7 Haziran 2024 Cuma

EY ÖZGÜRLÜK

 İlk gençliğimde odamın duvarlarını süsleyen posterlerden biri Zülfü Livaneli’nin Ey Özgürlük kasetinin afişiydi. Sinead Oconner’ın saçlarını kazıttığı bir konser posteri, Haluk Levent’in çevre kirliliğine dikkat çekmek için uzun saçlarını kestirdiği bir fotoğrafı, Cem Karaca’nın hangi kasetiydi hatırlayamadığım bir tanıtım posteri de odamın duvarlarını süslüyordu. Başka kim vardı o odanın duvarlarında? Bon Jovi, Scorpions, Joan Baez aklımda kalan diğerleri.

O zamanlar Livaneli’nin elinin yüzünün düzgün olduğunu zannettiğim saf zamanlarımdı. Livaneli detone sesiyle ‘Ey Özgürlük’ dediğinde

https://www.youtube.com/watch?v=XKfSDe04BFo

heyecanlandığımı, içimin kıpırdadığını hatırlıyorum. Yıllar sonra siyasete bulaştığında Livaneli’nin bir özgürlük kahramanı olamayacağını, resmî ideolojinin küçük bir aparatı olduğunu fark ettiğimde yüzümün kızardığı kalmış bir de hatırımda.

Aradan çok zaman geçtikten sonra Ahmet Kekeç -Allah rahmet eylesin- CHP’li Livaneli’ye sataşıp her iki cümlesinin birinde ‘Detone Zülfü’ diyerek eski kahramanımı iğnelediğinde onunla birlikte ben de tekrar ettim bu tanımlamayı. Aldatılmışlık hissimi hafifleten tek şey bu olmuştu: Detone Zülfü!

Livaneli özgürlükten bahsediyordu ama hiçbirimiz sormayı akıl edemiyorduk Livaneli’nin kendisi gerçekten özgür müydü? Sorunun cevabını öğrenmemiz çok zamanımızı almadı. CHP’ye katılan Livaneli özgürlük anlayışının ölçülerini bütün aptal sevenlerinin anlayabileceği şekilde deşifre etmişti. Ilık gençliğimin en büyük hayal kırıklıklarından biri sanırım buydu.

O dönemler kendimi solcu zannettiğim cehaletimin farkında olmadan ‘kendine solcu’lara hayranlık duyduğum zamanlardı. Yaşım ilerledikçe solculuğun ırkçılığın sol tarafına karşılık geldiğini anlayacak; ırkçılığın sağ tarafıyla ırkçılığın sol tarafının kan kardeşi olduğunu yıllar sonra fark edecektim.

Fark etmesine fark ettim ama bunu kendime itiraf etmem o kadar da kolay olmadı. Devletin sünnî, erkek ve Türk kimyasını meşrulaştıran isimlerin sağcı ya da solcu parti adı altında doğrudan ırkçı ve Kemalist yapılarını özgürlük numaralarıyla topluma yedirmeye çalıştıklarını bütün angajmanlarımdan sıyrılıp başka bir dünyaya yelken açıncaya kadar kabul edemedim. İnsanın kendi ürettiği yanılsamalardan kurtulması o kadar kolay olmuyor!

"İnsanın zihninden geçen düşünceler konusunda sessiz kalması… İşte köle olmak budur.." diyor Michel Foucault, Söylem ve Hakikat kitabında. İnsan aklından geçen düşünceleri ifade edemiyorsa özgür değildir!

O halde özgür olan kim? Ben özgür müyüm mesela? Diğerlerini köle yapan beni özgürleştiren şey ne? Bugün bu şartlar altında Türkiye’de veya dünyanın herhangi bir ülkesinde özgürce düşüncelerini ifade edebilen bir insan veya insan topluluğu var mıdır? Elbette, hayır!

Olsa olsa özgürlük ihtiyacını karşılayamayan kişinin bunu gizlemek için   özgürlük kelimesini diline pelesenk etmesinden bahsedilebilir.

Canı istediğinde telefonunu bile kapatamayan bir kişinin özgürlük iddiası sadece komik değil yeterince aptalca aslında! Hatta Watsapp kullanıp kullanmama tercihi bile kendisine ait olmayan bir kişinin özgürlük hakkında konuşurken birkaç kez daha düşünmesi gerekiyor.

Kimin sözüydü hatırlayamadım ama ‘Herkesi kendine benzetme hastalığına’ faşizm diyordu bir yazar. Herkesi Türkleştirme, herkesi sünnileştirme, herkesi liberalleştirme, herkesi sosyal demokratlaştırma… Liste böylece uzayıp gidiyor.

Dünyanın herhangi bir ülkesinde dini, alfabeyi, kılık kıyafeti, takvimi, ölçü ve tartı birimlerini, hukuku hatta günlük hayatı bir gecede cebren değiştiren sisteme faşizm denir. Ve dünyanın herhangi bir ülkesinde bu cebren müdahaleye sesini çıkaramayan insanlar köledir. Böyle bir toplumda ister sağcı/solcu ister İslamcı olsun hiç kimse özgürlük iddiasında bulunamaz.

Allah’a ve Peygambere her türlü saldırı ve hakaretin özgürlük adı altında serbestçe yapılabildiği ancak sistemin kutsal metinlerine en küçük eleştirinin bile yapılamadığı bir dünyada hiç kimse özgür değildir! George Orwell’ın 1984 romanı nasıl bir halüsinasyon içerisinde olduğumuzu anlamamıza yardımcı olabilir belki.

Herkesin herkese benzemesi/benzetilmesi meselesi yoğun biçimde son yüz yıla ait bir hastalık. İnsanların giyim ve yeme-içme tarzları, yaşam biçimleri dünyanın birçok ülkesinde neredeyse aynı. Hintlilerin ‘piyasa’ya göre değişik giyimleri genel kamuoyu tarafından meşru kabul edilirken; Arap coğrafyasının yerel kıyafetleri, Kürtlerin hala kullanmaya devam ettiği yerel giysiler muteber görülmüyor. Hatta Türkiye gibi kafası karışık zorbaların çokça yaşadığı ülkelerde utanç verici kıyafetler bunlar.

Kadınların kısa/açık/çıplak giyinmesi meşru ve normal kabul edilirken başka kadınların başörtülü veya pardösülü veya çarşaflı olması yine bu türler için utanç verici bir durum! Oysa sıradan olan herkesle aynı olan değil midir? Bugün kısa ve çıplak giyinmek bir cesaret gerektirmez. Meşru kabul edilen budur çünkü. Her sıradan bu sıradanlığa herhangi bir cesaret gerektirmeden dahil olabilir. Oysa bir kadının çarşaf giymesi büyük bir özgüven, cesaret ve meydan okuma gerektirir. Bu açıdan bakıldığında, sıradanlaşmış çıplaklık karşısında çarşaf giyebilecek kadar özgüveni yüksek olan kadının özgürlüğünden bahsedilebilir, diğerinin değil.

