilinç inşa
ediyor. Kemalist diyebileceğimiz taraf ise ürettiği entelijansiyanın ve
kontrolündeki kolluk gücünün marifetiyle kendi kutsalını bütün alanlarda dikte
ediyor ve bu kutsalı artan bir hızla çoğaltıyor.
Bir
yanda yeni cumhuriyetin attığı her adımı, ilahi bir tasavvurla kutsallaştıran
yeni ve tek tip entelijansiya, diğer tarafta Kadir Mısıroğlu, Necip Fazıl
Kısakürek gibi etkili yazar ve hatipler...
Her
iki tarafta kendi haklılığını ispat etmek telaşında. Bu telaş gerektiğinde
belge üretmeye ve/veya belgeleri inkar etmeye, kendince haklı gerekçeler
üretebiliyor. Taraftarlarda ise mutlak bir inanç hakim!
2020
yılında 3. baskısını yapan Ümit AKTAŞ’ın Osmanlı Çağı ve
Sonrası kitabı tam da bu düzlemde okunması gereken bir kitap. Ilk basımı
1998’de yapılan kitabı 2020 yılında farketmiş olmayı kendi adıma büyük bir
eksiklik olarak kabul ediyorum. Tarihin bir durak değil bir süreç olduğunu
düşünen, hakikat arayışına cesaret edebilen herkesin okuması gereken bir kitap
var karşımızda.
Hepimiz
dünyada, ister istemez heybemize doldurulan bilgi ve ezberlerle
varoluyoruz. Çoğu zaman organize ve disiplinli bir şekilde otoritenin
doldurduğu bilgi ve ezberlerden bahsediyorum. Üzerine konuşmanın, tartışmanın
yasak olduğu, farklı düşünmenin şirk derecesinde tehlikeli görüldüğü bilgiler
bunlar. Bu bilgi ve ezber eleştirisi, bir başka bilgi ve ezberin müdafası için
yapıldığında ise mutlaka sahihliğini yitiriyor.
Ümit
Aktaş’ın kitabında ise bir savunma/karşı çıkma refleksinden ziyade anlama
ihtiyacı hakim. Muğlak sonuçlardan çok, süreçlere odaklanmış bir düşünme biçimi
kitapta öne çıkıyor. Türklerin at üstünde Ortaasya’dan vuruşa vuruşa batıya
ilerlemesi, göçebe bir toplumun yurt edinme tutkusu ve bu tutkunun hala
sahiplik duygusu olarak içimizde varolması, genetiğimize işlemiş bir yaşam
tarzının zaman ve mekan değişse bile kendisine bir varolma biçimi ürettiğini
gösteriyor.
Göçebe
bir toplum olmamızla ilgili ise iki baskın görüş öne çıkıyor. Cemal Kutay
‘Göçebe olmadığımızı’ iddia ederken, İsmet Özel ‘göçebe olduğumuz için yerleşik
hayata intibak sağlayamadığımızı’ söylüyor. Cemal Kutay’ın inşa etmeye
çalıştığı ‘yeni ülkü’ ‘biz Türkler’in göçebeliğini kabul edemezken, İsmet
Özel’in anlamaya dönük çabası modern hayata neden uyum sağlayamadığımız
sorusunu anlaşılır kılıyor.
Toprağa
duyduğumuz bağlılık, Ümit Aktaş’ın belirtiği gibi cep
telefonu ve otomobil hızına düşkünlüğümüz, göçebe kimliğimizin izleri
sanki. Selçukludan bu yana hem Osmanlı tecrübesinde hem de yeni cumhuriyette
karşımıza çıkan askeri darbe geleneği, yüzlerce yıllık bir kabul ve öğretinin
modern hali. Toprak sistemimiz, yardımlaşma anlayışımız, merhametimiz, iyilik
duygumuz nasıl bin yıldan öte bir öğretiye dayanıyorsa; devlet-ordu sistemimiz,
bürokratik alışkanlıklarımız, hamasi nutuklarımız da geçmişin bir durağında
heybemize konulmuş olmalı!
Ne
kadar inkar etmeye çalışırsak çalışalım uzun bir geçmişin güncel sürümüyüz.
Bugünkü davranışlarımız, kalıplarımız, ezberlerimiz, kutsallarımız eğer bir
sorgulama alanımız yoksa terkedemediğimiz geçmişimizin bir parçası. Esasen
ortada siyasi hayatımıza şekil veren iki farklı görüş de yok. Aynı odaktan
etkilendiklerini kabul etmeyen kalabalıklar var.
‘Osmanlı
Çağı Ve Sonrası’ kitabı geçmişle bağımızı ortaya
çıkardığı kadar, kendimizle hesaplaşmamızın da önünü açıyor bu bağlamda.
Bu
kitap, aramak ve anlamak derdi olanlar için çok iyi bir başlangıç kitabı
olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder