AMERİKAN TİPİ MÜSLÜMANLIK
Tarihe hep ilgi duydum. Özellikle
90’larda çok tartışılan yakın tarih özel ilgi alanımdı. Gerekli-gereksiz birçok
kaynak okudum. Aynı olayı anlatan birbirinden tamamen farklı metinleri çapraz
okumalarla heyecanla ve bir o kadar şaşkınlıkla takip ettim. Neticede bugün,
aklı başında birçok insan gibi tarihin bir yalan söyleme biçimi olduğuna kani
oldum.
Tarih dediğimiz yalan dünyasının
ihtiyaca binaen üretildiğini, zaman zaman günün ihtiyaçlarına göre revize
edildiğini artık herkes kabul ediyor. Aynı yazar elli yıl önce otoritenin ihtiyaçlarını
karşılamak için yazdığı ‘milli’ tarihi, yıllar sonra otoritenin güncellenen
ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleyebiliyor. Zamanla buna da alışıldı. İlk
yazılan yalanı makbul kabul edip, revize edilen yalanları kabul etmemek
anlamsızdı! Küçük bir azınlık dışında yalanı yalan olarak kabul edip, gereksiz
anlamlar yüklememeyi hiç kimse akıl edemedi.
İnsanların hayata bakışına,
sosyolojik tabanlarına, ideolojik duruşuna göre biçimlenen bir alandı tarih.
Tarihi her zaman galiplerin yazdığını düşününce muhalif hareketlerin inkâr ve
yalanlama üzerine kurulu hamasi düşünceleri de şaşırtıcı değil.
İslami camia 1950 yılına kadar süren
diktatoryal bir serüvenin ardından herhangi bir literatür bilgisine dayanmayan,
romantik, hamasi, heyecan verici metinler üretti. İsmi büyük insanlar, yere
göğe sığdıramadığımız karakterler, tıpkı muarızları gibi gerektiğinde belgeler
üreterek kendi tabanları için bir tarih ürettiler. Makul bir çerçevede olayları
anlamaya çalışanlar için iki yalancıdan birini tercih etmek akıllıca bir yöntem
değildi.
Her iki camianın da dokunulamaz,
eleştirilemez büyük isimlerinin aslında ne kadar yetersiz olduğu ve bu
yetersizliği gizlemek için süslü cümlelerin arkasına saklanıldığı hiçbir zaman
itiraf edilemedi. Ancak içten içe herkes çoğalttığı yalanların hakikatle
uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını hep biliyordu. Toplumun sosyolojisini,
insanların psikolojisini görmezden gelerek verilen bütün hükümler gibi bu
hükümler de zamanla kendi kendini itibarsızlaştırdı.
Toplumun her kesimi hem kendi hayal
dünyası hem rakibinin hayal dünyasıyla ilgili uzun bir süre kafa karışıklığı
yaşasa da sonunda dâhil olduğu politik kampın yalanlarına sarılma ihtiyacı
hissetti. Rekabetin olduğu yerde ahlak aranmazdı.
Özellikle siyasal İslam ekseninde en
yoğun hareketliliğin yaşandığı 90’lı yıllarda birkaç istisna hariç hemen
herkes, çatışma ortamının da verdiği heyecanla kendi kampının doğrularına
sığındı. Bu bir çeşit ayakta kalma serüveni, varlığını örgüt arkadaşlarına
borçlu hissetme durumuydu. 1997’de gerçekleşen 28 Şubat darbesiyle de aklı
başında insanlar için yeni bir sorgulama dönemi başladı. Rakibini sorguladığı
kadar kendi ezberlerini de sorgulamaya başladı İslamcılar. Seküler cephede ise
mutlak bir iman hâkimdi.
1990’ların sonuna doğru başlayan bu
sorgulama süreci devamında kim olurlarsa olsunlar bütün İslami yapıların
eleştirisine dönüştü. Eskiden kim olursa olsun kendini İslam’a nispet eden
bütün yapıları, ne yapmış olursa olsun savunan insanlar sakalına, cüppesine
aldırmadan hiçbir ezbere tamah etmemeye başladılar. En azından İslamcıların bir
kısmı için durum böyleydi. Bu bakış açısının verdiği özgürlüğe paha
biçilemezdi.
Zaruri Açıklama
Bu yazımızda bahsedilen olaylarla ilişkisi
olmayan ve bu olayları tasvip etmediği ve katılmadığı gibi karşısında duran
insanlara haksızlık ediliyor mu? sorusu hepimizin aklını kurcalıyor olmalı. Bu
nedenle başlangıçta yanlış anlaşılmalara yol açmamak için böyle bir açıklama
yapmayı zorunlu gördüm.
Bahsettiğimiz olayların geliştiği yıllarda –
özellikle 70’lerden sonra- Müslüman camia içinde hakikati seslendiren ve hiçbir
otoritenin boyunduruğu altına girmeyen İslami guruplar ve isimler mevcut.
Bununla birlikte birçok olayda taşeronluk rolü üstlenen isimler ve sınıflar da
mevcut. Solun kendi açmazları ve ilkesiz duruşlarını ortaya koyan birçok olay
bu yazının konusu olmadığı için ele alınmadı. Solcuların ilkesiz tutumlarından
bahsederken bütün solcuları hedef almadığımız gibi Müslümanların ilkesiz
tutumlarından bahsettiğimizde de bütün Müslümanları hedef alamayız. Üstelik
kimi olaylardan bahsederken MAZLUMDER, Refah Partisi gibi İslami camianın
önemli figürlerinin itirazlarına ve haksızlık karşısında duruşlarına da yer
verildi. Dolayısıyla çok geniş bir kapsama alanında sadece haksızlık yapanların
üzerlerine alınmaları gereken bir eleştiri söz konusu.
Tarihi ve saygın karakterleri eleştirirken
dönemin şartlarını göz ardı etmemek gerektiğini, toplumsal ve psikolojik ortamı
değerlendirmeden yapacağımız yorumların kişi ve topluluk haklarına saygısızlık
olacağını en başta belirtmiştik.
Bu yazıda kişi ve topluluklardan bağımsız bir
vakayı irdeliyoruz. Yazıda ismi geçen insanlar ve topluluklar yazının ana
konusu değil. Ahmetgil’ler yerine Mehmetgil’ler dediğimizde yazının içeriği
değişmiyor. Eleştiriler, kişilere veya kendini bir guruba nispet eden insanlara
yönelik değil. Değerlendirme yapılırken isimlerden bağımsız olgunun kendisinin
değerlendirilmesi ve eleştirilerin şahsileştirilmeden anlaşılması gerekiyor.
Üstelik bazı kişilerin veya toplulukların bazı konularda yanılıyor olmaları,
hata etmiş olmaları onların başka alanlarda yaptıkları hizmetleri, iyilikleri
inkâr etmemizi, yok saymamızı gerektirmiyor. Aynı şekilde bahsettiğimiz kişi ve
toplulukların iyi yanları da yaptıkları kötü ve yanlış uygulamaları görmezden
gelmemizi gerektirmiyor. Bu ikisinin birbiriyle karıştırılmaması önem arz ediyor.
Diktatörlüğün
Sonu: 1945
1945 yılında ABD’nin sert notasıyla Türkiye
yönünü Alman Nazizm’inden ayırarak Amerikan kapitalizmine çevirdi. İkinci dünya
savaşından birkaç ay önce gerçekleşen rota değişikliği Türkiye’nin bugününe
kadar sirayet eden yeni bir başlangıca işaret ediyordu. Amerikan zoruyla
diktatörlükten vazgeçilmiş gibi gösterilirken hileli 1945 seçimleriyle bir beş
yıl daha diktatörlük sürdürüldü.
1924’ten 1950’ye kadar süren baskı
rejiminin ardından Türkiye’deki dini organizasyonlar biraz nefes almaya
başladı. O güne kadar kendilerine diz çöktüren, merdiven altı organizasyonlara
çeviren Cumhuriyet Halk Fırkasına (CHF) karşı Menderes’i destekleyerek 1950
seçimlerinde büyük bir ders verdiler. Bu dersler 1955 seçimleri ve devamında da
bugüne kadar sürdü.
1950 yılına kadar acımasız tek parti
diktatörlüğüne karşı ontolojik bir direniş geliştiren İslami yapılar saygı
duyulmayı hak etse bile, bu yıldan sonra dini alan üzerinde Amerikan hâkimiyeti
baskın bir hal aldı. Düşmanımın düşmanı dostumdur mantığından yola çıkan
Müslüman organizasyonlar bir süre sonra tamamen Amerikancı bir akla büründüler.
Ceberrut devlete ve tek parti
diktatörlüğüne direnen Müslümanlar 1950 seçimlerinin ardından sorunlarının
rejimle değil, rejimin başındaki isimlerle olduğu yanılgısına düşerek teslim
oldular. Amerikan Tipi Müslümanlığın bünyeye ilk sirayet edişi böylece başladı.
Zira Amerikan Tipi Müslümanlık, ‘Dikeyde Müslüman, Yatayda Amerikan Vatandaşı’ tezine
dayanıyordu. Dinle devlet arasında bir problem yaşandığında devleti tercih
eden; ‘devletle çatışmadığı sürece dininde özgür olan’ bir akıldı bu.
Bu tek taraflı barış Müslümanlar
rejime bağlılıklarını bildirdiği sürece, rejimin politik çıkarlarına entegre
oldukları sürece devam etti. 1960, 1980, 1997 ve 2016 darbelerinde
tokatlansalar da sırtlarını pışpışlayan bir el onları hep oyunun içinde tuttu.
1952 yılında Türkiye NATO’ya dâhil edilirken
en büyük destek devlet organizasyonlarının yanında Müslüman camiadan geldi.
Müslüman camianın kanaat önderleri, tarikat, cemaat ve cemiyet liderleri Allah’sız
Komünist yayılmacılığına karşı ehli kitap Amerika’nın yanında durmanın İslami
bir şuur olduğunu düşünüyorlardı. Hatta Nur Cemaatinin kurucusu Said-i Nursi
Türkiye’nin NATO üyeliğini tebrik etmek için dönemin Başbakanı Menderes’e
tebrik telgrafı gönderecek kadar heyecanlanmıştı. Diğer cemaat ve yapılar da en az onun
kadar heyecanlanmıştı. NATO üyeliğinin ceberrut devlete karşı kendilerini
koruyacağını, ABD’nin kolları arasında olmanın, 2. Dünya savaşı sonrasında oluşturulan
özgürlük numaralarının üzerlerindeki baskıyı sonsuza dek kaldıracağını
düşünüyorlardı.
1950 yılından itibaren başta İstanbul, Ankara,
İzmir, Konya, Erzurum gibi iller olmak üzere Amerikan talimatıyla Komünizmle
Mücadele Dernekleri (KMD) kurulmaya başladı. Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) ve
Demokrat Parti (DP) yanında KMD’nin kuruluşunda İslami camianın önde gelen
isimleri aktif rol oynadılar. Bir yıl içinde KMD’nin sayısı 800’ü buldu.
Menderes hükümetinin bakanları, vekilleri, valileri, eski CHF vekilleri,
bürokratları KMD kurmak için birbirleriyle yarışıyordu.
Ama hepsi bu kadar değildi. CHF ve DP ile
birlikte Müslüman camianın önde gelen isimleri de KMD’nin kurucuları arasında yer
almak için yarışıyordu. Bekir BERK (Said-i NURSİ ve Nurculuk davasının ünlü
avukatı), Fetullah GÜLEN, rahmetli Recai KUTAN, rahmetli Turgut ÖZAL, Cemal
GÜRSEL, İlhan DARENDELİOĞLU, Celal BAYAR, Süleyman DEMİREL, Adnan MENDERES,
Fethi TEVETOĞLU bu isimlerden bazılarıydı. KMD’nin kurucuları arasında yer alan
bu isimlerin bir kısmı bir süre sonra İlim Yayma Cemiyetinin de kurucuları
arasında yer alacaktı.
Lolipop!
Müslümanların çoğunluğu çocuk gibiydi! Ve
kandırılmaları bir lolipop şekeriyle sağlanabiliyordu. Amerika devam eden
yıllarda Müslümanların eline defalarca lolipop şekerleri tutuşturdu. Müslüman
camia kanaat önderlerinin devreye girmesiyle bir anda KMD’nin din savunmasına
karşılık geldiğine ikna edildi. Birileri bu tezi doğrulamak için sloganlar
üretti. Artık sokakta, camide, okulda, kahvehanede ‘Allah’sız Sovyetlere karşı
Ehli Kitap Amerika’nın yanındayız’ sloganları ortalığı inletiyordu.
KMD’nde kurucu veya üye olarak yer alan
isimler 2000’li yıllara kadar önemli mevkilere yerleştirildiler. Gerek seçimle,
gerekse atama yoluyla korunup kollandılar! Müslüman politikacılar da bu
furyadan payını aldı. Müslüman politikacılar, zaman zaman aşağılansalar,
tokatlansalar da 28 Şubat’a kadar korundular ve yedekte tutuldular. Zaman zaman
gönülleri alındı ve motive edildiler.
1950 Yılında önemli bir gelişme daha oldu.
Türkiye, Marshall yardımından faydalanmak ve NATO’ya üyelik karşılığında
Kore’ye askerlerini gönderdi. Amerikan askerleri ölmesin diye yapılan bu hamle
de Müslüman camiadan tam destek gördü.
Ömer Fevzi MARDİN Kore
Savaşına Katılmamızda Dini ve Siyasi Zaruret-Kore’de Şehitliğin Mukaddes Manası
ismiyle bir kitap yayınladı. Daha Kore’ye asker gönderme kararının mürekkebi
kurumadan yazılan bu kitap ve resmî ideolojinin memuru sıfatıyla Diyanet İşleri
Başkanlığının vaaz ve telkinleri kitleyi ikna etmeye yetmişti.
Dönemin bugün de takipçileri tarafından çok
sevilen ve saygı duyulan kanaat önderleri Kore’de ölen hiçbir askerin şehit
olmayacağını biliyorlardı. Ancak; onlar, kaz gelecek yerden tavuk
esirgenmeyeceğini de biliyorlardı.
1955 yılında ise organize bir terör eylemi
gerçekleştirildi. 6-7 Eylül tarihlerinde İstanbul’da yaşayan Rumları hedef alan
bir saldırıydı bu. ‘Yunanistan’da Mustafa Kemal’in evini yaktılar’ yaygarası
ile başlatılan bu saldırı sadece Rumlarla sınırlı kalmadı. Ermeniler ve diğer
gayrimüslim vatandaşlarımız da hedef alındı. İşyerleri yağmalandı, dükkânlar
talan edildi, kasalar boşaltıldı. Gayrimüslimlerin mal varlıklarına başıboş sokak
çeteleri ve devlet tarafından el konuldu. Ülkede 6-7 Eylül zenginleri oluştu.
Müslümanlar yine sessizliğe büründü.
Hırsızlığın, talan ve yağmanın dinde yerinin olmadığını söyleyemediler.
Devletten korktukları için mi sessiz kaldılar yoksa yine bir kaz beklemeye mi
başladılar bilinmez. Ama bilinen şu ki İstanbul’da yaşanan bu vahşeti
içlerinden bile kınama ihtiyacı hissetmediler. Müslümanlar devletin isterse
döveceğine, isterse seveceğine inanıyorlardı. Yüzlerce yıllık geçmişin birikimi
kulaklarına bunları fısıldıyordu. Sessiz kalırlarsa, itaat ederlerse, uslu
olurlarsa, devletlerinin yanında dururlarsa yeni lolipop şekerleri alacaklarını
hayal ediyorlardı. Kimdi bu saldırgan ve yağmacı insanlar? Üniformalı ve
üniformasız devlet görevlileri dışında Komünizmle Mücadele Dernekleri(KMD),
Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), ulusalcılar,
seküler ırkçılar, başıboş yağmacılar, hırsızlar, ayyaşlar…
1967 Yılına gelindiğinde Türkiye yaklaşık 2
yıl sürecek olan Amerikan 6. Filo protestoları ile çalkalandı. 16 Şubat 1969
tarihi kayıtlara Kanlı Pazar olarak geçti. Eylemler sırasında Amerikan
askerlerinin kepleri başlarından alınıyor, askerlerin üzerlerine kırmızı boya
dökülüyor, üniformaları jiletle kesiliyor, kuytu bir köşede kıstırılan Yankee’ler
dövülüyor ve son olarak da şartlar müsaitse Amerikan askerleri yaka paça denize
atılıyordu.
Bu eylemlerin nedeni neydi? Amerika Birleşik Devletlerinin
(ABD) Kıbrıs politikasına yönelik tepkiler, Vietnam’ın işgali, ABD’nin
Ortadoğu’da İsrail yanlısı ahlaksız tavrı,
İstanbul’daki genelevlerin Amerikan askerleri gelecek denilerek tadilata
alınması 1960’lı yılların komünist gençlerini harekete geçirmişti.
Komünist gençler protesto gösterisi
düzenlerken karşılarında iki güç vardı. Devletin kolluk güçleri ve onlarla
birlikte hareket eden Müslüman camianın unsurları: Komünizmle Mücadele
Dernekleri(KMD), Milli Türk Talebe Birliği(MTTB), Milli Mücadeleciler. Sokaklar,
Amerikan askerlerini müdafaa eden, Allah’sız Komünistlere karşı Ehli Kitap
Amerika’nın yanında duran Müslümanların sloganları ile inliyordu!
16 Şubat 1969’da komünist gençler önceden izin
alarak Taksim’de protestolara başladılar. Aynı anlarda MTTB, KMD, Milli
Mücadeleciler ve sivil görünümlü görevliler Taksim’e doğru yürüyüşe geçtiler. ‘Komünistlere
ölüm’ sloganları eşliğinde iki gurup Taksim’de karşı karşıya geldi. Taşlı,
sopalı, bıçaklı kavgada iki komünist genç bıçaklanarak öldürüldü. Bir gün sonra
gazetelerde yayınlanan fotoğraflarda öldürülen Ali Turgut Aytaç bıçaklanırken
birkaç adım ötesinde bir polis memurunun olanları seyrettiği görülüyordu.
Müslümanlar, her ne kadar Allah’sız
Sovyetler’e karşı dini şuurun bir gereği olarak orada olduklarını iddia etseler
de gerçekte yine, bir kere daha Amerika için çarpışıyorlardı!
Peki, Kimdi
Bu Amerikan Tipi Müslümanlar?
Müslüman dediğimizde bir genelleme yaptığımız
açık! Mü’min, Müslüman, İslamcı gibi birbirine benzeyen ama birbirinden farklı
tanımlamaların insanların politik görüşlerine, hayat felsefelerine göre tercih
edildiği ve kullanıldığı doğru. Ancak, burada Mü’min ve İslamcı gibi bilinçli
seçilmiş tercihler yerine daha geniş bir kabul olarak Müslüman tanımını
kullanıyoruz. Bu kapsayıcı tanım amel çizgisinden bağımsız düşünce olarak
Allah’a inanan, inancın gereklerini yerine getirmese de ve zaman zaman
inancının gereklerini yerine getirenlerle çatışsa da anne-babadan ve
çevresel/coğrafi faktörlerden etkilenerek tercih edilmiş bir Müslümanlık
tanımını kapsıyor. Bugün yerleşmiş haliyle ‘Sağcı’ diyebileceğimiz,
‘Muhafazakâr’ diyebileceğimiz geniş bir çevre bu tanımlamada yer alıyor. Bu
haliyle Ak Partili, MHP’li, BBP’li, İYİ Partili, Allah’ı inkâr etmeyen sol ve
CHP’li, bazen ‘Ben de Müslümanım’ deme ihtiyacı hisseden seküler vatandaşları,
Tarikat ve cemaatlerle ilişkili en geniş anlamda ortalama çevreyi ve
nihayetinde kendini İslamcı olarak tanımlayan sayıca az da olsa etkili bir
zümreyi kapsıyor.
Bir Amerikan
Tipi Müslümanlık Projesi: MEZHEPÇİLİK!
Amerika, 2. Dünya Savaşının hemen sonrasında
Sovyetler Birliği ile girdiği güç mücadelesinde mevzi kazanmak için hamleler yaptı.
Amerika, Sovyetler Birliğini kuşatma altında tutarak hareket kabiliyetini
kısıtlamak, açık denizlere inmesini engellemek ve Sovyet etkisine
girebileceğini düşündüğü ülkeleri Marshall yardımı gibi yöntemlerle satın almak
istiyordu.
Amerika’nın o tarihlerde Doğu’daki uç karakolu
Şah Rıza Pehlevi’nin İran’ıydı. Rıza Pehlevi bu iş için biçilmiş kaftandı.
Fransa’nın ‘Doğu’nun Paris’i Beyrut’ konseptine uygun olarak ABD kendi Paris’ini
Tahran’da kurmuştu.
Batılı hayat tarzı, zevk, sefa, eğlence…
Amerika’da ne varsa Tahran’da da o vardı. Seçkin bir azınlık gülüp eğlenirken
büyük bir kalabalık arka sokaklarda açlık ve sefaletle boğuşuyordu. Petrol ve
Tarım politikaları ABD’nin çıkarlarına göre belirleniyor, halk giderek
yoksunlaşırken seçkin sınıfın ayrıcalıkları genişletiliyordu.
Kısa süre sonra Liberaller, Solcular,
Demokratlar ve Müslüman halk Şah’ın karşısında birleştiler. Ardından da bu
birliktelik önünde durulamaz bir güce dönüştü. Şah’a karşı sert eleştiriler
dile getiren İmam Humeyni verdiği rahatsızlığın ardından sürgün edildi. Önce
Türkiye ardından da Irak’ta ikamete zorlandı. Saddam Hüseyin hem İran’la
husumeti hem de ülkesindeki Şii nüfusu etkileyebileceği düşüncesiyle Humeyni’yi
sınır dışı etti. Humeyni’ye bu kez Fransa kapılarını açtı.
Fransa Ortadoğu’daki rolünü zayıflatan ve bölgede
kendisine karşı bir hegemonya kurmaya çalışan ABD’ye ‘Ben de oyunda varım’
demek için yapmıştı bu hamleyi. Humeyni’nin Fransa günleri böylece başlamış
oldu.
Humeyni’nin sürgün hayatı boyunca İran’da
muhalefet daha da çeşitlendi ve güçlendi. Humeyni sürgünde bir yılını bile
doldurmadan İran halkı Şah’ı devirerek devlet başkanı olarak onu ülkesine davet
etti.
ABD’nin beklemediği ve hazırlıksız yakalandığı
İran İslam Devrimi can sıkıcı bir hal almıştı. İran’ı boşaltmak zorunda kalan
ABD, İran’ı yalnızlaştırmak için mezhep kartını öne sürdü. Sünni devletlerle
anlaşmazlıkları kızıştırarak bir Şii-Sünni çatışmasına yatırım yaptı. Bunu
yaparken de satın aldığı Türkiye, Mısır, Irak, Suriye, Suudi Arabistan gibi
ülkeleri saldırgan bir pozisyonda İran’ın karşısına koydu. İlk hamle Irak’tan
geldi ve Saddam Hüseyin Amerika’nın isteği ile hiç kimsenin anlam veremediği
bir şekilde İran’a saldırarak savaş ilan etti.
İran İslam Devriminin üzerinden daha bir buçuk
yıl bile geçmeden bugün adını kolaylıkla Şii-Sünni savaşı olarak
koyabileceğimiz İran-Irak savaşı böylece başlamış oldu. Savaş, İran’la Irak
arasındaydı ancak; aslında Amerika’nın yanında olanlarla, Amerika’nın
karşısında olanlar arasında cereyan ediyordu. Suudi Arabistan, BAE, Ürdün,
Kuveyt, Mısır Irak’ın yanında yer alarak savaşı milyarlarca dolar finanse
ettiler. Sudan, Irak saflarında savaşması için sembolik bir birliğini Saddam
Hüseyin’in komutasına verdi. Türkiye ise, Amerika’nın kontrolünde bir başka
ülke olarak Irak’ın bütün lojistik ihtiyacını karşıladı.
Amerika’nın Yeşil Kuşak projesinin uç kalesi
Şah’ın İran’ıydı. ABD Sovyetler Birliğini İran üzerinden dinliyor ve izliyordu.
İran’ın Basra Körfezine hâkim olması da ABD’yi endişelendiriyordu. İslam
Devrimi ile birlikte İran’ın geri alınamayacağını gördüğünde kendisine yeni bir
uç kalesi inşa etmeye karar verdi. Bugüne kadar ara sıra nazlansa da sözünden
hiç çıkmayan Türkiye bu iş için en uygun ülkeydi.
Savaş taraflardan biri kazanamadan büyük bir
yıkımla sonuçlandı. 1 Milyon insan öldü. 2 Milyon insan sakatlandı. 200 Milyar
dolardan fazla maddi hasar gerçekleşti. Amerikan Tipi Müslümanlığın (Yeşil
Kuşak) yeni sınır karakolu bundan sonra Türkiye’ydi.
Bu tarihten itibaren Türkiye’de onlarca üs ve
radar kuruldu. Yabancı askerlerin Türkiye’de konuşlanmasına izin verildi. Çok
sayıda Amerikan üssünün yanında çok sayıda NATO üssü de aynı amaç doğrultusunda
sınırlarımız içinde konuşlandırıldı.
Şii – Sünni çatışmasının temelleri atıldıktan
sonra ABD bu stratejisini genişleterek sürdürdü. Türkiye, Irak, Suriye, Mısır
ve Suudi Arabistan gibi coğrafi olarak büyük ülkelerde Sünnicilik
kışkırtılırken, farklı kaynaklar üzerinden de İran ve bugün Şii Hilali
dediğimiz etki alanı/Şiicilik kışkırtıldı. 2000’li yıllara geldiğimizde
doğrudan fiili bir çatışmaya dönüşmese de sokaktaki insanlar nezdinde
Şiicilik-Sünnicilik en baskın ayrıştırıcı kimliklerden birine dönüşmüştü.
Bütün Sünni bloğunda olduğu gibi Türkiye de, Amerikan
Tipi Müslümanlığın bir neticesi olarak Sünni blokta yer almakta bir sakınca
görmedi!
1991 ve 2003
Irak Tezkereleri
Birileri kaderin, siyaseten benzer yörüngeler
izleyen iki lideri, Özal ve Erdoğan’ı aynı yerden test edeceğini söyleseydi
muhtemelen kimse inanmazdı. Ama oldu. Özal 1. Körfez Savaşında ülke dışına
(Irak’a) asker gönderebilmek için Meclise bir tezkere sundu. Ona göre bugün
masada olmazsak yarın ağır bedeller ödeyebilirdik. PKK’ya karşı sınır
güvenliğimiz fiilen Irak’ın işgal edilmesine katılmamıza bağlıydı. Üstelik bir
koyup beş kazanacaktık. Hangi tüccar bire beş kazanılacak bir ticarete hayır
diyebilirdi ki? Irak yıkılacak paramparça edilecek ve ardından da yeniden inşa
edilecekti. Tezkereye evet dersek Türk müteahhitler çok para kazanacak, sınır
komşusu olmamız sebebiyle Irak’la ticaretimiz bire bin artacaktı. Ardahan’dan
Edirne’ye Gayri safi milli hasılamız çoğalacak, ölen çocuklar ve kadınlar
karşılığında, tecavüz edilen çocuklar ve kadınlar karşılığında
zenginleşecektik. Öyle buyurmuştu Amerika! Ve Amerikan Tipi Müslümanlık bunda bir kötülük görmüyordu.
Özal’ın tezkeresinde düşman askerlerinin
Türkiye’de konuşlandırılması yoktu ama Tıpkı Kore’de olduğu gibi Amerikan
askerleri ölmesin diye Türk Ordusu Irak’ın içlerine ilerleyecek ve çatışmalara
girecekti.
Tezkere tam olarak Özal’ın planladığı gibi
kabul edilmedi. Türk askerinin Irak’ta konuşlandırılması kabul edilmese de
Türkiye ABD’nin ağır lojistik giderlerini hafifletmek için başta İncirlik üssü
olmak üzere havaalanlarının ve askeri üslerinin kullanılmasına müsaade etti.
Özal’ın dostu BUSH’a karşı mahcubiyet içerisinde yaptığı bu jest de işe
yaramadı. Savaş sonrasında Türkiye’nin Yumurtalık Petrol Boru Hattı’ndan zararı
100 milyar dolar seviyesinde iken Amerika ve müttefikleri Türkiye’ye 3 Milyar
dolarlık bir yardımı ancak kabul ettiler. 3 milyar dolarlık yardımın
ödenmesinde de pürüzler yaşandı. Bu para cep harçlığı şeklinde iyice ağlatılıp,
inletildikten sonra ödendi. Üstelik Saddam’dan kaçan 1,5 milyonluk Kürt nüfus
sınırlarımızdan geçerek kamplara yerleştirilmişti. Bu para mültecilerin bir
aylık bakım masraflarına bile karşılık gelmiyordu.
Özal, Musul ve Kerkük’ü geri alacağız diyerek tebaasını
kandırmaya çalışmıştı, başarılı da oldu. Musul ve Kerkük’ün geri alınması,
öldürülecek çocuklar, tecavüz edilecek kadınlardan daha kıymetli bir şeydi! Özal
hayatının sonuna kadar tezkerenin arkasında durdu. Sınır güvenliğimizi
tezkereye karşı çıkanlar tehdit etmişti. İnşaat sektörü 100 milyarlarca dolar gelecek
kârdan mahrum edilmişti. Diğer lojistik alanlarındaki kayıplarla Türkiye’nin
zararı uzun vadede ülkenin bütçesi kadar büyük rakamlara ulaşıyordu. Müslüman camianın
kahir ekseriyeti de Özal’la aynı fikirdeydi. Musul ve Kerkük’ün geri alınması
için ödenmesi gereken bedel ne ise ödenmeliydi. Müslümanların rüyayla imtihanı
devam ediyordu. Hatta Müslümanlar rüyada yaşamaya devam ediyorlardı.
Tartışmalı 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra
Amerika, Afganistan ve Irak’ı işgal etmeye karar verdi. 11 Eylül saldırılarından
bağımsız ABD, Afganistan üzerinden Rusya’yı kontrol edebileceğini, Irak
üzerinden de İsrail’in elini güçlendireceği gibi Suriye’deki Rus üslerine karşı
kontrolü sağlayabileceğini düşünüyordu. Kimi romantiklerin aksine bu işgaller
11 Eylül saldırılarına karşılık olarak yapılmadı. 11 Eylül saldırılarından
istifade edilerek bir fırsat değerlendirildi.
ABD, işini bitirdikten sonra Afganistan
işgalini 2021 yılında sonlandırdı. Irak işgali ise savaş 7 ay sürmesine rağmen
hala devam ediyor! Uzun süren bir bombardımanın ve katliamın ardından sıra
Irak’ın fiilen ve karadan işgaline gelmişti. ABD’nin Ortadoğu’daki en güvenilir
müttefiki İsrail’den sonra Türkiye’ydi. ABD’nin bölgede en çok üssü ve birliği
Türkiye’de bulunuyordu. ABD, Irak savaşında en büyük ortağının Türkiye
olacağını düşünüyordu.
Hükümet de aynı düşüncede olmalı ki ‘Türk
Silahlı Kuvvetlerinin Yabancı Ülkelere Gönderilmesi ve Yabancı Silahlı
Kuvvetlerin Türkiye’de Bulunması İçin Hükümete Yetki Verilmesi’ne dair
Başbakanlık tezkeresi Meclis Başkanlığına sunuldu. Üstelik 1991 tezkeresinin
utancı bu tezkere kabul edilirse örtülebilir, ABD ile yepyeni sevdalara yelken
açılabilirdi!
Abdullah Gül Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan Ak
Parti Genel Başkanıydı. 1991 yılında olduğu gibi Türkiye’nin sınır güvenliğinin
bu tezkereye bağlı olduğu, yıkılacak Irak’ın imarından çok büyük paralar
kazanılacağı, ekonominin canlanacağı, Türkiye’nin bölgede masada olacağı
konuşuluyordu. 1991 tezkeresinden tek farkı Musul ve Kerkük’ü geri alacağız
denilmiyordu. Çünkü oralar artık ABD’nin ganimetiydi!
Oysa tezkere geçmiş olsaydı Türk askeri, ABD
askerleri ölmesin diye savaşacak, Marshall yardımlarında olduğu gibi kullanım
ömrü geçmiş süt tozları dağıtılarak, birkaç ihalede taşeronluk verilecek ama
asla oyuna dâhil edilmeyerek kullanılacaktı. İşlenecek insan hakları ihlalleri,
tecavüz ve cinayetler birkaç ekonomik göstergenin arkasına gizlenecekti.
Neyse ki iktidar partisinden de birkaç fire
olunca sayısal çoğunluk sağlansa da yeter sayı sağlanmadığından tezkere
Meclis’ten geçmedi. Tezkereye karşı çıkan isimler genellikle sol ve ulusalcı
kesimlerden oluşuyordu. 1991 tezkeresinde Erbakan’lı Refah Partisi iktidara
karşı sert bir tavır takınmıştı. 2003 tezkeresinde ise karşı cephede İslami
camiadan başta MAZLUMDER olmak üzere az sayıda bileşen ile Saadet Partisi ve Ak
Parti içinden küçük bir gurup milletvekili vardı. Ancak; Müslüman kesimin büyük
çoğunluğu tezkerenin ve işgal planının arkasında durdu. Başbakan Abdullah Gül
yıllar sonra tezkere hakkında konuşurken ‘ “Batıcı bilinen birçok arkadaş tezkereye karşı çıktı ancak
kendisini ‘geleneksel’ ve ‘yerli’ sayan birçok arkadaş ise tezkerenin geçmesi
için daha çok çaba sarf etti” diyecekti.
Tezkere sonrasında Türkiye’den Amerikan savaş uçakları
havalanarak Irak’ı bombalamadı –resmi kayıtlara göre!- ancak; İncirlik üssü
Amerika’nın bütün lojistik ihtiyacını karşıladı. Türkiye bu haliyle bile
milyonlarca insanın öldürülmesine, milyonlarcasının sakat bırakılmasına, on
binlerce kadın ve çocuğa tecavüz edilmesine ortak oldu. Müslüman çoğunluğa göre
PKK ile mücadele edebilmek, Irak pastasından pay alabilmek ve masaya
oturabilmek için ödenebilecek bedellerdi bunlar! Çok büyük bir kalabalık
milyonlarca insanın öldürülmesinden çok pastadan alınacak paya odaklanmıştı.
Türkiye test edildiği bir meselede daha kitleler halinde Amerikan Tipi
Müslümanlığın kurbanı olmuştu.
12 Mart 1971
Muhtırası
Doğan Avcıoğlu
ve çevresi 1970’li yıllarda askeri bir müdahale ile sosyalist bir devrim
gerçekleştireceklerine inanıyorlardı. Doğan Avcıoğlu yönetiminde Yön ve Devrim
dergileri Milli Demokratik Devrim iddiasıyla düşünce üretiyor ve bu düşünce
özellikle ordu içinde ilgi görüyordu. Militarizm karşıtı olduğunu iddia eden
sosyalist kesim devrim gerçekleştirmek için militarizmle iş birliği yapıyor ve
bunda bir problem görmüyordu!
Türkiye ilginç
bir dönemden geçiyordu. 16 Şubat 1969’da tarihe Kanlı Pazar olarak geçen
eylemler gerçekleşmiş, Amerikan 6. Filo protestoları kanlı şekilde ‘elbirliği
ile’ sonlandırılmıştı!
Ordu, 1966’da
Cemal Gürsel’in hastalığını bahane ederek onu görevden aldırmış devamında da
Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ı Cumhurbaşkanlığına seçtirmişti. Süleyman
Demirel Hükümeti Meclise bir önerge sunarak DP’li yasaklı isimlerin haklarının
iadesini istedi. Ordu bu önergeden rahatsızlığını açıkça dile getirmiş,
tehditkâr bir üslupla önergenin geri çekilmesini emretmişti!
Adalet Partisi
(AP) ve CHP iş kanununda değişiklik yaparak Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonu’nun (DİSK) güçlenmemesi için TÜRK-İŞ’i destekleyen,
sendikalardan istifayı güçleştiren ve sendika değişikliğini kısıtlayan bir
yasayı Meclis gündemine soktu. Doğrudan DİSK’i hedef alan bu yasa değişikliği
yürürlüğe girer girmez DİSK’e bağlı sendikalar ülke genelinde eylemlere
başladılar.
Olaylar
beklenilmediği kadar büyüyünce Bakanlar Kurulu 60 günlük sıkıyönetim ilan etti.
DİSK’e bağlı sendika yöneticileri tutuklandı. Eylemlerde iki işçi, bir esnaf ve
bir polis hayatını kaybetti. DİSK’e destek
vermek isteyen solcu öğrenciler eylemleri üniversitelere taşıdılar.
Üniversitelerde karşıt görüşlü öğrencilerle eylemci öğrenciler arasında
çatışmalar yaşandı. Polis bu çatışmalar sırasında sağcı öğrencilerle aynı
saflarda yer alıyordu. Deniz Gezmiş ve arkadaşları 4 ABD askerini kaçırdı.
Baskılar sonucu bir süre sonra serbest bıraksalar da olan olmuştu. ABD, bu
‘hata’yı affetmeyecekti!
Aynı günlerde
ODTÜ’de yaşanan çatışmalarda bir komando erin göstericiler tarafından
öldürülmesi ile olaylar başka bir boyuta evrildi. Ordu bu ölüme çok sert bir
bildiri ile karşılık verdi.
İngiliz
istihbaratı Ankara’ya, 1970 Mayıs’ında Ordu içinde silahlı sosyalist bir
kalkışma bilgisi rapor etmişti. Amerikan istihbaratı ise 1971 başında aynı
bilgiyi rapor etti. Amerikan raporunda kalkışmanın Korgeneral Cemal Madanoğlu
liderliğinde 9 Mart’ta gerçekleştirileceği belirtiliyordu. Doğan Avcıoğlu,
Hasan Cemal gibi isimler ve Yön ve Devrim dergisi çevreleri bu darbenin hazırlayıcıları
arasındaydı.
Hasan Cemal
yıllar sonra Cumhuriyeti Çok Sevdim adlı kitabında maksatlarının
‘Ulusalcı subayları ikna ederek, onlarla bir Milli Demokratik Devrim
gerçekleştirmek olduğunu itiraf edecekti. Hasan Cemal, Doğan Avcıoğlu’nun
çıkardığı Devrim dergisinin genel yayın yönetmeniydi.
O yıllarda
Millî İstihbarat Teşkilatı Amerikan kontrolündeydi. Hatta o günlerde söylentilere
göre MİT
personellerinin maaşları bile ABD tarafından ödeniyordu. MİT tarafından
sosyalist devrimcilerin içine yerleştirilen Mahir Kaynak ordu içerisindeki darbe
hazırlıklarını Genelkurmay Başkanlığına rapor etti. Mahir Kaynak açığa düşse de
darbe engellenmişti. Bu darbe girişimine karşılık olarak 12 Mart 1971’de
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının imzasıyla TRT radyosundan okunan
muhtıra ile hükümet düşürüldü. Ordu’nun Nihat Erim’i başbakanlığa seçin
talimatı üzerine Meclis talimatı yerine getirdi ve Nihat Erim, Türkiye
Cumhuriyeti’nin ilk darbeci Başbakanı olarak atandı.
Amerika 6.
Filo protestocularını bu şekilde cezalandırmış, askerlerini denize atan
sosyalistlere haddini bildirmişti. Türkiye Amerika kontrolünde bir darbe daha
yaşamıştı.
Sosyalistlerin
darbe hazırlığına sağcıların darbesiyle karşılık veren ABD, kendince
çıkarlarını korumuş olabilirdi. Ancak; sağ cenahta, Müslüman kanatta her türlü
darbeye karşı olduğunu söyleyecek çoğunluk bir irade ortaya çıkmamıştı. Daha da
kötüsü Müslüman çoğunluk ‘Biz yapmasak onlar darbe yapacaktı’ diyerek Amerikan
Tipi Müslümanlık tavırlarını savunmayı sürdürdüler.
Vekâletler Savaşı: Suriye
‘Suriye İç Savaşı’, izahını tam
olarak yapamadığımız, derdimizi tam olarak anlatamadığımız bir tanımlama.
Suriye’de yaşananları anlamak için savaştan bir yıl önceye gitmek ve Arap Bahar’ına
odaklanmak gerekiyor.
Tunus, Yemen, Libya, Mısır, Cezayir
ekseninde peş pese başlayan ve devam eden halk isyanları sonu hüsranla biten
acı sonuçlar doğurdu. Tunus’ta seyyar satıcılık yapan Muhammed Buazizi’nin
polis ve zabıtaların baskısından bunalarak kendini yakmasıyla başlayan eylemler
kısa sürede bütün bölgeye yayılmış; Libya, Tunus ve Mısır’da başarılı olmuş
zannedilse de bölge insanı için büyük bir felaketle neticelenmiştir.
Arap Baharı olarak adlandırılan ve
hızla yayılan gösteriler, göstericiler nezdinde haklı nedenlere dayanıyordu.
Adı sayılan ülkelerin tamamında diktatörlük rejimleri onlarca yıldır
yönetimdeydi. Kötü muamele ve işkence günlük sıradan işlemlerdendi. Küçük bir
azınlık konforunu muhafaza ederken büyük kitleler açlık ve sefaletle
boğuşuyordu. Ancak bu ülkelerde sistematik bir muhalefet anlayışı ve bu
anlayışı besleyebilecek organize bir direniş kültürü mevcut değildi. İlk
günlerin heyecanıyla ilerleme kaydeden sokaklar günler geçtikçe organizasyon
zaaflarına yenik düştüler. Ülke rejimleri kısa sürede olayları bastırmayı ve
göstericilere bedelini en ağır biçimde ödetmeyi başardı.
Eylemlerin başladığı ilk günlerde
Batı’dan büyük övgü ve destek alan eylemciler zafer sarhoşluğu yaşarken,
Batı’nın desteğinin sonuna kadar arkalarında olacağına inanıyorlardı. İşler ters gitmeye başlayınca Batı, tavsiyeden
öte bir katkı sağlayamayacağını belirterek göstericileri ülke rejimlerinin
insafına terk etti.
Aynı sıralarda Occupy Wall Street (Wall Street’i işgal et) eylemleri başladı.
Bu eylemleri organize edenler eş zamanlı olarak sosyal medyada Arap Baharını
organize etmeye başladılar. OccupyMısır, OccupyLibya, OccupyTunus etiketleri ve
web sayfaları üzerinden nasıl eylemler yapılacağı, hangi sloganların
kullanılacağı, nelerin talep edileceği bu işlere yeni başlayan Arap çocuklarına
öğretiliyordu. Occupy Wall Street sakince tamamlandı, Arap gençleri ise çok
ağır bedeller ödediler ve halen ödemeye devam ediyorlar.
Suriye’de
yaşananları bir iç savaş olmaktan çıkarmaya, kendi doğasında gelişen bir
direniş olmaktan çıkarmaya uluslar üstü ‘OCCUPY’ organizasyonunun katılımı
yeterli aslında. Ancak; meselelere daha duygusal yaklaşan, tarihsel okuma
yapamayan Müslüman kesimler Arap coğrafyasında gelişen isyan hareketlerini eleştirel
bir akla başvurmadan koşulsuz desteklediler. Elbette bu direniş haklı
sebeplerle desteklenmeyi hak etti. Ancak; bu eylemlerin sonuçlarını öngörebilen
az sayıda insan temkinli yaklaşılmasını, herhangi bir örgütlü muhalefet
deneyimi olmayan çoğu genç insanın geri dönülemez sonuçlar ortaya çıkmadan daha
makul bir çerçevede tutulmasını dile getirdi. Elbette bunun bedelini hain
olmakla, Müslüman olmamakla, birilerinin adamı ve ajanı olmak ithamıyla ödediler.