Sadece bedenlerin değil zihinlerin de köleleştirildiği bir dünyada insanın tek başına özgürlük iddiasında bulunması inandırıcı değil. Kılık kıyafetten yeme-içme alışkanlıklarına kadar aynılaştırılmış insanların özgürlük iddiasında bulunup kendisi gibi olmayanları köle zannetmesi de Orwel’ın Hayvan Çiftliği kitabıyla izah edilebilir.

Aklından geçenleri dile getiremeyen hiç kimse özgür değildir. Bu birilerine acı verirken birileri için problem olmayabilir. İnsanlar arasında fark yaratan da budur. İnsanları özgürlüğe yaklaştıran ya da köleleştiren de bu bakış açısıdır!


https://hertaraf.com/koseyazisi-ey-ozgurluk-4169 

 

Bugün Günlerden Halepçe

 CYRANO DE BERGERAC
 19.03.2024

Yıl 1988 İran-Irak savaşının en cafcaflı zamanları. Halepçe İran Irak sınırında bir yerleşim bölgesi... İran ordusu Irak topraklarında ilerlemeye başlıyor…

Saddam Hüseyin İran ordusunun ilerlemesini durdurmak için Kuzey Cephesi Komutanı Ali Tıkriti’yi görevlendiriyor. Bu isim hepinize tanıdık gelmiş olmalı…

İkinci körfez savaşından sonra yakalanarak idam edilen bildiğiniz Kimyasal Ali!

Saddam Hüseyin ve Kimyasal Ali’nin emri ile savaş uçakları Halepçe’yi bombalıyor.

Resmi rakamlara göre beş bin Kürt; çocuk, kadın, yaşlı demeden katlediliyor. Yedi bin Kürt yaralanıyor. Ölen ve yaralanan İran askeri sayısı hiçbir zaman sağlıklı olarak tespit edilemiyor. Saldırıdan haftalarca sonra Halepçe’ye girebilen bağımsız kaynaklar ölü ve yaralı sayısının açıklananların çok üzerinde olduğunu belirtiyor.

Şiwan Perwer Halepçe için insanın içini acıtan bir ağıt yakıyor.

Saldırı sonrasında bölgede yaşayan on binlerce Kürt her şeyini bırakarak Türkiye sınırına dayanıyor. Kar-kış, çamur derken doğa şartlarına yine yeniliyor, yine ölüyor bölge halkı…

Halepçeye giren ilk basın mensuplarından biri Ramazan Öztürk... Ramazan Öztürk’ün ogün çektiği, babasının kucağında ölen çocuk fotoğrafıyla zihinlere kazındı Halepçe katliam. Şöyle diyordu Ramazan Öztürk Halepçe de gördüklerine ilişkin:

"Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hâkimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine...

Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı.

Bazıları ise, su birikintilerinin başında ölüvermişlerdi. Bunlar da, kimyasal gazların yaktığı vücutlarını suyla ıslatarak kurtulmaya çalışanlardı. Toplu cesetlerin arka planında, otlarken yine zehirli gazın etkisiyle telef olmuş ve vücutları şişmiş hayvanların görüntüsü göze çarpıyordu. Kısacası, bomba isabeti almış birkaç binanın dışında her şey yerli yerindeydi, ama bütün canlılar ölmüştü."

Şimdi önümde Halepçe’de katledilen insanların fotoğraflarından oluşan İngilizce bir albüm var. Küçücük çocuklar, yaşlı kadınlar, su kenarlarında yığılmış genç kızlar annesinin babasının kucağında bebekler. Şişmiş hayvanlar, kimyasal gazın etkisiyle yüzleri tanınmaz hale gelmiş insanlar.

Bütün bunlar deriye, göze, boğaza, akciğere, sinir sistemine ve solunum sistemine büyük zararlar veren hardal gazı denilen kimyasalın marifeti…

Elimdeki fotoğraf albümü İran’lı fotoğrafçıların Halepçe’de çektikleri fotoğraflardan oluşturulmuş. Albüm Halepçe katliamına ilişkin bir sergide, İstanbul’da imzaya açılmış. Şimdi hep birlikte Fotoğraf albümü üzerine elyazısı ile yazılmış ve imzalanmış metinleri okuyalım. Farklı cephelerden tanıdık bildik insanlar bakın Halepçe için nasıl bir araya gelmişler, nasıl birlikte hüzünlenmişler…

Ve dileyelim başka halepçe olmasın… İnanamasak da dileyelim…

Yücel ÇAKMAKLI / Yönetmen
“Bu olayı tv ve basından takip ederken çok azap çektim. Albüme bakmaya tahammülüm yok… 12.8.1988

Mehmet METİNER / Gazeteci
Halepçe sokaklarında boylu boyunca yatan o insanların yerinde biz de olabilirdik. Halepçe hepimize, tüm insanlığa yönelik bir katliamın resmidir. Müslüman Kürt Hiroşiması olarak nitelendirebileceğimiz bu katliamı nefretle kınıyorum; bu katliam karşısında suskun kalmayı tercih eden veya gerekli tepkiyi göstermeyen Müslüman olsun - olmasın herkesi de kınıyorum. 13 Ağustos 988

Hasan AKSAY / Eski Adalet Bakanı
En yüce olarak yaratılan insan’ın Allah ve ahiret inancına ulaşamayınca nasıl “Hayvandan da aşağı” bir duruma düştüğünü gösteren, insanlık tarihinde birçok olay vardır. Ancak Esad’ın Hama, Humus katliamı, İsrail’in Sabra ve Şatilla vahşeti ve Saddam’ın Halebce cinayeti vahşette kırılan yeni rekorlardır. Çağımız insanını derin ızdıraba düşüren, vicdanları kan gölüne çeviren hadiselerdir. İnsan olarak ayakta kalabilmek için bunları lanetlemek ve bu yolda bir şeyler yapabilmek için çalışmak şarttır.


Münür AYDIN / SHP Beyoğlu ilçe Başkanı
“Çocuklar öldürülmesin, şekerde yiyebilsin” Büyük ustanın sözlerine ekleyeceğim tüm insanlar öldürülmesin.

Ercan KARAKAŞ / SHP Milletvekili
Amaç silahsız bir dünya olmalı… İnsanlar barış ve dayanışma içinde yaşamalı…

Cafer SOLGUN / Yazar

Savaşsız, sömürüsüz, barış içerisinde bir dünya için… Ezilen dünya halkları elele…

Aziz NESİN / Yazar

Salt kimyasal silahlara değil… salt Halepçe’deki facia’ya değil… Kimyasal, çekirdeksel, konvansiyonel her türlü silahlara ve silahlanmaya hayır! Salt Halepçe’de değil, dünyanın her yerinde savaşa hayır! Halepçe, bu “hayır” ın acılı gerekçelerinden biridir. 17.8.1988

Erol KAYA / Eski Pendik Belediye Başkanı

Zulmün her türlüsüne dur demek için bütün insanlığı ve insanları barışa ve huzur dolu günler için daha çok çalışmaya davet temenni ve dua ile. 19.8.1988

Hüseyin HATEMİ

Zalimler ergeç işin neye varacağını, ne hale gireceklerini bilecek, ve göreceklerdir. Saddam da Kur’an-ı Kerim’in bu hükmü dışında değildir. Halebçe unutulmasın zalimlere bu gibi zulümler için meydan verilmesin!

Ali BULAÇ / Yazar

Nikaragua’da bir batılı gazetecinin burnu kanadığında dünyayı ayağa kaldıran, her Allah’ın günü insan hakları, barış, özgürlük ve demokrasi gibi lafları dillerinden düşürmeyen tüm dünyanın iki yüzlü hümanist havarilerine, masumken haksız yere katledilen Halepçe halkının bu utanç verici manzaraları ithaf olunur. Allah mustazaf halklaı önder kılacaktır. 24.8.1988

Recep Tayip ERDOĞAN

Çocuklar… Analar… Babalar…

Hiçbir müdafaa imkanı olmayan mazlumlar. Egemen güçlerin vahşi emellerine kurban edilen binlerce masum insan… müstekbirlerin karşısında mustazaflar…
Akıtılan kanlar… duyulan aahhlar… zalimlerin boğulacağı son olacaktır. “her kamlin zevali yakındır”. Şerrin de, zulmünde bir kemali vardır. Bu tablo o anı tespit etmektedir. Müjde . .. ızdırabımızda, gözyaşımızda düğümleniyor. Zafer bu tabloların arkasından “azizün züntikam” ile tecelli edecektir.30.8.1988

Emre KONGAR

Savaşın her türlüsü, her yerde, her zaman mide bulandırıcı.17.8.’98


https://hertaraf.com/koseyazisi-bugun-gunlerden-halepce-4085 

 

Kalkınma / Ahlak / İnsan Hakları

 ÜSTÜN BOL
 05.06.2024

Mehmet Akif'in kalkınmaya atfettiği anlam ile neoliberal dünyanın verdiği anlam arasında büyük bir fark vardır. Akif "kalkınma" derken şifa bulma, iyileşme kavramlarını öncelerken-ki, "görünen, bir daha kalkınması artık pek zor" (Hasta Şiiri)-; modern dünyanın kalkınma tanımı tüketim ve davranış kalıplarında dönüşüm anlamına geliyor. Sözlüklerde kalkınma diye aradığınızda karşınıza çıkan tanım: 'Bir ekonomide halkın değer yargıları, dünya görüşü ile tüketim ve davranış kalıplarındaki değişmeleri içerecek biçimde toplumsal ve kurumsal yapıda dönüşüme yol açan büyüme' şeklinde ifade ediliyor.

Ahlak ve kalkınma ise muhatapları itibariyle farklı yer ve durumlara işaret ediyor. Örneğin 'devletin ahlakı' diye bir şeyden bahsedilemezken, aynı şekilde yurttaşın kalkınmasından da bahsedilemez. Çünkü devletin ahlakı olmaz, adaleti olur. İnsanın ise kalkınması değil ahlakı olur. Ekonomik özgürlüklerin gelişmesi maddi anlamda felaha erme insanın kalkınması olarak tarif edilemez. Her halükarda kavramların muhataplarınca değerlendirilmesi ve üzerinde durduğunda değer atfetmeyen yerlerle ilişkilendirilmemesi gerekir.

Güncel örnekler üzerinden giderek ve sadece yirmi yılı aşkın AK Parti iktidarında yapılan ekonomik/sanayi atılımlarını göz önüne alarak ahlak ve kalkınma arasında nasıl bir korelasyon olduğuna bakabiliriz.

Marmaray, şehir hastaneleri, adliye sarayları, bölünmüş yollar, kentsel dönüşüm projeleri, gecekondular yerine inşa edilen gökdelenler, havaalanları, stadlar, spor kompleksleri, barajlar, şehri bir ağ gibi ören metrolar ve diğer enerji yatırımları, hızlı tren projesi, yollar, köprüler, ihracat rakamları ve bir sürü başkaca iş kalemi ve sayı görece olarak ülkenin büyük bir atılım/kalkınma içinde olduğunu hepimize gösteriyor. Hele hele eski dönemlerin iş bilmezliği ve yetersizliğiyle kıyaslandığında ülkenin tarihi boyunca gerçekleştirdiği en önemli atılımları bu iktidar döneminde gerçekleştirdiğini; modern zamanların bir zorunluluğu olması yanında ülke potansiyelinin ortaya çıkarılması ve tehdit/tehlike önceliklerinin değişmesinin bunda etkili olduğunu da söyleyebiliriz.

Ancak ekonomik-endüstriyel kalkınma modelleri dünyanın her yerinde olduğu gibi ahlaki gelişimle paralel süreçler değildir. Yani insan ahlakının büyümesi ve değer kazanması ekonomik girdilerle paralel yürüyen adımlar değildir. Esasen ahlak bugün itibariyle girdileri nedeniyle dini/İslami bir kavram da değildir. Daha çok bir ortak değerler bütünü diyebileceğimiz ahlak kavramının Müslüman olmayan unsurlarda da yerleşik ve değerli olması "kıymetli ortak değer" hüviyetindendir.

Vasat Ahlak

O halde ahlak dediğimiz kavramın kadın erkek ilişkileri üzerinden tasnif edilmesi ve bu ilişki biçimlerine göre insanların çeşitli derecelerde ahlaklı ya da ahlaksız olarak tanımlanması vasat bir ahlak tanımının ve algısının bir sonucudur.

Toplumlar değiştikçe ahlak algıları da değişir/şekillenir. Dolayısıyla tek bir ahlak tanımı ve tek bir ahlak algısından bahsetmek değişen şartlarda insanları zorda bırakabilir. Toplumların iletişiminin ve paylaşımının kolaylaştığı ve hızlandığı zamanımızda ahlakı belirleyen olguların da değiştiğini gözlemleyebiliriz.

Doğa ve hayvanlarla doğru iletişim elli yıl önce "daha" değersiz iken bugünün dünyasında ahlakı belirleyen başat aktörlerden biridir. HES'lere ve nükleer santrallere gösterilen tepki, gecekonduların yerine gökdelenlerin inşa edilmesi, kentsel dönüşüm adı altında yapılan faaliyetlerin tepki toplaması, adalet sarayları hızla yükselirken adaletin aranır bir nesne olması, sağlık hizmetleri yaygınlaşırken sağlığın bir sektör olarak ilaç tüccarlarına endekslenmesi ve benzeri gelişmeler kalkınma - ahlak ilişkisinin çatışma alanlarını oluşturmaktadır.

Bir yandan ülke hızla kalkınırken, kişisel refah düzeyi yükselirken yeni zenginler hızla çoğalırken, ülke olanaklarından ziyadesiyle istifade eden yeni zengin neslin geride bıraktıkları eski mahalleleriyle kurdukları ilişki biçimi başka bir ahlaki ölçüttür. Zengin olanın fakir olana zenginliğinden doğan borcunu görmediği bir dünyada, kalkınma-ahlak ilişkisinin doğru düzlemde bulunduğu söylenemez.

Kendi genel geçer siyasi doğrularını başkaları üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallandıran konjonktürel doğrucu halk kesimleri, başkasının yaşam alanına, düşünce dünyasına tahammül edemeyen otorite ve egemenlerin, amelleri ve niyazları ne olursa olsun ahlakilikleri tartışma konusudur.

Sokaklarında mültecilerin aç ve sefil dolaştığı bir ülkede ahlak sahibi insanlar bu durumu görmezden gelemezler ve kaloriferli evlerinde otururken "Allah yardım etsin" lafzıyla sorumluluklarından feragat edemezler. Kişisel ekonomik gelişmişliğin artması, toplumda bireyselciliğin artmasına neden oluyorsa, insanların banka hesaplarının kabarması mahallelerini terk etmelerine, mahalle değiştirmelerine ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek yerine  görmezden gelmelerine neden oluyorsa kalkınma ile ahlak arasındaki ters orantı üzerinde düşünülmelidir.

Devletin evsiz, bakıma muhtaç, ihtiyaç sahibi insanlar için barınma ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılayacak düzenlemeler yapması devletin ahlakı ile ilgili değil adına sosyal devlet dediğimiz olgu ile ilgilidir. Dolayısıyla devletin sorumluluklarını yerine getirmesi toplumların taşıması gereken ahlaki değerleri hükümsüz kılmayacağı gibi; toplumsal sorumlulukları da ortadan kaldırmaz.

Mahallelerin "gecekondu" denilerek kentsel dönüşüm adı altında yok edilmesinin zararları onlarca yıl sonra karşımıza çıkacak; koruyan, gözeten, eğiten ve sahip çıkan mahalle ve sokak kültürünün çok katlı binalara terki, yok edilen komşuluk ilişkileri yalnızlaşan ve yalnızlaştıkça bireyselleşen insanlar için bir felakete dönüşebilecektir.

Yardım örgütlerinin çoğalması, her toplum tabakasının kendi kontrollerinde yardım örgütleri kurarak muhtaçlara yardım etmesi, kendi cemaat ve meşreplerinin görünürlüğünü artırmaya çalışmaları da üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir husustur. Yardım örgütleri vasıtasıyla toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesi kolaylaşırken, yardım edenler açısından yapılan yardımın niceliği ile niteliği arasındaki ilişkinin de muhataplarının vicdanında değerlendirilmesi elzemdir.

Bütün bunlara rağmen ulaşım ve iletişim kanallarının hızlanması ve kolaylaşması, dünyanın farklı kimliklerinin ve uygulamalarının görülmesi ve yaygınlaşması başta "Kürt Meselesi" olmak üzere ülkenin ihtiyaç duyduğu demokratikleşme/normalleşme adımlarını hızlandırmaktadır. Geçmişte bir bölünme nedeni olarak görülen anadil tartışmaları artık rahatlıkla sürdürülebilmekte, değiştirilen yer isimleri aslına rücu ettirilmekte, geçmişte bir korku nesnesi olarak değerlendirilen ülke içindeki etnik unsurların talepleri rahatlıkla konuşulabilmekte ve yavaş da olsa bu alanlarda ilerleme kaydedilebilmektedir. Ancak ekonomik kalkınma hızıyla kıyaslandığında hak ve özgürlüklerin iadesi alanında iradi aklın ve toplumsal ahlakın aynı hızda çalışmadığı da görülmektedir.

İster iktidar, ister muhalefet olsun bütün siyasi aktörlerin "kalkınma ekonomisi" üzerinden kurdukları siyasal düzlem, ekonominin iyi olması halinde, kişi başına düşen milli gelirin artması halinde ülkenin yaşadığı bütün sorunların çözüleceği okuması hem Türkiye örneğinde hem de dünyada başka örneklerde görüleceği gibi yanlış bir okumadır.

İnsanın en değerli vazgeçilmezi onurudur. İnsan onurunun çiğnendiği yerde hiçbir kalkınma modeli şifa üretemez. Kalkınma modelleri üzerinden ahlak inşası eğri cetvelle düz çizgi çizmeye benzer ki, bu durum kısa vadede sorunların sümen altı edilmesini sağlasa da uzun vadede daha ciddi sorunların kaynağını teşkil eder.

Ağır Sanayi Hamlesi Tenakuzu

Milli Görüş çizgisinin muhalefet diskurunu teşkil eden "Önce Ahlak Ve Maneviyat" söylemi ile Demokrat Parti çizgisinin ve devamında Özal'ın sürdürdüğü neoliberal söylemler arasında ne fark kaldığı hususu da zamanın ruhu gereği irdelenmelidir.

Milli Görüş'ün "ağır sanayi" hamlesiyle yan yana kurguladığı "Önce Ahlak Ve Maneviyat" çizgisinin -bu çizgiyle ilgili eleştiriler baki kalmak kaydıyla-  kısa sürede kalkınmacılık üzerinden bir ahlak inşasına dönüşmesi, içinde sorunlar barındırır. Kalkınmanın bizatihi ahlak üreteceği düşüncesi siyasi bir modelin sorunu olmaktan öte yıllarca başka öncelikleri olduğunu iddia eden kitlelerin dönüşümünü göstermesi ve büyük bir aşkla savunulan sloganların aynı aşk hızıyla nasıl terk edildiğinin gözlemlenmesi açısından da önemlidir.

Siyasi partilerin politikalarını belirleyen en önemli unsurun kitleler olduğu düşünüldüğünde siyaset mekanizmasının kalkınmacı tutumunun öncelikle halkın talepleriyle örtüştüğünü, bu örtüşmenin bir siyaset modeli ürettiğini belirtmeliyiz. Suçu siyaset mekanizmasının omuzlarına yüklemek, siyaset mekanizmasını işleten ve yönlendiren kitlelerin sorumluluğunu görmezden gelmek doğru bir sosyal okuma olmayacaktır.

Hangi nedenle önceleniyor olursa olsun toplumsal değerleri ihmal ederek yürütülen her kalkınma modeli beraberinde sorunlar da getirecektir. Kalkınmanın her derdin şifası olacağı öngörüsü ülke örneğinde görüldüğü gibi başarısız olmuştur. Ülkenin içinde bulunduğu sorunların çözümünde ortak bir duygu olarak ahlak/adalet kavramının belirleyici olması, insan onurunu zedeleyen kimi uygulamaların bu kavram çerçevesinde sona erdirilmesi, insanların kamu otoritesine güveninin tesisi için adalet duygusunun yeniden tesisi ve bu güveni oluşturacak uygulamaların yaygınlaşması çok daha hakkaniyetli, vicdani ve makbul bir  düzenleme olacaktır.

         Kalkınma ve ahlak ilişkisini tesis ederken kavramlardan birini görmezden gelerek veya birini diğeri için feda ederek davranmak hem tercih edilen kavramın başarı kabiliyetini yavaşlatacak hem de beklenilen faydanın oluşmasını engelleyecektir. Ülkeler elbette kalkınmak ve güçlü olmak ister ancak güçlü olurken milletleri var eden değerlerin terk edilmesi /görmezden gelinmesi güçlü bir görünüm arkasında çöküş felsefesini yetiştirmek anlamına gelir.

Toplumsal duyarlılıklara sahip çıkan; aile bağları korunmuş, komşuluk ve mahalle ilişkileri, yardımlaşma ve paylaşma duyguları kuşaktan kuşağa bir ödev olarak aktarılmış; hayvanlara, doğaya saygılı, estetik kaygıları ihmal etmeyen ve insanı önceleyen bir kalkınma modeli tesis edilmeden; insanın insanla barışı tesis edilemeyeceği gibi devletin insanla ilişkisi de sağlıklı bir mecrada yürütülemez.

İnsanın insan olma vasfından dolayı biricik kabul edileceği ve bütün uygulamaların bu biriciklik ekseninde tesis edileceği bir kalkınma düşüncesi ve dünya algısı bütün insanlığın ama özellikle Müslüman insanların çocuklarına borcudur.

 https://hertaraf.com/koseyazisi-kalkinma-ahlak-insan-haklari-4185 

 

SEÇİMİN KAYBEDENİ: KANAL İSTANBUL VE İSRAİLLE TİCARET

 ÜSTÜN BOL
 18.04.2024

 

 

İlginç bir seçmen davranışı ile karşı karşıyayız. Evet, ekonominin uzun süredir kötü seyri ve emeklilerin 10 bin lira ile geçinmeye zorlanması seçmenin ikinci ve üçüncü derecede davranışlarını etkiledi. Ama, ekonomi Mayıs 2023 seçimlerinde de kötüydü ve seçmen kötü ekonomik tabloya rağmen oy kullanırken bu kötü tablonun mimarına oy vermekten çekinmedi. O halde seçmen davranışlarını birinci derecede etkileyen faktör ekonomi değil!

31 Mart seçimlerini diğer seçimlerden ayıran bir başka neden ise neredeyse bütün büyük şehirlerde kimlerin kazanacağının bir ay önceden belli olmasaydı. Her ne kadar anket şirketleri kafaları bulandırmak için elinden geleni yapsa da seçmen nazarında kirlenmiş araştırma şirketlerine itibar edilmedi. Manipülatif araştırmalardan uzak durduğunu zannettiğimiz GENAR bile ilginç anket sonuçları açıkladı. Bunun bir iş kazası olduğunu düşünmemiz için yeterince saf olmamız gerekli!

Seçimlere yaklaşık bir ay kala M. YAVAŞ’ın önündeki anket sonuçları seçimleri 20 puan farkla kazanacağını söylüyordu. YAVAŞ, sonuca inanamadığı için bu araştırmayı kamuoyuyla paylaşmadı. Ancak, devamında iki ayrı anket şirketi de 18-20 puan farkla kazandığına dair sonuçlar önüne koyduğunda M. YAVAŞ büyük bir özgüvenle sonuçları açıkladı. Bu özgüven YAVAŞ’ın konuşmalarını ve rakibine karşı söylemlerini de değiştirdi. Önceleri daha sakin ve itidalli davranan M. YAVAŞ’ın seçimlerin son iki haftasında sergilediği meydan okuyan tavrın gerekçesi buydu. Hatta oy kullandıktan hemen sonra televizyonlara verdiği demeçte ‘Akşam 21.00’de belediyenin önünde kutlamaya davetlisiniz.’ derken sonuçtan emin olduğunu ilan ediyordu. Nitekim anketlerde görünenden daha büyük bir farkla seçimi kazanmayı başardı.

İstanbul seçimleri de benzer bir senaryoyla neticelendi. İktidar partisinin DEM parti ile yaptığı kayyum pazarlığı kamuoyuna açıklanmasa da seçmen gözünde olumsuz etki yaptı. DEM parti iktidara güvenmese de büyükşehirlerde kendi adaylarını gösterdi. Kürt seçmen bu pazarlığı dikkate almadı ve başta Esenyurt olmak üzere hâkim olduğu yerlerde en güçlü muhalefeti destekledi. İmamoğlu, Ankara kadar sonuçtan emin olmasa da son birkaç haftada kazanacağına inanmıştı.

Mansur YAVAŞ ve Ekrem İMAMOĞLU’nu favori yapan aslında belediyecilik başarısı değil, rakiplerinin zaafları idi. Turgut ALTINOK, 2009 seçimlerinde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday olmaya çalışırken onu yıpratan ve aleyhinde propaganda yapan kendi parti teşkilatıydı. Aynı teşkilat 2024 seçimlerinde Altınok’un adaylığını açıklayınca balık hafızalı olmayan seçmen hem adaya hem partisine karşı durmaktan çekinmedi.

İstanbul’da ise daha farklı bir tablo çıktı karşımıza. İstanbul’un en büyük sorununun deprem olduğu düşüncesiyle kentsel dönüşümü gerçekleştireceği iddiasıyla Murat KURUM aday yapıldı. İmamoğlu gibi siyaseten ‘yırtık’ bir ismin karşısına, mülayim, efendi, cami cemaatinin en ön safında duran bir simayla Kurum aday yapılınca aslında netice belli olmuştu. Üstelik yoğun bir Karadeniz oyu barındıran İstanbul’da, Karadenizli bir adayın karşısına İç Anadolulu bir ismin çıkarılması sonucu sürpriz olmaktan çıkardı.

Ancak, seçimin kaybedilmesinde ekonomi ve hemşericilik yaklaşımından daha etkili parametreler de vardı. Üstelik bu parametreler televizyon ekranlarında dile getirilmedi ve neredeyse hiç konuşulmadı. Bir dip dalga halinde alttan alta yürüdü ve sonuca ulaştı. İmamoğlu ve ‘gazeteci arkadaşları’ Kurum’a karşı ısrarla Kanal İstanbul’u sordular. Kurum’un en yumuşak karnı Kanal İstanbul’du. ‘İstanbul’un gündeminde olmayan bir konu bizim gündemimizde olmaz’ diyerek konuyu savuşturmayı denedi Murat Kurum. Oysa aynı anlarda Kanal İstanbul için yol, köprü ve altyapı imalatlarının ihaleleri yapılıyor, ihalesi yapılmış işlerin imalatı devam ediyordu. Ekonomik zorluklar yaşayan İstanbullular bu ikircikli tavrı gördüler ve not ettiler. 10 Bin lira ile geçinmeye çalışan emekliler, orta ve dar gelirli insanlar kendilerinden esirgenen ücretlerin hayatlarında hiçbir karşılığı olmayan Kanal İstanbul projesine aktarılmasını kabul etmediler.

Üstelik İstanbul’un nüfusunu azaltmayı, Anadolu’ya geri dönüşü savunduğunu iddia eden iktidarın, körfez ülkeleriyle anlaşarak İstanbul nüfusunu en az iki milyon artıracak bir projede ısrar etmesi kabul edilemezdi ve kabul edilmedi. Aynı iktidarın deprem ve kentsel dönüşüm iddiası da bu projeyle inandırıcılığını kaybetti.

Seçimlerden birkaç ay önce ilginç başka bir gelişme daha yaşandı. Hırsız İsrail ve hırsız Yahudiler Gazze’de bir soykırıma başladı. İktidar bu soykırıma karşı sözlü açıklamalar yaptı ama fiili bir karşılık vermedi. İsrail’le ticaret devam etti. Üstelik bu ticareti savunmak için üretilen argümanlar son derece onur kırıcıydı. Bir yandan ise iktidar, İsrail’le ticaret yasaklansın diye haykıran insanlara karşı kaba güç kullanmaya başladı. Sadece kendisine yönelik protestolar değil Zorlu Holding gibi uluslararası sermayenin protesto edilmesini de engelledi. Zorlu holdingi protesto eden insanlar holding önünde gözaltına alındı. Sanki holdingin ortağıymış gibi davranan iktidar ağzını açan herkesi polis merkezlerine götürdü. En son İstiklal Caddesinde yapılan protestolarda başörtülü kadınlar, gençler ters kelepçe ile gözaltına alındı. Tüm bunlar olurken eğitilmiş troller protesto edenlerin İsrail ve İran ajanları olduğunu, dış güçlerin oyuncağı olduklarını yaymaya başladılar. Neticede kaybedilen bir seçimin ardından iktidar İsrail’le ilişkilerde ne olduğu çokta anlaşılmayan kısıtlama kararlarını açıkladı. Bu karardan sonra da Türkiye’den gemiler İsrail’le ticaret için yola çıkmaya devam etti. Bunlar daha önceden anlaşması yapılan ticari faaliyetler olduğu için kısıtlama kapsamında değerlendirilmiyordu!

İktidar seçim hezimetinin ardından beylik cümlelerle daha önce olduğu gibi, mesajı aldıklarını, kendilerine çekici düzen vereceklerini ve seçmenin taleplerine yanıt vereceklerini açıkladı. Son on yılda yapılan bütün seçimlerin ardından yapılan benzer açıklamalar sonucun bu kez de farklı olmayacağını, iktidar partisinin sonuçları doğru okuyamayacağını gösteriyor!

İktidar eğer geçmiş seçimlerden ders çıkarabilmiş olsaydı 20 küsur yıllık hanedanının en kötü aday tespitini yaparak seçmenin karşısına çıkmazdı. Buna karşın CHP, üzerindeki bütün yüklerden arınarak seçmen karşısına çıktı. Yorulmuş, yıpranmış ama hırslarını dizginleyemeyen isimlerle yollarını ayırdı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun 14 senedir sürdürdüğü Kemalistleri terbiye edip muhafazakarlarla barışma projesine sahip çıktı ve başarılı bir sonuç aldı.

Özgür Özel, CHP’nin abisi değil tarihi hükmünde olan, 86 yaşındaki Yılmaz Büyükerşen gibi ağırlıklarla yolunu ayırıp, Eskişehir’de 55 yaşındaki Ayşe Ünlüce ile belediye başkanlığını kazandı. Ordu’nun merkez ilçesi Altınordu’da Ulaş Tepe’yi aday yaparak 33 yaşında belediye başkanlığını kazanmasını sağladı. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Buna karşılık iktidar partisi 1990’ların CHP’si gibi ahı gitmiş vahı kalmış isimlerle yola devam etti. Ordu Büyükşehir Belediye Başkanlığını 74 yaşındaki bir isimle kazandı ama 2014 seçimlerine göre 15 puan kaybetti. 2014 seçimlerinde Ordu’da 20’de 20 yaparak tulum çıkaran AK Parti, 2024 seçimlerinde 8 ilçe belediye başkanlığını kaybederek ancak 12 belediye kazanabildi. Üstelik bu seçim adaya rağmen Erdoğan’ın ceketine oy veren seçmenler sayesinde kazanıldı. Altınordu’da AK Parti’nin kaybeden adayı ise ağır Ankara bürokratı pozlarındaydı. Seçmen 1990’lardan kalma seçim stratejilerine itibar etmeyeceğini oyuyla gösterdi. Ordu seçimleri için ilginç bir durumun söz konusu olduğunu da belirtelim. Her ne kadar Ordu’da seçimi AK Parti kazanmış olsa da seçimle ilgili şaibeler hala gündemden düşmüş değil! Hiç katlanmadan sandıktan çıkan oylar, oy çuvallarını mühürlenmeden evine götüren sandık başkanları, çift mühür var denilerek iptal edilen Enver Yılmaz’a ait 30 binin üzerindeki oy seçimlerin 1946 seçimlerine benzediğini gösteriyor! Üstelik sokakta neredeyse bütün insanlar bir seçim manipülasyonu olduğundan emin! Önümüzdeki beş yıl boyunca şehir yönetiminin üzerinde bu şaibenin bir hayalet gibi dolaşacağından kimsenin şüphesi yok!

