10 Haziran 2012 Pazar
SÖZ KONUSU MÜSLÜMANLAR OLUNCA, SESSİZLİK!
2 Haziran 2012 Cumartesi
Barış yeniden mümkün mü?
Yeni Anayasa: Yeni Paradigma
Yeni
Anayasa, Yeni Paradigma
İmparatorluklar ilk tehdit ve düşman
olarak dış güçleri değerlendirirken, ulus devletlerde ilk düşman/tehdit iç
kuvvetlerdir. Bu nedenle imparatorluklar -daha büyük düşündükleri için- iç
huzuru güçlü olmanın ve “dış düşman”a karşı her zaman hazır olmanın formülü
olarak kullanırken, ulus devletçiler terbiye edilmeleri gereken ilk tehdit
olarak ülke içindeki farklılıkları görmüşlerdir.
Bu, imparatorlukların insan merkezli bir
devlet yapısına sahip olduğu anlamına gelmez elbette. İmparatorluklar da tıpkı
ulus devletler gibi zamanı geldiğinde “çıban başlarını” ezmeyi ve haddini
bildirmeyi bilmektedir. Ve fakat imparatorluklar “sistem”le barış içinde
yaşadığı sürece farklılıkları yok etmeyi ve her şeyi tekdüzeleştirmeyi de
düşünmemişlerdir. Ulus devletle imparatorluklar arasındaki temel farklardan
biri de bu olmalıdır. Ulus devlete göre herhangi bir “tehdit” içermiyorsa bile
farklılıklar terbiye edilmeleri, dönüştürülmeleri gereken unsurlardır!
Ulus devlet kavramı bir Avrupa hastalığı
olan ırkçılığın sonucudur. Ulus devlet hastalığının dünyaya Avrupa’dan ihraç
edilmesi de bunun bir göstergesidir aslında. Alman, İtalyan, İngiliz, Fransız
ulusçuluğu bugünde en aktif ve en kaba şekilde yaşanmaktadır ve fakat ne
hikmetse bu ilkel ve kaba dünya görüşü, pazarlama gücünün de etkisiyle
uygarlık, medeniyet gibi sunulmaktadır insanlığa. Bu pazarlamanın neticesinde
ise “geri kalmış toplumlar”da ırkçılık ve ulusçuluk yükselen bir değer olarak
karşımıza çıkarılmaktadır.
Referansımız
1921 Anayasası!
Birinci dünya savaşının ardından
İmparatorluk bakiyesi topraklarda işgal güçlerine karşı farklı düşüncelerde
direnişler örgütlenmiş, Meclisi Mebusan üyelerinin bir kısmı ile bu direniş ve
örgütlenmeler millet meclisini teşekkül ettirerek 1921 anayasasını kabul
etmiştir. 1921 Anayasası farklı etnik kimliklerden temsilcilerin, seçimle
belirlenen Meclisi Mebusan üyelerinden ve Kuvayi Milliye temsilcilerinden
oluşmaktadır. Genel olarak bir çerçeve anayasa hükmünde olan 1921 anayasası
genel hükümlerden ibaret olmakla birlikte, ademi merkeziyetçi bir yapı ile
yerel yönetimlerin otoritesi üzerine kurulu bir genel yapı tasavvur ediyordu.
Bu yapı sağlık, eğitim, ticaret gibi hususları bir nevi muhtariyet çerçevesinde
mahalline bırakmakta ve bugünkü anlamıyla güçlü bir yerel yönetim yapısını
amaçlamaktadır. Bu genel yapının üzerinde de “devlet”i adalet, güvenlik, iç ve
dış siyaset gibi bütüncül alanlar ile uluslararası ve uluslarüstü alanda temsil
ile yetkilendirilen bir üst organ olarak meclis (parlamento) bulunmaktadır.
(1921 Anayasası farklı etnik kimliklerin
mutabakatı ile ve günün şartlarına uygun olarak kabul edilmiştir. Günümüzde ise
bu madde Kürt sorununun çözümüne ilişkin birebir örneklik teşkil edemese de yol
gösterici bir fonksiyon icra etmektedir. 1921 anayasasında güçlü yerel yönetim
ve muhtariyet şu şekilde ifade bulmaktadır:
1921 Anayasası madde metni: ”Vilâyet
mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili
siyaset, şer’i adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükûmetin
umumi tekâlifi ile menafii birden ziyade vilâyata, şâmil hususat müstesna olmak
üzere Büyük Millet Meclisince vaz edilecek kavanin mucibince evkaf, Medaris,
Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti içtimaiye işlerinin tanzim
ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dahilindedir.”
