Herkesi
adaletsizce hapse atan bir hükümetin yönetiminde,
âdil
insanların olması gereken yer de hapishanelerdir.
(Henry
David Thoreau)
Henry David
Thoreau dünyada ‘Sivil İtaatsizlik’ düşüncesinin babası
olarak kabul ediliyor. 1848 Yılında yazdığı ‘Sivil
İtaatsizlik’
makalesi bugün hala sivil itaatsizlik düşüncesinin temel
taşlarını oluşturuyor. Genç yaşta hayatını kaybeden
Thoreau’nun insanlık ailesine bıraktığı en büyük miras bu
makale.
Fakir bir ailenin çocuğu olarak
1817 yılında dünyaya gelen Thoreau zor geçen çocukluk hayatının
ardından 16 yaşında Harvard Üniversitesine kaydolur.
Mezuniyetinden sonra bir devlet okulunda öğretmenlik yapar. Okul
yönetiminin öğrencilere şiddet uygulamasını tavsiye etmesi
üzerine istifa eder, kısa bir süre kardeşiyle birlikte özel okul
işletir. Farklı işlerde çalışır, ilk kitabı ‘Concord ve
Merrimack Irmaklarında Bir Hafta’ başarısız olunca inzivaya
çekilir.
Amerikan hükümetinin Meksika
savaşını sürdürmek ve köleliğin devamını sağlamak için
çıkardığı vergileri ödemeyi reddeder ve hapse atılır.
Thoreau’nun ‘Sivil İtaatsizlik’ makalesinin temelinde bu olay
atar. Thoreau bu makalesinde zalim yönetimlere karşı en etkili
direnme yönteminin vergi ödemeyi reddetmek olduğunu söyler.
Thoreau, kendisinden sonra gelen
düşünür ve aktivistleri de derinden etkiler. Gandi ve Martin
Luther King Sivil İtaatsizlik makalesinden etkilenerek direnişlerine
yeni şekiller verirler. Esasen Gandi, sivil itaatsizlik eylemlerini
sürdürürken bu makaleyle karşılaşır ve tanımlamayı çok
beğenerek kullanmaya başlar. Gandi, sivil itaatsizlik kavramını
benimsese de eksik bulur. Bu tanımlamanın kendi direnişini tam
olarak karşılamadığını düşünmektedir. Bir süre sonra Sivil
İtaatsizlik yerine Sivil Mukavemet kavramını öne çıkarır ve
mücadelesinin sonuna kadar da bu kavramı kullanır.
1848’de yazılan, 1849’da basılan
Sivil İtaatsizlik makalesi beklenen ilgiyi ancak 1980’li yıllarda
Avrupa’da görür. Devlet otoritesine mutlak bağlılığın
sorgulandığı, bireyin taleplerinin öncelendiği bu yıllarda
özellikle Avrupa solu üzerinde makale adeta patlama yapar.
Türkiye’de ise 1980 darbesiyle ağır yara alan sol kesim Özal’ın
liberal politikalarıyla sivil toplum örgütleri üzerinden yeniden
örgütlenir. Bu dönem, sivil toplum örgütlerinin anlaşılmasından
çok örgütlenme kapasitesinin kullanıldığı yıllardır. Aynı
dönemde Sivil İtaatsizlik/Sivil Toplum kavramının ilginç bir
biçimde İslami camiada karşılık gördüğünü ve ülke
gündemine bugünkü anlamıyla İslamcılar(!) eliyle sokulduğunu
da kabul etmeliyiz.
Thoreau, takipçilerinden farklı
olarak o yıllarda itaatsizlik eylemleri sonrasında otoritenin
vereceği cezaları kabul etmek gerektiğini düşünmektedir. Hapis
cezası verilirse Thoreau girip yatar. Kendisinden sonra gelenler ise
otoritenin vereceği cezaları daha doğrusu devletin
cezalandırmasını kabul etmeme taraftarıdır.