Peki, bu hezimetin iktidar açısından sorumlusu kim? Beş yıl önce olsaydı kesinlikle Erdoğan’ın yenilgisi diyebileceğimiz bu süreç, 2024 seçimleri için geçerli değil! Kanal İstanbul ve İsrail’le Ticaret AK Parti seçmeninin yaklaşık 4 milyonluk bir kesiminin sandığa gitmemesine neden oldu, yaklaşık 1 - 1,5 milyon seçmen de geçersiz oy kullanarak iktidara bir ders vermek istedi, bu doğru. Ancak bu seçimde bütün merkezi hatalara rağmen doğru adaylarla daha başarılı bir seçim geçirilebilirdi. Erdoğan bu hezimette merkezi yönetimle yerel yönetim ilişkilerini birbiriyle eşleştirdiği için hatalı ama aday belirleme süreçlerinde güvendiği isimlerden gelen yanlış bilgilere itibar ettiği için kaybettiğini söylemek yanlış olmaz. Son on yılda AK Parti aday belirleme süreçlerinde çok yanlış isimlerle yola çıktı. Ancak bu seçimde aday isimlerinin yandaş anketlerle ve şehirlerin abisi hüviyetindeki kifayetsiz muhterislerin etkisiyle belirlendiğini görmeliyiz. Erdoğan’ın aday belirleme süreçlerinde 2002’den bu yana en masum olduğu seçim 2024 seçimleridir desek yeridir. Etrafındakilere gereksiz biçimde güvenen, çeşitli illerde inisiyatifi gereksiz şekilde itibar ettiği isimlere bırakan Erdoğan en ağır yenilgisini yakın çevresi sayesinde aldı.

Seçime birkaç hafta kala sonuçları öngören Erdoğan kendini öne çıkardı ve risk aldı, ‘Bu benim son seçimim’ diyerek bir hamle yaptı. ‘Adaylar kötü de olsa benim ismime oy verin’ diyen Erdoğan’a seçmen; ‘Biz, Mayıs 2023 seçimlerinde bu çağrıya karşılık verdik ama bu kez yerel yöneticileri seçiyoruz bu cumhurbaşkanlığı seçimi değil’ diyerek yanıt verdi.

Neticede ekonomi yönetiminde yıllardır devam eden istikrarsızlık, CHP’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sergilediği geriden pazarlıklara benzeyen ve derinden derinden sürdürülen Kanal İstanbul projesi ve en nihayetinde halkın karşı çıkmasına rağmen yürütülen İsrail’le ticaret gibi büyük hatalarla, AK Parti tarihinin en kötü adaylarıyla girdiği seçimden büyük bir yenilgi ile ayrıldı. Belki bu sert uyarı, 2019 seçimlerinde gösterilmiş olsaydı ve AK Parti gerçekten seçim sonuçlarını doğru okuyabilseydi bu ağır hezimet yaşanmayabilirdi. Bugün ise iktidarın mevcut yorgun ve bürokratik oligarşiye teslim olmuş yapısıyla seçim sonuçlarından dersler çıkararak kendine çeki düzen vereceğini düşünmek hayal gibi görünüyor.


https://hertaraf.com/koseyazisi-secimin-kaybedeni-kanal-istanbul-ve-israille-ticaret-4130 

Kemal Kılıçdaroğlu

 


 ÜSTÜN BOL

 06.04.2024

     

 

 

Deniz BAYKAL, 2010 yılında bir kaset kumpası ile istifaya zorlanmış; hemen ardından da aday olmayacağını açıklayan Kemal KILIÇDAROĞLU aday yapılarak Cumhuriyet Halk Partisinin genel başkanı seçtirilmişti.

Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçildiği genel kurul sonrası parti kamuoyunda yaşanan heyecan siyaseti takip edenlerin hala hatırındadır.

Özgür Özel’in genel başkan seçildiği genel kurul sonrasında biraz da Cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan ağır yenilginin etkisiyle CHP’lilerin heyecandan çok korku yaşadığını da kaydedelim.

‘Özgür Özel’den genel başkan mı olur?’ tedirginliğinin hala sürdüğünü söylemek de mümkün.

31 Mart seçim zaferiyle bu korkunun bir süre sümenaltı edileceği de aşikar.

CHP’yi 31 Mart zaferine taşıyan süreci Özgür Özel’in başarısı ve CHP teşkilatlarının değişim heyecanına bağlamak bana çocukça geliyor!

Üstelik bunu söylediğimizde yeni yönetimin ‘başarı’ hikayesine çok doğru olmadığı halde su taşımış oluyoruz.

Öte yandan bu seçimin asıl galibi Kemal Kılıçdaroğlu’na haksızlık etmiş oluruz.

Parti teşkilatları genel başkanlarına bağlılıklarını bildirmek için bu yolu deneyebilir elbette ancak; bizler gibi filmi dışarıdan seyredenlerin Kemal Kılıçdaroğlu’nun hakkını teslim etmesi gerekiyor.

2000 Yılından itibaren siyasetin yeniden dizayn edilme sürecini gözden geçirdiğimizde ilginç bir tablo çıkıyor karşımıza.

Amerikadan yola çıkıp Balkanlar üzerinden ülkemize giriş yapan yüksek hava basıncı, Türkiye’de yobaz/kemalist askeri ve sivil bürokrasiyi tasfiye etmeyi planlıyordu.

Başta ABD olmak üzere ‘Avrupa’ taş kafalı Kemalistlerle artık yol yürünemeyeceğini, onun yerine liberal demokrasiye rıza gösterecek yeni bir süreç planlamıştı.

Bu plan çerçevesinde 28 Şubat sonrası oluşan konjonktür bir ismi işaret ediyordu. O isim Recep Tayyip ERDOĞAN’dı.

2002’den 2011’e kadar işler iyi giderken, bu tarihten sonra Erdoğan’ı kontrol edemediğini düşünen ‘Batı’ kendine yeni yol arkadaşları aramaya başladı.