1921
Anayasasının paradigmasından yola çıkarak ve aslında ülkenin kurtuluş, devletin
kuruluş felsefesini de dikkate alarak “etnik temele dayanmayan” bölgesel
yapılar (Bölge Valilikleri, Amerikan, Alman eyalet modelleri) vasıtasıyla
onlarca yıllık Kürt sorununa çözüm üretilebilir.)
Devletin kuruluş aşamasında farklı etnik
kimlikleri bir araya getiren bu çerçeve 1924 yılında bir yarılmaya uğramış ve
farklı etnik kimlikler temelinde inşa edilmesine karar verilen devlet yapısı
bir anda tektipçi bir noktaya evrilmiştir. Birlikte savaşan, birlikte direnen
ve bedel ödeyen toplumlar 1924 anayasası ile yeni bir şekillendirmenin öznesi haline
getirilmiştir. Devlet yapısındaki bu ani değişiklik beraberinde inkar ve
asimilasyonu getirmiş, bu nedenle de ülkenin farklı bölgelerinde isyanlar baş
göstermiştir. Bu isyanlar dini ve etnik kökenli isyanlar olarak genel bir
sınıflandırmaya tabi tutulabilir.
Nasıl olmuştur bu? 1924 Anayasasını
kabul eden meclis kimlerden oluşmaktadır? 1921 Meclisine göre emir komuta
zinciri içerisinde çalışan bir meclis vardır 1924’de. “Önder”, vekilleri
kendisi belirlemekte, kendisi seçmekte, sadakat esasına göre meclis teşkil
edilmektedir. Bu meclis yapısının doğal sonucu olarak da ulus devletçi 1924
anayasası çıkmaktadır ortaya.
1921 Anayasası ile temelleri atılan 1923
Cumhuriyetine karşı, 1925 yılında “Laik Türk Cumhuriyeti” inşa edildiğinde bu
ulus devletçi, laik ve tek tipçi devlet algısına karşı Kürdistan coğrafyasından
ilk itiraz yükselmişdir. İtirazın sahibi, ileride itirazının bedelini ödeyecek
olan Şeyh Said’tir. (Şeyh Said isyanı salt etnik bir isyan olarak
değerlendirilemez, ancak diğer dini eksenli isyanlardan etnik talepler
barındırması nedeniyle ayrılabilir) Dini itirazlar ise Said-i Nursi/Kürdi
örneğinde olduğu gibi şiddet kullanmadan yükselir. Şiddet içermemesine rağmen
Said-i Nursi’de itirazlarının bedelini sürgünlerle, zindanlarla,
zehirlenmelerle ve sürekli takibat altında tutularak ödeyecektir. Bu geleneğin
devamında ise çeşitli legal partiler vasıtasıyla itirazlar, nispeten sivil
düzeyde ama hep artarak canlı tutulmuştur. İlerleyen zamanlarda etnik temelli
itirazlar da 1984 yılına gelinceye kadar çeşitli boyutlarda devam eder,1984’den
sonra ise kitleselleşerek devlet açısından önlenemez bir hal alır.
1924 Anayasasını referans alan zihinler
etnik ve dini kimlikleri devlet için tehdit olarak görmüş, etnik anlamda
“Türk”leştirme dini anlamda “Sünni”leştirme (bu bağlamda diğer mezheplere
rağmen Hanefileştirme) yoluna gitmiştir. Devlet elbette Sünnilik ve Hanefilik
kavramlarına “kendince” anlamlar yüklemekte ve bu anlama/tanıma uymayanlara da
rüştünü ispatlamaktadır! Bu projeye itaat etmeyen, etnik ve dini kimliğini
muhafaza etmeye çalışan herkes doğal düşman olarak algılanmış ve gerektiğinde
bu düşmanlar “hal” yoluna gidilmiştir.