Suriye’de
yaşananlar da bu gelişmelerden bağımsız değildi. Suriye’yi farklı kılan Rusya,
İran ve Çin’in öncekilerden farklı olarak erken reaksiyon göstermesiydi. Esad
rejimi hem hafız Esad hem de Beşar Esad yönetiminde özellikle Sünni halka
zulmetmeye devam ediyordu. Hem etnik ayrımcılık, hem mezhepsel ayrımcılık çok
derin bir yara olarak yıllardır sürmekteydi.
Rusya,
Akdeniz’e açılan kapısı Suriye’nin işgal edilmesine müsaade etmeyecekti. İran,
kendisini dünyaya bağlayan tek müttefikini yalnızlığa terk etmeyecekti. Küresel
bir güç olarak Çin de ABD hegemonyasının bölgeyi kuşatmasından rahatsızdı.
Savaş 2011 yılında bir halk isyanı olarak patlak verdi. OccupySuriye hemen
devreye girdi. ABD ve Türkiye, muhalifleri silahlandırarak eğitmeye başladı.
Organizasyonsuz bir kalabalık, kim oldukları bilinmeyen birçok gurup eğitildi,
silahlandırıldı ve cepheye sürüldü. Bu muhaliflerden bir kısmı daha sonra
ellerindeki Amerikan silahları ve üniformaları ile İŞİD saflarına katıldılar!
Rusya, Suriye
rejimine isyanın ilk günlerinden itibaren destek verdi. Ancak fiili bir çatışmadan
uzak durdu. NATO’nun sınırları etrafından kendisini kuşattığını gördüğünde önce
Kırım’ı ilhak ederek bir mesaj verdi. Bu mesajı anlamamazlıktan gelen Batı
bloğu el artırarak gerilimi daha da yükseltti ve Suriye’de yer alan Rusya’nın
en büyük deniz üssünü tehdit etti. Bunun üzerine Rusya, Suriye’de fiilen
çatışmaların ortağı oldu ve devamında Romanya, Finlandiya ve İsveç gibi
ülkelerin NATO’ya katılması ve hatta Gürcistan’ın NATO’ya üyeliğinin
konuşulmaya başlanması ile birlikte Ukrayna’ya savaş ilan etti. Dolayısıyla
Rusya-Ukrayna savaşını da Suriye savaşının devamı bir vekâletler savaşı olarak
değerlendirmek gerekir.
Suriye ve
İran’ın ulusal çıkarları için yaptığı hamleler, Çin’in jeopolitik kaygıları bir
direnişi meşru ya da gayrimeşru yapmaz elbette. Ancak, bu vekâletler savaşında,
savaşın asıl tarafı vekiller değil, daha ne için savaştığından bile emin
olmayan asılların ölüme yollanmasına itiraz etmek, Suriyeli mazlum Sünnilerin
bu vekâletler savaşında hazırlıksız bir biçimde ölüme yollanması itiraz edilmeyi
hak eden bir durumdur.
Bu itirazı
dillendirmek için ortaya çıkan 3. Yol İnisiyatifi
2011 yılından bu yana anlaşılmayı bekliyor. Herhangi bir etnik veya mezhepçi
içerik barındırmayan, sadece masumların zarar görmemesini ve emperyalistlerin
kazanmamasını hedefleyen bu inisiyatif bugün bile saldırılara uğramaktan
kurtulamıyor.
Dönemin
Başbakan Yardımcısının beş yıl sonra da olsa ‘Vekâletler Savaşı’ olarak
tanımladığı Suriye savaşını, iktidar yanlıları hala bir halk direnişi olarak anlamak
istiyor. Güney
sınırlarımızdan 30 km. Suriye içlerine girilerek PKK’ya karşı tesis edilen
güvenli bölge, Musul - Kerkük rüyasına benzer Halep, Humus, Şam rüyaları, Emevi
camiinde akşam namazı kılma hayalleri kitleyi tatmin ediyor olmalı! Ama Suriye
savaşını destekleyen Müslümanların en büyük motivasyonu kronik Amerikan Tipi Müslümanlık
hastalığıdır. Amerika’yla birlikte hareket etmek,
Amerika’nın saflarında olmak, Batı ile yanaşık düzen ilişkiler kurmak, ‘Biz de
sizin gibiyiz, biz Arap değiliz, medeniyiz’ sayıklamaları, bir türlü bünyeden
atılamayan aşağılık kompleksi, çok geniş bir Müslüman kitleyi zehirlemeye devam
ediyor.
Dikey Olarak Müslüman - Yatay Olarak Amerikalı
Geleneksel anlamda bir ulus kültürü bulunmayan
ABD, tebaasını bir arada tutabilmek için diğer ulus devletlerden farklı
metotlar geliştirmek zorundaydı. Din, mezhep, etnik sınıf birlikteliği
kuramayacağını bildiği için vatandaşlık tanımı üzerinden bir devlet inşa etti.
Birçok farklı din, mezhep, etnik sınıf ve ten rengine sahip ‘fırsatlar ülkesi’
bütün farklılıklarını ve zenginliklerini yok ederek tek potada eritecek bir
sihirli dokunuş arıyordu. Bu sihirli dokunuş Amerikan vatandaşlığı yemini ile
sağlandı. Amerika, vatandaşlık verdiği insanlara önce sadakat yemini ettiriyor,
bağlı olduğu din, ırk, mezhep gibi farklılıkları Amerikan vatandaşlığının
gerisinde kurguluyordu. Bugün Amerika’da büyük haksızlıklara uğrayan
Kızılderililer, esmer tenliler bile Amerikan vatandaşlığına bağlılık konusunda
hiçbir sorun yaşamıyorlar. Amerikan vatandaşı olmanın verdiği prestij ve
ayrıcalık geçmişin bütün acılarını örtmeye yetiyor.
Geçmişte yaşanan sıkıntıları sihirli
bir değnekle örtbas eden ABD için asıl tehlike ülkesine sonradan yerleşen
özellikle Müslüman nüfusun sadakatiyle ilgiliydi. Amerikan vatandaşlığı sihri
burada da işe yaradı. Dışarıdan gelen Müslümanlar vatandaşlık sihri ile entegre
edildiler ancak sonradan Müslüman olan yerli Amerikalıların yeni dinleri ile
nasıl bir entegrasyon yaşayacakları kafaları karıştırıyordu.
Amerikalı Müslümanlar din
değiştirseler de kreşlerden itibaren İslam dinine karşı önyargı ile
yetiştiriliyorlardı. Bu kalabalık gurup esasında Müslümanların kendileri gibi
birinci sınıf olmadığı düşüncesindeydiler. Bir yandan ortak bir dinleri vardı
fakat diğer yandan kendisi gibi olmayan özellikle Ortadoğulu Müslümanlarla yan
yana gelmemeye çalışıyorlardı. Bunu fark eden ABD yönetimi İslam’ı kendi devlet
yapısına göre revize edebileceğini düşündü.
Kadın imamların
ortaya çıkışı, Yeşil Kuşak
ve takiben Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP) gibi uluslar üstü organizasyonlarla kullanışlı bir din inşa etti. Bu din
devletle çatışmadığı, Amerika ile barışık olduğu sürece makbul bir dindi. ‘Gökyüzündeki
Tanrı’ Amerika’nın işlerine karışmadığı sürece bireylerin Müslüman ya da
Hristiyan olmaları, dinsiz ya da deist olmaları sorun teşkil etmiyordu.
İslam’ı ontolojisinden uzaklaştırarak
devletler için tehdit teşkil etmeyen uyumlu, kullanışlı bir alana hapsetme
girişimini Muharrem BALCI şu şekilde izah etmektedir:
‘Bu proje, İslâm’ı salt
teolojik bir olgu olarak görüp, İslâm dinini temsil eden toplumsal aktörler
(Müslümanlar) arasında bir dayanışma (solidarity) gerçekleşmesine, İslâm’ın bir
toplumsal kimlik olarak anlaşılmasına mümkün olabildiğince engel olmak ve bunun
yerine Amerikan kimliğinin toplumsallaşmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Öte
yandan, sosyo-psikolojik bir kriz ortamının gün be gün arttığı ve tüketimin
başlıca değer olduğu Amerikan toplumunda ‘İslâm dininin siyasi ve toplumsal
içeriklerinden bağımsız’ olarak kabul görmesi, Amerikan toplumunun geleceği
açısından önemli ve yararlı görülmektedir. Bu doğrultuda son günlerde yeni
Müslüman olan Amerikalılar arasında giderek popülerleştirilen bu eğilim dikkat
çekicidir. Söz konusu eğilimi temsil eden Amerikalılar, ‘dikey olarak Müslüman’
‘yatay olarak Amerikan’ olduklarını iddia etmektedirler. Bu anlayış giderek güçlenmektedir. Bunun
altında yatan en önemli sebep ise, ortalama Amerikan zihninde yatan oryantalist
bakış açısıdır. Sıradan bir Amerikalı, Müslüman olduktan sonra bir Arap ile ya
da bir ‘Orta Doğulu’ ile birlikte aynı ‘cemaat’in içerisinde olmak, toplumsal
yaşamını sürdürürken önceki alışkanlıklarından vazgeçmek istememektedir.’