2023 seçimlerine kadar kavgalı bir süreç yaşansa da Erdoğan arkasına aldığı kamuoyu desteğiyle ‘batı’ya karşı ayakta durmayı başardı.

İktidarı bir şekilde dizayn etmeye çalışan ‘dış güçler’ yeni sistemi meşru kılabilmek için muhalefeti de dizayn etmeye karar verdi.

Bu dizayn operasyonu bir Amerikan aparatı olarak FETÖ üzerinden yürütüldü ve kaset kumpasıyla Deniz Baykal CHP genel başkanlığından uzaklaştırıldı.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçilmesiyle birlikte CHP vitrininde baskın şekilde yer alan, yobazca Kemalist bir tutum sergileyen, 28 Şubat artığı Çerkez, Sünni (inanç değil gelenek), Türk oyuncular tasfiye edildi.

Yerine yontulmuş bir kemalizm ekseninde Türk, Alevi yeni aktörler vitrine taşındı.

Kılıçdaroğlu’nun ilk on yılı seçmen nazarında kuşkuyla karşılandı ve iktidarın bütün hatalarına rağmen gerekli karşılığı görmedi. Çünkü seçmen gözünde CHP hiçbir zaman sözüne itibar edilir bir siyasal aktör olmamıştı.

Kılıçdaroğlu her seye rağmen vazgeçmedi. Yobaz Kemalistleri partiden uzaklaştırmakla yetinmedi. Farklı kesimlerden insanları, adı CHP ile anılamayacak isimleri partisine kattı.

Liberal isimlerin yanında Mehmet Bekaroğlu, Cihangir İslam gibi İslami camianın yakından tanıdığı isimler CHP listelerinden milletvekili seçildi.

2014 ve 2019 Yerel seçimlerinde başörtülü aday çıkarmayı bile düşündü CHP!

Ancak ne kadar terbiye edilmeye çalışılırsa çalışılsın Kemalist doku buna izin vermedi. Kılıçdaroğlu’na kalsa CHP en kötü ihtimalle 2019 seçimlerinde bir başörtülü belediye başkanına sahip olacaktı.

KIlıçdaroğlu’nun yobaz Kemalistleri tasfiye etmesi, kamuoyu korkusu sebebiyle gün yüzüne çıkarılmasa da cemaatlerle el altından irtibata geçmesi, başörtüsü ve çarşaf gibi konularda bırakınız giysinler tavrı seçmen tarafından dikkatlice izlendi ve olumlu karşılandı.

İktidarın affedilemez hataları sonrasında seçmen Kılıçdaroğlu’nun bir şansı hak ettiğini düşünmeye başladığında tarihler 2020’yi gösteriyordu.

2020 yılına gelindiğinde Kılıçdaroğlu özellikle partiye dışarıdan monte ettiği İslami kesimden isimlerin etkisiyle ortalama muhafazakar seçmenle arasındaki buzların erimeye başladığını fiilen gözlemlemekteydi.

Bu gözlem Kılıçdaroğlu’nu muhafazakar kesime daha da yaklaştırdı. Liberallerin uzun süredir AK PARTİ’den kaçışı devam ederken Kılıçdaroğlu’nun sürdürdüğü liberal politikalar bu kesim için de CHP’yi yeni bir adres olarak karşılarına çıkardı.

Kılıçdaroğlu 2002 öncesi AK PARTİ’nin yakaladığı, toplumun farklı kesimlerinin ortak adresi olma yolunda emin adımlarla yürüyordu.



Kılıçdaroğlu, 2024 1 Nisan’ını görebilseydi 14 yıllık emeklerinin karşılığını almış olacaktı.

Ne olduysa 14-28 Mayıs seçimleri sırasında izlenen yanlış politikalarla oldu. Yaşı itibariyle 2028 seçimlerini görüp göremeyeceğini bilemeyen Kılıçdaroğlu adaylık konusunda ısrar etti.

Esasen doğal olarak Kılıçdaroğlu’nun aday olması gerekiyordu. Hem 2010 yılından o güne kadar izlediği çizgi, hem de anamuhalefet partisi lideri olarak adaylığı en çok o hak etmişti!

Bu ‘son fırsat’ı kaçırmamak için Kılıçdaroğlu bütün riskleri aldı ve detaylarına girmesek de büyük hatalar yaptı. Neticede Meral Akşener talimat üzerine önce masadan kalktı sonra başka bir talimatla masaya oturtuldu. Bu hamleler seçim yapılmadan seçimin kaybedileceğini zaten ilan ediyordu.

Ancak Kılıçdaroğlu zorlu adaylık sürecinden sonra da sıklıkla büyük hatalar yapmaya devam etti ve seçimlerden kendisi, partisi ve yedi kocalı başkanlık düzeni ağır bir yenilgiyle ayrıldı.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından da onu CHP’yi terbiye etmesi için genel başkan seçtiren irade, yeni bir siyasi dizayn operasyonu ile onu tasfiye etti. Özgür Özel isminin genel başkanlık hikayesini siyasetin doğal bir sonucu olarak değil, bu dizayn etme sürecinin bir parçası olarak okumak daha doğru olacaktır. Siyaseti dizayn eden bu süreçlerin sadece CHP için geçerli olmadığını, İYİ Parti, AKPARTİ ve diğer siyasal aktörler için de asıl belirleyici unsurun dizayn süreçleri olduğunu belirtmekte fayda var.

Bu 14 yıllık terbiye etme sürecinin ardından 3-5 ayda yeni genel başkanın yeni teşkilatlarla büyük bir sinerji yaratarak 31 Mart seçimlerini kazandığını iddia etmek romantik bir yorum olabilir ama hem gerçekçi olmaz, hem de Kılıçdaroğlu’na haksızlık olur.

Muhafazakar/sağcı seçmenin hiç tereddüt etmeden CHP’ye oy vermesini yeni genel başkanın parlak ve kirlenmemiş yüzüne nispet etmek sağlıklı bir değerlendirme değil.

CHP’liler dün arkasından koştukları Kılıçdaroğlu’nu unutmuş yeni aşklarının peşinde koşuyor olabilir. Oysa 31 Mart’ta elde edilen büyük zaferin mimarı ve galibi 14 yıl boyunca bu süreci ilmek ilmek dokuyan, her ne kadar siyasi hayatı sona ermiş olsa da Kemal Kılıçdaroğlu’dur.

Hakkını vermezsek haksızlık etmiş oluruz.



https://hertaraf.com/koseyazisi-kemal-kilicdaroglu-4112  

 

tagore