1924 Anayasasının çizdiği doğrultuda
toplum değiştirilmeye, insanlar eski bağlarından, kimliklerinden kopartılarak
yeni bir kültür inşa edilmeye çalışılmıştır. Dil devrimi, kılık kıyafet
devrimi, ölçü ve tartıda yapılan değişiklikler, takvim düzenlemesi, eğitim ve
dini bürokraside düzenlemeler ulus devlet projesinin başarısı için yapılan
çalışmalardır. Bu proje 1924 yılından bugüne kadar millet hafızasına farklı
dozlarda enjekte edilmiş, kimi siyasi hareketlerin korkuyla karışık ve çekinik
itirazları en ağır şekilde cezalandırılarak bütün muarızlar hizaya sokulmaya
çalışılırken, ulus devlet projesinin askeri ve siyasal bürokrasinin hücrelerine
kadar yerleşmiş olduğu tetkik edilmiştir. Bugün için dahi devlete vaziyet eden
siyasi otorite değişmiş olmasına rağmen, hastalığın tam olarak bünyeden
atılabildiği söylenememektedir.
Gelinen noktada varlığını baskı ve
şiddetle kabul ettirmeye çalışan ulus devlet projesi iflas etmiştir. Bu proje
ardında gözyaşı, zulüm ve ödenmiş bedeller dışında hiçbir şey bırakamamıştır.
Yeni Paradigma
Anayasalara ihtiyaç duyulmasının nedeni
mevcut anayasanın günün ihtiyaçlarına karşılık veremeyeceğinin anlaşılması ve
gelecek tasavvurunun mevcut anayasa ile kurulamayacağının görülmesidir.
Güvenlik temelli politikaların Kürt
sorununu çözemediği, Kürtler dışındaki diğer etnik kimlikleri de tanımadığı,
bununla birlikte onlarca yıldır dindar insanlar üzerinde gerek kılık kıyafet
özgürlüğü, gerekse örgütlenme hakları üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanan
bir anayasa yapısının olduğu, Müslümanlar dışında farklı dine mensup ülke
yurttaşlarının ayrımcılıkla karşı karşıya kaldığı görülmektedir.
Diğer yandan ülkenin kendine referans aldığı liberal kapitalist düzen göz önüne
alındığında “Açık Pazar” kriterleri açısından da mevcut anayasa yeterli
gelmemektedir. Kamuoyunda oluşan “yeni anayasa” talebinin aslında bu iki
temelden kaynaklandığı söylenebilir. Bir yanda hak ve özgürlükler temelinde
talepleri içeren bir muhteva, diğer tarafta neo liberal, kapitalist çizginin
“ticari” kaygılarından oluşan bir siyasa!
Her ne gerekçeyle temellendiriliyor
olursa olsun yeni anayasa seçimlerden sonra ülke insanının en temel beklentisidir.
Yeni anayasa çalışmalarında toplumla siyasal partilerin durduğu yeri belirleyen
unsur da 1921 ve 1924 anayasalarıdır. Geniş toplum kesimleri (özellikle yaşanan
sorunlara çözüm arayan halk kitleleri) 1921 anayasasının kapsayıcı, bütünleştirici
yapısını referans alırken mecliste temsil edilen neredeyse bütün siyasal
aktörlerin ulus devletçi 1924 anayasasından yana olmaları manidardır. Neredeyse
bütün siyasal aktörlerin değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerde
mutabakata varması (kimisi kerhen de olsa) dikkat çekicidir.
Anadilde eğitim ve vatandaşlık tanımı gibi normal ülkelerde tartışılması dahi
abes olan konuların anayasanın önündeki en temel engeller olarak siyaset
mekanizması tarafından sunulması ise ulus devletçi yapının bünyelere ne oranda
sirayet ettiğini göstermesi açısından önemlidir.
Yeni anayasa her sorumluluk sahibi birey
için, bugüne kadar hakları çiğnenen, gaspedilen, dezavantajlı hale getirilen
gruplara karşı adalet borcu olduğu gibi, bizden sonraki nesillere yaşanabilir
bir ülke bırakma ödevidir. Bu çerçevede her birey üzerine düşen sorumlulukları
hakkıyla yerine getirmelidir.