Amerikan Tipi Müslümanlığın toplumda
olumlu bir karşılık bulması üzerine Müslüman nüfusun entegrasyonu konusunda
sıkıntı yaşayan sömürgeci Avrupa da Amerikan Tipi Müslümanlığı kopya ederek
Avrupa Tipi Müslümanlık projesini geliştirdi. Temelde Avrupa Tipi Müslümanlık
da devlete sadakat fikrine bağlı olmak şartıyla isteyen herkesi dininde özgür
bırakma düşüncesine dayanıyordu. Avrupa’nın ya da Amerika’nın kendine göre bir Müslüman
tipi icat etmesi yeterli değildi. İletişimin hızla arttığı, mesafelerin hızla
azaldığı bir çağda Avrupa ve Amerika dışındaki ülkelerin de -özellikle Müslüman
ülkelerin- kendi devlet modellerine sadakat fikrini dini bir terminoloji ile
tesis etmeleri gerekliydi. Türkiye’de
çok popüler olan Anadolu İslam’ı düşüncesinin de Amerikan İslam’ı düşüncesinden
aşırma olduğunu ve aynı maksada hizmet etmek için üretildiğini düşünmek hiç zor
olmasa gerek!
ABD ve son dönemlerde Avrupa, verim
aldığı Müslümanların dönüştürülmesi çalışmalarına yoğunluk verdi. Ömer Fevzi
Mardin gibi isimlerle, Biberiler
gibi seküler tarikatlarla, Yeşil Kuşak projesi, BOP gibi aparatlarla, Dinler Arası
Diyalog, Dinlerin Birleştirilmesi projeleri ile milyonlarca insanın dini
düşüncesi kirletilmeye çalışıldı. BALCI, bu durumu aynı makalesinde şöyle
açıklıyordu:
‘Tehlikenin Avrupa
sürümü de; görüntü itibariyle yerel olarak İslâm Dininin temel ilkeleriyle,
çağdaş(!) Avrupa’nın gerçeklerinin telif edilmesi, kültür ve dinin temel
ilkelerinin birbirlerinden ayrılması ile göçmenlerin anavatanlarıyla olan
irtibatlarının kesilmesini amaçlamaktadır. Bu proje aynı zamanda, Türkiye’nin
İslâmi kimliğinin Avrupa Birliği’ne girerken bir engel teşkil etmeyeceğini,
çünkü İslâm’ın Avrupalı da olabileceğini savunmaktadır. Bu yönüyle de sadece
Avrupa’da yaşayan Müslüman göçmenler için değil, aynı zamanda AB kapısında bekleyen
Müslümanlar için de kuramlar sunmaktadır. Türkiye'nin Avrupa'nın parçası
olduğunu söyleyen Bessam Tibi,
Avrupa'da, özellikle de Almanya'da gelişen köktendinciliğe karşı ‘Avrupa
İslâm’ı’ projesini öneriyor.’
‘Kurgulanan formül, çoğulculuk, demokrasi gibi
değerlerle ve Batı kültürüyle İslâm'ın uzlaşması olarak ortaya çıkıyor. 56
İslâm ülkesinde İslâm'ın 56 değişik yorumu yapıldığı varsayımından yola çıkarak
bir ilave ile Avrupa'ya özgü bir yorumun öncelendiği ileri sürülse de eklektik
bir anlayışla İslâm’ı kişisel görüş ve uygulamalara indirgeyen bu plan,
Müslüman Topluluğu parçalamayı, en azından orijinal vahyi ilkelerden
uzaklaştırmayı hedeflemektedir.
Amerikan Tipi Müslümanlık ve Fetullah Gülen
Amerikan tipi Müslümanlık denilince
akla ilk gelen isim şüphesiz Fetullah Gülen’dir. Amerikan Tipi Müslümanlık
tartışmalarına ilişkin önemli verilerden biri de Fettullahçıların bu konuda ne
söylediğidir. Fetullah Gülen’in Dinler Arası Diyalog ve Dinlerin Birleştirilmesi
gibi projelerdeki rolü bilindiğinden söyledikleri şaşırtıcı gelmeyecektir.
Daha önce defalarca yazılara konu
olan bu söylemler tekrara düşmemek için burada tekrarlanmayacaktır. Ancak;
Fethullahçılığın saygın dini otoritelerinden Suat Yıldırım’ın sözleri dikkat
çekicidir. Türkiye’de yakın tarihe kadar Fetullah Gülen kontrolünde
gerçekleştirilen ve devletin en üst kademesi tarafından desteklenen Dinler Arası
Diyalog projesi hem ülke içinde hem ülke dışında büyük bir saygınlığa sahipti.
Bu anlaşılamaz saygınlığın nedenleri Suat Yıldırım’ın sözlerinde gizleniyor
olabilir.
‘“… Müslüman ve Hıristiyan
ümmetlerinin, Hz. İsa’nın şahsiyeti etrafında bütünleşerek, hem kendilerini,
hem de bütün insanlığı kurtarmaya yönelmeleri, hepimizin ideali olmalıdır.
Bunun bazı emareleri de görünmektedir.”
Neticede Amerikan vatandaşlarının
dönüşümü için başlatılan projelerin halen bütün dünyada cari olduğu ortada.
Amerika’da, Amerikan vatandaşlığını dinin üstünde bir değer olarak üreten ‘Batı’,
İslam ülkelerinde de vatandaşlık bilincini dinin üstünde bir yere koydurmaya
çalışmaktadır. Türk vatandaşlığı bugün genel bir kabul olarak dini alanın
üzerinde bir otoritedir. Aynı şekilde Irak, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan vb.
‘İslam’ ülkelerinde de vatandaşlık bağı dinden daha kıymetli kabul
edilmektedir.
Yeşil Kuşak, BOP, Dinler Arası
Diyalog, Amerikan / Avrupa Tipi Müslümanlık, Sekülerleştirme /
Protestanlaştırma / Muhafazakârlaştırma projeleri neticesinde ırkçılığın yükselmesi,
ülkemiz için konuşacak olursak Türk vatandaşlığına sadık kalmak kaydıyla bir
folklor olarak dini ritüellerin makbul kabul edilmeye başlanması uzun soluklu
bu projenin başarılı olduğunu göstermektedir.
Geçmişte dini hassasiyetleri ile öne
çıkan insanların son 30 yılda geçirdiği evrim, Türk milliyetçiliğinin ve Türk
vatandaşlığının dindar kesimler için bile, artık dinin kendisinden kıymetli
kabul edilmesi itiraf edilememiş bir yenilgidir.
Bu yenilginin en bariz işaretini bir
yılı aşkın süredir Filistin’de/Gazze’de yaşanan soykırımda da görebiliriz.
Amerikan Tipi Müslüman ortalama Türkiyeliler soykırımın devam ettiği günlerde,
7 Ekim öncesinde normalleşme hülyalarıyla ve ‘tarafsızlık’ numaralarıyla
katilleri demokrasinin kıblesi dedikleri Meclis’te, siyonizmin göbeğinde Türkevi’nde
ağırlayıp onurlandırarak Amerika ve İsrail’in yanında yer aldıklarını açıkça
ilan ettiler. Sadece sokaktaki sağcı ve solcu seküler kalabalıklar değil,
devlet yönetiminde de Amerikan Tipi Müslümanlık baskın bir karakter
oluşturuyor. Soykırımı destekleyen markaların boykotu ve İsrail’le ticaret
meselelerinde sergilenen söylem ve tavır çelişkileri Amerikan Tipi Müslümanlık
düşüncesinin bünyeyi ele geçirdiğini ortaya koyuyor. Akli ve ahlaki
yetersizliklerini hiç gizlemeden ortaya koyan Amerikan Tipi Müslümanlar tek
başlarına hesap vereceklerini dikkate almadan kalabalık olmanın konforunu bir
süre daha sürdürecekler.
Şüphesiz ‘Allah onların tuzaklarını boşa çıkaracaktır.’
Üstün Bol
Devrek/Ekim 2024
https://hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-amerikan-tipi-muslumanlik-4347
KAYNAKLAR
Bessam TİBİ, BOĞAZ'IN İKİ YAKASI: AVRUPA İLE İSLAMCILIK ARASINDA
TÜRKİYE, Doğan Yay. İst. 2000.