Önce
İnsan Sonra Yurttaş!
‘Hükümetlerin
en iyisi en az hükmedendir’
diye başlar Sivil İtaatsizlik makalesi. Devamında da şöyle der:
‘Bu
söz uygulandığında “hükümetlerin en iyisi hükmetmeyendir”e
varılacak.’
Thoreau’nun otorite karşısında duruşunu özetleyen bu cümle,
sivil itaatsizlik düşüncesinin de ana fikrini oluşturur. Bununla
birlikte Thoreau hükümetsiz, otoritesiz bir toplum da düşünmez.
Sınırlarını, ölçülerini bilen insan üzerinde hükmetme
iddiasını toplumsal düzenle sınırlayan ve birey ve özgürlükleri
üzerinde tahakküm kurmaya cüret etmeyen bir otorite mevcut
olabilir. Ona göre bunun tesisi için ‘Önce
insan sonra yurttaş’
olunduğunun kabul edilmesi gerekmektedir.
‘Her
insan devrim yapma hakkının, yani hükümetin zorbalığına ve
yetersizliğine artık dayanamadığında hükümete bağlılığını
reddetme ve hükümete itaat etmeme hakkının farkındadır.’
Thoreau önce insan olma düşüncesini bu felsefe üzerine inşa
eder.
Devlet ve insan
arasındaki ilişkiyi bir makinaya benzetir. ‘Makinalar
hep sürtünmeyle çalışır. Muhtemelen o sürtünmenin makinaya
vereceği zarar yaptığı işin yararı sayesinde dengeleniyordur.
Ama sürtünme artık makinayı ele geçirdiğinde, yani baskı ve
hırsızlığı teşkilatlandırdığında, bence artık o makineyi
yok etmek gerekir.’
der.
Thoreau,
devletle insan ilişkisini makine sürtünmesi örneğiyle izah eder
ama insanı da çok özel bir yere konumlandırmaz. Hatta bu konuda
oldukça gerçekçidir: ‘Halkların
faziletli eylemlere imza attığı pek görülmemiştir. Çoğunluk
sonunda köleliğe son vermek için oy verdiğinde ya artık kölelik
konusu ilgilerini çekmiyor olacak, ya da artık oy verseler de pek
bir şey değişmeyecek; zaten kölelik neredeyse bitmiş olacak.’
Aynada
Görünmeyen
Thoreau’nun
inşa ettiği sivil itaatsizlik kavramının resim, şiir, sinema
gibi bir çok alanda yansımalarını da görmek mümkün. Fransız
Edgar DEGAS
özellikle dans çizimleriyle tanınan bir ressam. Ünlü bir
tablosunda DEGAS ayna önünde dans eden balerinleri resmeder. Ancak
aynanın tam önünde olmasına rağmen balerinlerden birinin
silüetinin aynaya yansımadığı görülür.
Agnelius
Silesius
da DEGAS’tan yüz yıllar önce bu tabloya benzer bir şiir yazar:
Güle dair bir neden yok
Gül açar çünkü gül açar.
Ne gözetir kendini
Ne görülmek arzular.
Onlarca partnerin sahne aldığı,
kaba bir pazarlama düşüncesinin sivil toplum olarak lanse edildiği
bir zamanda, Thoreau’nun sivil itaatsizlik düşüncesinin izinde
varlığını aynaya yansıtmadan ve görülme arzusu taşımadan
sürdürebilen oluşumlara bugün sivil toplum örgütü diyoruz.
Atasoy Müftüoğlu’nun
kitaplarında yazdığı, konferanslarında anlattığı ilginç ve
bir o kadar da trajikomik bir gerçeklik var. 2009 yılında İsrail
yine Gazze’ye saldırırken geçici ateşkes kapsamında Refah
sınır kapısı insani yardımlar için açılırken, kameraların
kayıt aldığı sırada Türkiye’den gelen yardım örgütlerinin
kendi bayraklarını, isimlerini kameralara göstermek için
birbirleriyle itişip kakıştığını anlatır Müftüoğlu. Yardım
örgütleri sivil toplum örgütü değildir diyerek (değildir)
meselenin içinden çıkabiliriz elbette. Ama sadece yardım
örgütleriyle sınırlı bir hastalıktan bahsetmiyoruz. 7 Ekim’den
bu yana süren Gazze katliamından sonra da benzer sahneler
yaşanıyor. Eyleme katılmak isteyenlere kendi bayrağını sallama
şartı getiren, siz bizim eylemimize katılamazsınız diyen,
organize edilen eylemlere sadece kendisi değil mensuplarının da
katılmayacaklarını beyan eden örgütler var karşımızda. Daha
kötüsü otoriteden izin alamadığı/korktuğu için miting
düzenleyemeyen veya otoritenin izin verdiği yerde miting düzenleyen
yapılarla karşı karşıyayız.
Eski yıllara bakıldığında sivil
toplum örgütü adıyla kurulan siyasi, dini / ideolojik yapıların
sokağa çıkmadıklarını; eylem, miting yapmadıklarını, bir
yerlerden işaret/izin almadıkça ağızlarını açmadıklarını
görüyoruz. Sivil toplumun miting yapma özgürlüğünü bile
elinden alan, miting yapılacaksa ben yaparım bana tabi olacaksınız
diyen bir irade/otorite ile karşı karşıyayız. Eskiden sivil
toplum örgütü olduğunu zannettiğimiz dernek ve vakıfların
aradan geçen aylara rağmen miting yapmayı düşünemeyen/cesaret
dahi edemeyen yapılara dönüştüğünü görmek üzüntü verici!
Gönüllü
Rehineler!
Kötü Yahudilerin (siyonistlerin)
Gazze katliamına gerekçe gösterdikleri olay 7 Ekim tarihli rehine
alma eylemiydi. Bu eylem Filistin devletinin ordusu (HAMAS)
tarafından gerçekleştirilen askeri bir operasyondu. Yani meşru
bir devletin, meşru bir ordunun kendi toprakları üzerinde düşman
kuvvetlerine karşı gerçekleştirdiği bir harekât. HAMAS iki
rehin alma yönteminden birini gerçekleştirdi ve topraklarında
işgalci olarak yer alan düşman kuvvetlerine karşı silahlı bir
eylem yaptı.
Diğer rehin alma yöntemi ise bütün
dünyada ve Türkiye’de gönüllülük esasına göre kullanılıyor.
Basın-yayın, sosyal medya, akademi, sinema vb. yollarla
gerçekleştirilen bu rehin alma eyleminde, insanlar kendi
ayaklarıyla düşmana giderek teslim oluyorlar! Onların iradesi
dışında hareket etmeyeceklerini, onların sözleri ve
davranışlarından başkasını meşru görmeyeceklerini, her ne
şart altında olursa olsun ‘beslendikleri sürece’ isyan
etmeyeceklerini beyan ediyorlar.
Gönüllü rehinelik diye
tanımladığımız bu yaklaşım bireysel olarak gerçekleşebileceği
gibi kurumsal olarak da yapılabiliyor. ‘Siz izin vermediğiniz,
işaret etmediğiniz sürece eylem, miting, açıklama
yapılmayacaktır’ diyerek otoriteye bağlılıklarını bildiren
koca koca örgütler; bu bağlılıklarının neticesinde nasıl
ödüllendirileceklerinin, bu sadakatin bilançolarına nasıl
yansıyacağının hesabını yapıyorlar! Bu gönüllü rehineler
Gazze için yapılan eylem organizasyonlarına ne kişisel ne de
kurumsal olarak katılmayarak, otorite önünde ileride sicillerine
işlenebilecek bir ‘suç’tan da kaçmaya çalışıyorlar!
Bununla birlikte ‘Kazara bir kabahat, bir suç işlenmiş olabilir’
diyerek, Milli İrade Platformlarında en önde yer alarak biat
tazelemekte mahsur görmüyorlar.
Ya da benzer şekilde ABD’nin
‘Yahudi’ Dışişleri Bakanının Ankara ziyaretinde protesto
edilmesi, sivil toplum eliyle engelleniyor! MAZLUMDER, AKV gibi
kuruluşların önderliğinde kurulan platformlar dar bir çerçevede
eylemler organize etse de alana hâkim niceliksel olarak büyük
dernek ve vakıflar alandan çekildiği için bu eylemler görülmeyen,
gösterilmeyen cılız faaliyetler olarak kalıyor.
Avrupa’da ve dünyanın diğer
ülkelerinde sivil itaatsizlik giderek sivil mukavemete evrilirken
Türkiye’de sivil toplumun vazifesinin denetim olduğuna dair
kanaat yaygınlaştırılıyor. 1990’larda sivil toplum olgusunu en
iyi anlayan ve bunun üzerine yoğunlaşarak başarı elde eden
İslami camia, kurduğu bütün düşünsel/ahlaki yapıyı bir arka
bahçe organizasyonuyla heba ediyor.
Sivil
İtaatsizlikten Denetime!
Sivil toplumu, etkin olmaktan edilgen
olmaya iten denetim vazifesi üretilmiş bir görev olarak karşımızda
duruyor. Otorite sivil toplum düşüncesini kendi çıkarlarına
uygun bir organizasyon şemasına dönüştürmeye çalışıyor.
Sivil toplum, yapılmış, sonlanmış bir iş ve eylem için elbette
denetim vazifesini yerine getirecektir (Kamu nezdinde kurulu bulunan
İnsan hakları kurulları, tüketici ve hasta hakları komisyonları
gibi). Ancak; sivil toplumun asıl vazifesi; otoriteyi,
yapacağı/yapabileceği insan hakları ihlallerine karşı önceden
uyarmak, gerekiyorsa legal güçleri ile tehdit etmek (oy vermemek,
satın almamak, kamuoyu desteği sağlamamak, protesto etmek,
açıklama yapmak vs.), otoriteyi düşünceleriyle yönlendirerek
yönetmek, söz hakkının kendisinde değil, toplumu oluşturan
özgür insanlarda olduğunu idarecilerinin belleklerine kazımaktır.
Otoritenin yaptığı iyi şeyleri
alkışlamak parti teşkilatlarının görevidir. Sivil toplum
iktidarda kim olursa olsun otoritenin hatalarına odaklanır.
Otorite, yaptığı iyi şeyleri zaten görevi bu olduğu için
yapmıştır, bir lütufta bulunmak için değil! Sivil toplumun
görevinin sadece kamunun denetlenmesi olduğu düşüncesi modern
otoritelerin planladığı bir rehin alma girişimidir.
Gerçeklik algısını yönetenler, o
resimdeki aynaya yansıyan balerinlere işaret ediyorlar. Ne kadar
ritmik, estetik dans ettikleri, ne kadar mutlu oldukları aynanın
bize gösterdiği ve sürekli gözümüze sokulan bir yanılsama.
Kimse aynanın önünde dans eden öteki balerinin yansımasının
neden görülmediğini sorgulamıyor. Aynada gösterilenle gerçekte
olanın farkına hakikat diyoruz. Aynada yansıması olup olmadığına
bakmadan ve hatta o sahte siluetlerle yanyana gelmemeyi
bilerek-isteyerek tercih eden, görülmek arzusuyla yanıp
tutuşmayan, rehin alınamamış akıllara saygı duymamız; gönüllü
rehinelerle ise insaniyet namına irtibatımızı kesmemiz gerekiyor.
Konuyla
bağlantılı yazı için:
https://hertaraf.com/koseyazisi-14-28-mayis-secimlerinin-golgesinde-sivil-toplum-mumkun-mu-3765