Muharrem BALCI, Müslüman Hukukçuyu Bekleyen Tehlikeler DÖNÜŞTÜRME
PROJELERİ, https://www.muharrembalci.com/yayinlar/tebligler/239.pdf
Muharrem BALCI, Müslüman Hukukçuyu Bekleyen Tehlikeler DÖNÜŞTÜRME
PROJELERİ https://www.muharrembalci.com/yayinlar/tebligler/239.pdf
Saidi NURSİ, Emirdağ Lahikası,
Üstün BOL, SEKÜLER TEOLOJİ, Yüzleşme Yayınları, İstanbul 2022
Üstün BOL, Dünya Barışı İçin İsveç ve Finlandiya’ya Hayır, https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-dunya-barisi-icin-isvec-ve-finlandiya-ya-hayir-3492
Üstün BOL, Üçüncü Dünya Savaşına Doğru, https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-ucuncu-dunya-savasina-dogru-3748
İnternet Kaynakları
Filistin Kurtuluş Örgütü,
https://tr.wikipedia.org/wiki/Filistin_Kurtulu%C5%9F_%C3%96rg%C3%BCt%C3%BC
Kanlı Pazar, 1969, https://tr.wikipedia.org/wiki/Kanl%C4%B1_Pazar_(1969)
Gül, 1 Mart Tezkeresini Anlattı, https://serbestiyet.com/featured/gul-1-mart-tezkeresini-anlatti-icimizdeki-bircok-batici-tezkereye-karsi-cikti-bircok-yerli-gecmesi-icin-caba-sarf-etti-158870/
Arab Spring, https://en.wikipedia.org/wiki/Arab_Spring
Wall Street’i İşgal Et, https://tr.wikipedia.org/wiki/Wall_Street%27i_%C4%B0%C5%9Fgal_Et
MAZLUMDER, 2011 Suriye İnsan Hakları Raporu, https://www.mazlumder.org/tr/main/yayinlar/yurt-disi-raporlar/19/2010-suriye-insan-haklari-raporu/684
Dört Yıl Önce Suriye’de Üçüncü Yol Mümkün Diyenler Haklı Çıktı, https://medyascope.tv/2017/11/24/dort-yil-once-suriyede-ucuncu-yol-mumkun-diyenler-hakli-cikti/
Numan KURTULMUŞ, Vekâlet Savaşlarında da Bir Sona Gelindi, https://www.bloomberght.com/haberler/haber/1958367-numan-kurtulmus-vekalet-savaslarinda-da-bir-sona-gelindi
MİLLİ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ, https://www.mttb.org.tr/sayfalar/tarihce/94
6-7 Eylül
olaylarının yıl dönümü: Neler yaşandı, nasıl hatırlanıyor? https://tr.euronews.com/2021/09/06/6-7-eylul-olaylar-65-y-l-donumu-neler-yasand-nas-l-hat-rlan-yor-
[1] Muharrem BALCI, Müslüman
Hukukçuyu Bekleyen Tehlikeler DÖNÜŞTÜRME PROJELERİ, https://www.muharrembalci.com/yayinlar/tebligler/239.pdf
[2] Aktaran: Atasoy Müftüoğlu.
Saidi NURSİ, Emirdağ Lahikasında ABD ve batı ile ilişkileri şöyle
savunuyordu: ‘İhtar ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti,
hakaik-i Kur’âniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâm’ı arkasında ihtiyat kuvveti
yapmak ve uhuvvet-i İslâmi’ye ile dört yüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika
gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak…”
Yine aynı eserde: ‘Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki
Hıristiyan’ın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri
nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor…’
diyecektir.
[3] KMD’ne üye olmak prestijli bir şeydi.
1950’li yıllarda daha Türkiye’de sağlık sigortası duyulmamışken KMD’ne üye
olanlar sağlık sigortasına kavuşuyor, hastanelerde, kamu kurumlarında sıraya
girmeden öncelik hakkına sahip oluyordu.
Bakınız: Seküler Teoloji. Üstün BOL, Yüzleşme Yayınları, İstanbul 2022
[4] https://www.youtube.com/watch?v=Ju3uuz7ehTI Ömer Fevzi
Mardin, Arusi Tarikatı Şeyhi olarak pazarlanan karanlık bir isimdir. Esasen
Müslümanlardan sayılması tartışmalı olsa da, yaşadığı dönem ve devamında ne
Diyanet İşleri Başkanlığı ne de bağımsız İslami oluşumlar ve liderleri
tarafından sözleri ve yazıları tenkite uğramamıştır. Bunun tek istisnası cins
bir isim olarak Kadir Mısıroğlu’dur. Detaylı bilgi için bakınız: Üstün BOL,
SEKÜLER TEOLOJİ, Yüzleşme Yayınları, İstanbul 2022.
[5] MTTB, kurulduğu 1916 yılından
1960 yılına kadar Kemalist, milliyetçi bir çizgideydi. 1960 yılında İslamcı
öğrenciler MTTB’yi ele geçirdi ve bütün çizgisini değiştirdi. Süreç boyunca
birkaç kez kapatılan MTTB 2008 yılında Talebe Birliği Federasyonu adıyla
yeniden kuruldu. https://www.mttb.org.tr/sayfalar/tarihce/94
[6] Detaylı bilgi için; https://tr.euronews.com/2021/09/06/6-7-eylul-olaylar-65-y-l-donumu-neler-yasand-nas-l-hat-rlan-yor-
[7] Yeni nesiller Türk Solu’nun
Filistin hassasiyetini garipseyebilir. Ancak o tarihlerde Marksist-Amerikancı!
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile Türk Solu beraber çalışıyor ve cephede
birlikte çarpışmak dahil birçok ortak eylem gerçekleştiriyordu. Direniş İslamî
bir boyut kazanınca FKÖ Amerikancı tavrını gizleme ihtiyacı hissetmemeye
başladı. Devamında da Türk Solu nostaljik fotoğraflar dışında Filistin
davasıyla ilişkisini kopardı. https://tr.wikipedia.org/wiki/Filistin_Kurtulu%C5%9F_%C3%96rg%C3%BCt%C3%BC
[8] https://tr.wikipedia.org/wiki/Kanl%C4%B1_Pazar_(1969)
[9] https://serbestiyet.com/featured/gul-1-mart-tezkeresini-anlatti-icimizdeki-bircok-batici-tezkereye-karsi-cikti-bircok-yerli-gecmesi-icin-caba-sarf-etti-158870/
[10] https://en.wikipedia.org/wiki/Arab_Spring
[11] https://tr.wikipedia.org/wiki/Wall_Street%27i_%C4%B0%C5%9Fgal_Et
[12] https://www.mazlumder.org/tr/main/yayinlar/yurt-disi-raporlar/19/2010-suriye-insan-haklari-raporu/684
[13] Detaylı bilgi için: https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-dunya-barisi-icin-isvec-ve-finlandiya-ya-hayir-3492 https://www.hertaraf.com/koseyazisi-ustun-bol-ucuncu-dunya-savasina-dogru-3748
[14] Esasen 3. Yol İnisiyatifinin metni 2012 yılında MAZLUMDER
Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal tarafından bizzat yazıldı. O tarihte akşam
namazını Emevi camiinde kılacaklarını zanneden Müslüman camia bildiriye hem
uzak durdu hem de emeği geçenleri Şia olmakla, Esed’ci olmakla, hain olmakla
vs. suçladı. O günlerde kadük bırakılan bildiri bir yıl sonra intihal ile
başkaları tarafından imzaya açıldı. Bu saygısızca tavra rağmen Ahmet
Faruk Ünsal maksat hasıl olsun diyerek bildiriyi imzalamaktan imtina etmedi.
İlk haliyle daha geniş bir çerçevede imzaya açılabilecek bildiri bu haliyle
daha politize bir şekle dönüştü.
[15] https://medyascope.tv/2017/11/24/dort-yil-once-suriyede-ucuncu-yol-mumkun-diyenler-hakli-cikti/
[16] https://www.bloomberght.com/haberler/haber/1958367-numan-kurtulmus-vekalet-savaslarinda-da-bir-sona-gelindi
[17] Muharrem BALCI, Müslüman Hukukçuyu
Bekleyen Tehlikeler DÖNÜŞTÜRME PROJELERİ https://www.muharrembalci.com/yayinlar/tebligler/239.pdf
[18] https://en.wikipedia.org/wiki/Amina_Wadud
[19] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ye%C5%9Fil_Ku%C5%9Fak_Projesi
[20] https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BCy%C3%BCk_Orta_Do%C4%9Fu
[21] A.g.m.
[22] Seküler Teoloji, Üstün BOL, Yüzleşme
Yayınları, İstanbul - 2022
[23] https://en.wikipedia.org/wiki/Bassam_Tibi
[24] Bessam TİBİ, BOĞAZ'IN İKİ YAKASI AVRUPA
İLE İSLAMCILIK ARASINDA TÜRKİYE,
[25] Muharrem BALCI, a.g.e.
[26] A.g.m. Aktaran: Mehmet BAYRAKDAR. Dinlerarası Diyalog ve Başkalaştırılan İslâm - İslami
Araştırmalar Dergisi
[27] Enfal suresi 30. ayet